Türkiye Cumhûriyeti’nin dış siyâset rotası hızla değişiyor. Gelişmeler önümüze hayli dramatik bir tablo çıkarıyor. Bunu sâdece dış siyâset kulvarı ile sınırlandırmanın dar görüşlü bir yorum olduğu kanaâtindeyim. Yeni bir dünyâ kuruluyor. Mesele, Türkiye’nin bu dünyâ içindeki yerinin ne olacağıyla alâkalı. Türkiye açısından süreç, aşama aşama, topyekûn büyük bir iç ve dış hesaplaşmayı gerektirecek bir noktaya doğru evriliyor.
Evvelâ tabloya bir bakalım.. Son iki asır, çöküşe geçen Osmanlı’dan Türkiye Cumhûriyeti’nin kuruluş merhalesine doğru bir Batılılaşma târihini doğurdu. Trenin istikâmeti belirlendi. Kültür târihi açısından bakıldığında, yaşanan gerilim ve çatışmaların fazlaca bir derinliği olmadığı hemen anlaşılabilir. Bâzı çevreler, mukadder olduğu düşünülen sürecin ılımlı götürülmesini, geleneksel birikimlerle eşlenmesi gerektiğini iddia ederken, bâzı çevreler ise acul ve köktenci davranılmasını tercih ediyordu. Teşbihten hareket edecek olursak, gâliba mesele trenin hızını ayarlamakla alâkalıydı. Ilımlılar- buna muhafazakârlar da diyebiliriz- menzile varmak için çok hızlı gidilirse, eldeki birikimlerden olunacağından endişeliydiler. Köktenciler ise, bu birikimlerin ağırlık meydana getirdiğini, hızı düşüreceğini, onlardan bir an evvel kurtulmak gerektiğini düşünüyorlardı. Hiç kimsenin, trenin istikâmetini tartıştığı yoktu. Bu da Türk düşünce târihine has bir hafiflik olsa gerekir.Neticede, bir devirde, bilhassa Türkiye Cumhûriyeti’nin kuruluş süreçlerinde köktenci âcilcilik galebe çaldı. Yoğun tasfiyelerin ve kopuşların yaşandığı, bedeli hayli ağır bir devreye girdik. Daha evvelki yazılarımda, çeşitli vesilelerle üzerinde durduğum bir Rumeli(ci)lik kanadı ağır bastı. Ama 1950’lerden sonra, Anadolu(cu)luğu arkasına alan ılımlılar iktidâra geldi. Son yarım asırdan fazla devâm eden, elyevm içinde olduğumuz bir devamlılık içinde Türk sağı memleketi idâre etti. Bu da bize, şöyle veyâ böyle bir demokratikleşme tecrübesi kazandırdı. Hipotetik olarak cumhûriyetin sâhibi olarak gösterilen, lâkin fiiliyatta dışlanan cumhûr, cumhûriyet tecrübesi ile eşlendi. Temsil ve katılım temelindeki bu eşlenmenin, ne kadar tutarlı olsa da bir hayli sorunlu olduğu teslim edilmelidir. Buna işâret edip, başka bir yazıda ele alınmayı hak ettiği için teferruatlarına girmeyeceğim.1950’ler aynı zamanda Soğuk Savaş’ın başladığı senelerdi. İktidâra gelen Muhafazakârlar için durum hayli avantajlıydı. Kurucu, acilci köktencilerin dayattığı modernleşme kodları büyük ölçüde Avrupa mahreçliydi. Diğer taraftan Avrupa ile olan ilişkilerin tecrübî târihi son derecede somut ve can acıtıcıydı. Muhafazakâr modernistlerin müşteki oldukları, aslında Rumeliciliğin sürüklediği, felsefî (zihnî) -kurumsal karşılıkları ve derinlikleri olan Avrupa tarzı sert kodlara sâhip bir modernleşmeydi. Türk muhafazakârlığı ve sağcılığı, modernleşmenin mühendislik taraflarıyla barışıktı. Gelin görün ki, Avrupa gelenekleri, mühendisliği ikincilleştiriyor, evvelemirde, kurumsal zorlamalara dayalı olarak zihniyet ve kültür meselelerini merkeze koyuyordu. Buna mukâbil Angloamerikan tarzı bir modernleşme, bunun tam da tersini ifâde ediyordu. Bir defâ orada kurumsal yapılar son derecede esnekti. Sistem, sivil inisyatiflere evveliyet tanıyordu. Dahası, bu gelenekte mühendislik faaliyetler, Avrupa’ya has, sonu gelmez fikircilikleri sahanın dışına itiyordu. Fırsat hemen değerlendirildi. Pratikte hiç bir somut karşılığı ve derinliği olmayan, lâkin edebî söylemlerle şişirilmiş bir geçmiş mistisizmi, artık kârlılık güden yeni bir esnâflık ve ticâret anlayışı, modernleşmeye açık yeni tasavvufî yorumlarla toplumsallaşan pozitivist İTÜ mühendisliği ile el ele verdi. Türk sağının ana sermâyeleriydi bunlar. NATO bağları üzerinden tutkulu bir Amerika aşkı başladı. Aşkın bir aşktı bu. Anadoluculuk kıt’alar ve denizler aşıyordu. bunun ateşleyici gücü olan antikomünist hissiyât , somut târihsel karşılığı olan Moskof korkusunun yeniden üretimiydi.
Tuhaf olan yaşanan aşkın tek taraflı olmasıydı. NATO Türkiye’ye son derecede faydacı bakıyor, ondan askerî bir hizmet bekliyor; dahası sanayileşmesini istemiyordu. Mühendislik beklentilerinin bir karşılığı yoktu onlarda. Menderes’in ABD’de horlanması, Demirel’in çâresiz kalması ve ABD’den beklediklerini elde edememesi, Özal’ın bire üç beklemesi, lâkin Dimyat’a giderken eldekinden olması hep bu aşkın sukut-u hayâli, inkırâzıydı. Aşk böyle değil midir? Her sukut-u hayâl aşkı biraz daha büyütmez mi? Şundan eminim: Çârnâçar Rusya’nın kapısını çaldıkları anda bile bu aşkın kırıklığını yaşıyorlar, onu tâzelemenin rüyâsını görüyorlardı.
İktidârı kaybeden köktenci modernistler, vites değiştirerek solculaştı. Rumelici Türk solu 1960’lardan itibâren, Avrupâî mevzisinde ısrar etti ve derin bir ABD karşıtlığı sergiledi. Evet, 1990’lardan itibâren, Yeni Sol temaları benimseyerek bu düşmanlığı sona erdirdiler. Ama derinlerde bir yerde, hep Avrupacı kaldılar. Son umutları 1990’larda altın günlerini yaşayan AB oldu. Türk sağı da benzer olarak Avrupa karşıtlığını gevşetti. Programına AB üyeliği hedefini koydu. Ama o da, kendi derinliğinde hep Amerikacı kaldı. AB ile yaşanan gerilimlerde sert bir performans göstermek Türk sağcılığının bu gevşemeden duyduğu rahatsızlığın dışa vurumuydu.
Gelinen aşamada, Rumelici Türk solunun AB beklentisi, Türk sağının ise ABD beklentilerinin sonuna gelindi. Kapanan fasıllar, PKK’ya verilen kararlı destek, Dedeağaç silâhlanması bu durumu berrak bir şekilde ortaya koyuyor. Dönüp dolaşıp yeniden Rusya’nın kapısını çalıyoruz..Artık geri dönüş yok. Dünyâ yeniden kuruluyor. Soru şu: Hangi birikim ve hazırlıkla bu dünyânın neresindeyiz?
Süleyman Seyfi Öğün/Yeni Şafak