Hayli zamandır bilimsel-teknolojik ilerleme, yeni bir “evrensel din” mertebesine yükseltilmiş bulunuyor. Öyle olunca da teknolojiye yönelik her eleştiri, ilerleme, kalkınma ve teknoloji düşmanlığı; dahası iflah olmaz bir sapkınlık, gericilik ve uygarlık düşmanlığı sayılıp lanetleniyor. Modern teknolojilere dayalı üretim modeli, tam bir israf ve yok etme aracına dönüşmüş bulunuyor…
Teknolojiye olan bu kör inanç, onun nötr (yansız) olduğu ve gücünün önünde durulamayacağı kabulüne dayanıyor. Sol hareket de o dalganın dışına hiçbir zaman çıkamadı. Hiçbir zaman teknoloji konusunda tutarlı bir yaklaşıma sahip olmadı. Bu alanda pozitivist yaklaşımlar egemen olmaya devam etti. Marx sonrası Avrupa solu, İkinci ve Üçüncü Enternasyonal solu veya tarihsel “resmî sol” densin, teknolojinin yansızlığı safsatasını hiçbir zaman sorun etmedi. Burjuva yaklaşımlar dışında bir bakışı ve anlayışı hiçbir zaman içselleştiremedi. Geçerli yaklaşım özetle şöyleydi: “O, benim elimde iyi iş görür…” Oysa yegâne amacı ve varlık nedeni daha çok kâr olan modern teknolojinin “senin elinde iyi iş görmesi” neden mümkün olsundu? Kimyasal, biyolojik, nükleer silah üretmek amacıyla üretilmiş teknolojilerin senin elinde işi ne? Bırakın kullanılmasını, bu tür teknolojilerin akıl edilmesinin, tasarlanmasının bile gündeme getirilmemesi gerekmez miydi?
Mesela GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) gerçekten açlık sorununu çözmek, insanlığın daha iyi beslenmesini sağlamak, toplumsal refahı artırmak amacıyla mı üretildi?
Şimdilerde yaratılmış olan inovasyon kültü (ileri teknoloji tapınışı densin), insanlığın yegâne ufku olarak sunulmaya devam ediyor ki, bu; sadece rahatsız edici değil, aynı zamanda tehlikeli bir çelişkidir. Bu anlayış da şöyle bir eşitlikler ve özdeşlikler silsilesine dayandırılıyor: Bilimsel araştırma (Ar-Ge) eşittir inovasyon, inovasyon eşittir ileri teknoloji (high tech), ileri teknoloji eşittir (ekonomik) büyüme, ekonomik büyüme eşittir toplumsal refah/mutluluk… Başka türlü ifade edersek, evrensel refahın, mutluluğun ve kurtuluşun yeni teknik bilim sayesinde mümkün olacağı inancı ve saplantısı pompalanmaya devam ediliyor.
Şimdilerde inovasyon kelimesi sihirli bir kelime haline gelmiş görünüyor! Sosyal sorunlar, kıtlaşan kaynaklar, iklim krizi gibi hayati sorunlar pek akla gelmiyor; daha doğrusu getirilmek istenmiyor. Bu konudaki aykırı düşünceler, itirazlar, şüpheci, ihtiyatlı yaklaşımlar, eleştiri ve uyarılar imkânsızın peşinde koşmak, dahası kelimenin olumsuz anlamında ütopik ve tehlikeli sayılıp lanetleniyor. 1980’li yıllarda ekoloji ve çevre hareketi sahaya inip, görünürlüğü arttığında, bu hareketler küresel oligarşinin adamları, sözcüleri ve bir kısım Nobel ödüllü bilim adamı tarafından karanlıkçı bir tehdit sayılıp lanetlenmişti. Oysa teknik dönüşüme-değişime yönelik muhalefet, bizzat teknolojiyi reddetmek anlamına gelmiyor ve gelmemelidir. Oradaki itiraz, geçerli teknolojinin harekete geçirdiği, neden olduğu sosyal ve politik düzene yönelik bir eleştiridir sadece. Dolayısıyla, teknoloji eleştirisi teknoloji düşmanlığı anlamına gelmiyor. Nitekim Jacques Elull, “Bizi köleleştiren teknik değil; ama tekniğe yüklenen (vehmedilen) kutsallıktır” derken söylemek istediği o idi.
1933 yılında Chicago’da gerçekleştirilen evrensel serginin tanıtım afişinde; “Bilim bulur, sanayi uygular; insan uyar” yazılıydı. Hiroşima ve Nagazaki ye atom bombası atıldığında, Fransız Le Monde gazetesi, 8 Ağustos 1945 tarihli nüshasında haberi manşetten şöyle vermişti: “Bilimsel bir devrim: Amerikalılar Japonya’ya ilk atom bombasını attılar.” … Bu durumla ilgili olarak Öe Kenzaburö şöyle yazmıştı: “Eğer Hiroşima ve Nagazaki bütün dünyada biliniyorsa, bu kurbanların dramından dolayı değil, atom bombalarının gücü yüzündendir.” Bu anlayış, teknik bilimle insan ve toplum ilişkisinin ne hale geldiği hakkında bir fikir vermiyor mu?
Türkiye’de de, en uygun enerjinin güneş enerjisi olması gerekirken, petrole, doğal gaza onca bağımlılık, nesnel bir zorunlusun ve gerekliliğin, rasyonel bir tercihin sonucu değil; basbayağı, politik/sınıfsal bir tercihin ve dayatmanın sonucudur…
Kimi bilim adamları da kapitalizmin ürettiği ve kapitalizmi üreten modern teknolojinin karşısına dikildiler ve olup bitenleri teşhir ve mahkûm ettiler. Teknik bilimle ilgili olarak Bertrand Russel şöyle demişti: “Bilimden bugüne kadar üç amaç için yararlanılmıştır:
–Toplam meta üretimini artırmak;
–Savaşları daha yıkıcı hale getirmek ve;
–Bazı sanatsal ya da insan sağlığıyla ilgili değerlerin yerine bazı önemsiz eğlenceleri koymak. Toplam üretim artışı, yüzyıl kadar önce önemliydi ancak günümüzde boş zaman sürelerini artırmak ve akıllı üretim yöntemi ondan çok daha önemlidir.”
Şimdilerle on binlerce “bilim insanı” savunma sanayii için çalışıyor. Aslında “savunma sanayi” denilerek bir edebikelam yapılıyor, doğrusu “savaş sanayi; öldürme, katletme, yok etme sanayi”dir. “İnsanlar, nasıl en ‘etkin’ şekilde öldürülür; doğa en etkin şekilde nasıl yok edilir?” sorusuyla ilgili bir bilim, bilimsellik ve bilimci olabilir mi?
ABD emperyalizminin akil adamı Henry Kissinger: “Petrolü kontrol eden, kıtaları kontrol eder; gıdayı kontrol eden, tüm insanim kontrol eder.”
Dikkate alınması, unutulmaması gereken bir şey daha var: Toprakta yetişen bir ürünün bünyesinde, ancak toprakta var olan unsurlar, materyaller, bileşenler bulunabilir. Toprak ne kadar fakirleşirse, ürünler de içerik yönünden o kadar fakirleşir ve gerçek gıda niteliğini yitirir. Toprağı kirletmek,
bir canlılar dünyasını yok etmek; toprağın içyapısını altüst etmektir. Albert Einstein
, “Herhangi bir sorunu, onu yaratan düşünce tarzına dayanarak çözemezsiniz” der.
(BAŞKA BİR UYGARLIK İÇİN MANİFESTO- FİKRET BAŞKAYA)