Aşağıda dikkatinize sunduğum Dazlak öyküsü, İki Kişilik Rüyalar adlı kitabın içinde 2005 yılında yayınlandı.
Şimdi huzurunuza getirme sebebine gelince…
13 Eylül’de, 22 yaşındaki İranlı Mahsa Amini başını doğru düzgün örtmediği gerekçesiyle İran İrşad Polisi tarafından gözaltına alındı. Gözaltında iken fenalaştı ve hastanede hayatını kaybetti. Mahsa Amini’nin ölümü “yanlış yönetime” karşı birikmiş olan öfkenin patlamasına vesile oldu.
İran’daki protestolara destek olmak için dünyanın çeşitli kentlerinde bazı kadınlar saçlarını keserek, bazı erkekler de başlarını kazıtarak dazlaklık üzerinden destek verdiklerini ilan etti.
21. yüzyılda muktedirlerin şunu net bir şekilde idrak etmesi gerekiyor: Ne başını örtmek ne de saçını göstermek yasaklanabilir. İslam coğrafyasında kamusal alanda başı örtülü gezmek zorunda bırakılan kadınların Instagram paylaşımlarına bakınız lütfen. Ruhu olamayan örtünme sadece giyim kuşam markalarının işine yarıyor.
Velhasıl, hafızası imha edilmiş bir toplum olduğumuz için başörtüsü yasaklarını, öykünün izleğinde hatırlatmak istedim.
Dazlak
Betül’e… Bu hikâyenin kahramanı o!
I-
Ağlayan arkadaşlarına inat tek bir gözyaşı dökmedi.
Hiç üzülmüyor sanırdı onu görenler.
Dünya yansa umurunda değilmiş gibi. SANKİ
“Yarından itibaren herkes başını açacak” diye kesin emir geldiğinde, kararını çoktan vermiş olmanın rahatlığıyla yürüdü.
Rahatlık?
Koridorlar başına yıkılmadı.
Depremin şiddetinden savrulmadı.
Ağlayan arkadaşlarına mendil verdi.
Teselli bekleyenlere “Her şey olacağına varır” dedi annesinden ödünç alınmış ses tonu ve kelime vurgularıyla.
Her şey.
Nedir HER ŞEY.
Ve kimdir HERKES.
Herkes “Artık yarın yok” diye telefonlara sarılmışken, o, cep telefonunu kapattı.
İngilizce öğrenmekse mesele, üç yılın ardından kendisi de ilerletebilirdi bundan böyle.
“Yarından sonra burada değilim, ama yarınlar henüz bitmedi” diye vedalaştı arkadaşlarıyla.
Okul faslı. Fasl-ı hazan.
Daha önce bitirilmesi gerekenler?..
Aslı’yı kestirdi gözüne. Aslı astarı olmayan Aslı’yı. Ta liseden. Yıllardır boynunda bir heybe gibi taşıdığı Aslı. İncir çekirdeğini doldurmayan meseleler için kulağını, gönlünü kiraladığı Aslı. Aslı olmayan Aslı. Onunla unutulmaz bir veda sahnesi düşündü.
Günlerdir beklemişti “Senin için çok üzüldüm” demesini. Yalancıktan. Sırf söylenmiş olsun diye söylenen kelimeler eşliğinde hatta. Hiçbir şeye gücü yetmese bile, koluna sıkı sıkı sarılmasını. Aptal maviş gözleriyle kıpış kıpış çok üzülmüş numarası. MESELA. Hepsi kabulüydü hepsi. Dağlardan ses geldi, Aslı’dan ses gelmedi. Boşuna beklediğini bilerek. BEKLEDİ. Kantinde sigara içerken, sigara dumanlarını etrafa savururken “Ya aslında ben Aslı olarak…” diye başlayan yamuk cümlelerinden birini kurmasını. BEKLEDİ.
Okul çıkışında gördüğü mavi ayakkabıya nasıl âşık olduğunu anlatırken, “Sahiden okulu bırakacak mısın?” diye. SORMASINI. Küçük bir reklam arası. Aslı’ın âşık olduğu ayakkabıların, eteklerin, arabaların, arabaların direksiyonunda Brad Pitt edalı ya da Tarkan duruşlu çocukların arasına, küçük bir reklam arası olarak sıkıştırılıvermiş bir… Bir merak. HİÇ OLMADI.
II-
“Sen bana hep anlattın!” diye lafını kesti Aslı’nın. Sonra sustu aniden. Yan masalardan kahkaha sesleri geliyordu. Çenesine kara kalem işi sakallar bırakmış, kırmızı kazaklı, manken duruşlu erkek, İskoç tarzı mini eteğin içinde dayılanan kızın mor çoraplarını gösteriyordu. Aslı’nın gözü onlardaydı. Karşısındaki konuşmasını bıçak gibi kesince, cümlenin arkasını bekledi gözü kırmızı kazaklı çocukta. Uzayan sessizlik ile birlikte kırmızı kazaklı çocuğun dünyasından kopmaktan korktu Aslı. Ee devam etsene manasına peşrev sunan, gergin sessizlik, aptal mavi gözlerine bile yayıldı. Her türlü manadan azade mavi gözlerine.
Başörtüsünün uçlarını eline dolarken devam etti karşısındakinin konuşmasını bıçak gibi bir cümle ile bölmüş olan. “Bütün sülaleni bilirim. Erkek kardeşinin kız arkadaşlarını, ablanın çocuklarını, onların doğum günlerini, saçlarını tarattığın kuaför çocuğa neden gıcık olduğunu. Annenin iş yerindeki hödük arkadaşlarını. Taze fasulye muhabbetini. Dayının bitmek tükenmek bilmeyen hastane maceralarını. Annenin TH’nin promosyon gezileriyle abuk ülkelere seyahat edişini.”
Bir sigara yaktı konuşması bıçak gibi kesilmiş olan. Ne yapmaya çalışıyordu böyle? Durduk yere kendisinin ve ailesinin özel tarihini niye masanın üstüne çıkarıyordu atılacak çöp niyetine. Nesi vardı bunun? Yüzünün rengi bir tuhaftı. Bir şeye sinirlenmiş ya da üzülmüş olmalıydı. Hay Allah hiç böyle yapmazdı. Etrafına bakındı kendilerini görennnnn ya da duyannnnn var mı diye. Gayri ihtiyari bir saklanma dürtüsü kapladı içini. Sanki her şeyi dökecekti masanın üzerine. Birden işi gırgıra vurmak istedi.
“Başörtün çok yakışmış. Yavruağzı seni çok açıyoo.”
Kesin kendi cümlelerini doğrayıp, kan çıkaracak bir şey vardı bugün bunun dilinde. Teşekkür ederdi halbuki. Çok naziksin derdi. Sana da bir tane alayım mı çok uygun bir yer var diye devam ederdi hatta. Başına takman şart değil boynuna bağlarsın diye ilave ederdi, bana başörtü propagandası mı yapıyorsun diye gelebilecek itiraza baştan hazırlanmış olarak.
“Başörtüm çok yakışmış ha! Ne diyorsun sen imparatoriçem, bin yıldır başımda bu örtü var. Sen ne zamandan beri benim başımdaki örtüyü, ayağımdaki ayakkabıyı, yüzümdeki acıyı gördün! Gördün ve hissetin!!”
Kesin bir şey olmuş olmalı. Ses tonu bile yabancı sanki. Biraz sonra olay çıkartacak biri gibi bakıyor. İlk defa görüyormuş gibi. Paylaşamadığımız kozu biraz sonra paylaşacakmışız gibi.
“Ben senin kuzenlerini, kuzenlerinin çocuklarını, çocuklarının mızmızlıklarını, senin hayatına girmiş her şeyi biliyorum. Neden? Sen anlattın, ben dinledim. Ben dinledikçe sen sadece kendini anlattın. Benim bir kardeşim var mı mesela. Hadi söyle. Ablam, abim. Annem babam hayatta mı? Senin annenin promosyon gezilerine benzer takıntıları var mı benimkinin hayatında da? Hiçbir fikrin yok değil mi?”
Nereye getirecekti bu lafı böyle. Anlattığı bir şeyi dinlemediğini mi fark etti. Hadi ne diyeceksen de be! Sıktın ama. Dinlemeseydin. Yalvardık sanki. Geçmiş karşıma tafralanıyo. Ben anlatırken gülüyodun ya. Ne anlatsam gülüyodun. Hayatında Cem Yılmaz’ın kız kardeşi rolünü oynuyodum.
“Bak sinirlerine iyi gelecek bir şey biliyorum. Şu kız var ya kırmızı iskoç etekli. Bu etek on gün önce yoktu onda. Demek ki ucuzluktan almış. Yarı fiyatına. Ama baksana sanki ucuzluktan almamış gibi kasım kasım kasılıyooo.”
Aslı’ya bir şey anlatılabilir mi? Aslı’ya kızılabilir mi? İnsanların kıyafetlerinin tarihini bile aklında tutan Aslı’ya.
Öfke fazladır bazen.
Küsmek bile fazla.
İncinmek çok fazla.
III-
Aynı kaderi paylaştığını düşündüğü Seher geldi aklına. Aklına gelmezdi esasında. Ama otobüste gördüğü küçük süslü kız, inanılmaz bir şekilde küçük Seher’i getirdi gözlerinin önüne. Kurum kurum kurumlanan küçük Seher. Annelerin idealindeki küçük kız. Üstü başı daima temiz. Daima ölçülü Seher. Onu çocukken hiç sevmezdi. Küçük bir ideal olarak her olayda önüne bir adet biblo Seher çıkarılmasına gıcık olurdu. Evlerine gittiği zaman onun defterleri, onun boya kalemleri, onun temiz önlüğü, onun düzenli çantası her yeri kaplamış olurdu. Misafir çocuklara hiç yer kalmazdı.
Ama şimdi Seher’i görmek istiyor. Ne yapacağını bilmek istiyor. Seher’den çok Seher’in annesini görmek istiyor. Seherlerin üniversitede yasaklar başlayalı bir ay oldu. Yürünmüş bir yol arıyor kendisine. Kendisine ve annesine. Seher’in annesini görürse kendi annesinin yasaklara karşı direncini görmüş olacak sanki. Ama Seher’i görürse kendisini görmüş olacak mı?
Telefon etmeden uğramak istiyor. Seher’in annesi telefonun küçük heyecanların katili olduğunu söyler çünkü. Şöyle kapıyı açar açmaz bir dost görmenin heyecanını. Ah efendim kimler gelmiş kimler gelmiş diyerek hoş bir karşılama seremonisini. Evde yoklarsa geri dönmek var. Olsun. Fatih Camii’nin avlusundan geçmeyeli ne çok oldu.
IV-
Ayıp bir şey yaptığı. İçerden gelen ses. Seher’in sesi. Parmağını zilin üzerinden hızla çekiyor. Dinlemek istiyor. Seher var gücüyle bağırıyor. Biblo Seher bu sesi ne zaman biriktirmiş içinde!!!
Merdivenlerden ayak sesi geliyor.
Suyu çekilmiş bir değirmen gibi. Hiç kıpırdamıyor. Kapının önünde buğday çuvalları. Suyu çekilmiş değirmen, çuvallara bakıp ağlamak istiyor.
“Gitme artık şu toplantılara. Benim bütün planlarıma mani oluyorsun. Medyanın diline de düşersek sen gör o zaman! Arayıp da bulamadıkları malzeme. Benim adımı niye verdin bilmem ki! Şarttı sanki ben Seher’in annesiyim demek. Arkadaşlarımın gözünde iyice tuhaf duruma düştüm üstelik.”
Suyu çekilmiş değirmen hareket etmek istiyor. Merdivenlerden koşarak inmeyi. Yüzünü rüzgâra vermeyi. Rüzgâr güçtür. Rüzgâra teslim olmak istiyor. Üst kattaki kapılardan biri kapanıyor. Anahtar tekrar tekrar çevriliyor. Değirmen kıpırtısız. Ne oturuyorsun burada diye soracak belki, adım adım yaklaşan ayak sesleri. Kime geldin diyecek.
“Zamanında sen de aynı olayları yaşamak zorunda kaldın diye beni anlamanı beklerdim. Oysa sen sosyalistlik taslıyorsun. Herkesin Amerika’ya gidecek gücü var mıymış? Anne sen hangi yüzyılda kaldın ya! Artık 21. yüzyıldayız. Anlasana. Bu çağ bireysel çözümler çağı. Ben babamı nasıl ikna edeceğimi düşünüyordum. Seni ikna etmek zorunda kalacağımı hiç tahmin etmezdim.”
İkna etmek. Seher annesini ikna etmeye çalışıyor. Anneler ikna olmaz. İtiraz eder. İspat eder. İstiare eder. İnşa eder. Ama asla ikna olmaz. İknada söz şiddetin bir parçasıdır. Anneler ikna olmaz. İkna olmuş gibi yaparlar en fazla. Sonra bir gün ben sana dediydim demek için.
“Yine mi kurabiye yapıyorsun? Tamam, bir bu eksikti. Arkandan Seher’in kurabiyeli annesi diyorlardır. Bir gün gittin. İki gün gittin. Bir hafta. Daha kaç gün gideceksin anlamıyorum ki. Üstelik evi ihmal etmene babamın hoşgörüyle bakacağını da hiç zannetmiyorum.”
Seher annesini suçluyor. İkna etmenin birinci şartı. Önce karşındakinin gücünü alacaksın. Yanlış yaptığına inandıracaksın. Senin bildiğin yanlış. Doğru olan benim bildiğim.
Artık bir şey duymak istemiyor. Kalkıp gitmek istiyor. Belki de annesi yoktur evde. Aynanın karşısına geçip sanki annesiyle konuşuyor gibi yapıyordur Seher? Olamaz mı? Olur. Kendini ikna etmek için önce annesini ikna etmeye çalışıyordur BELKİ.
“Bak anneciğim seni üzmek istemiyorum. Lütfen anla. Vizyon çağındayız artık. Bunu görmen gerekiyor. Yurt dışına gidecek ne ilk kızım ne sonuncusu olacağım. Üstelik bu da bir direnme biçimi.”
Seher’in sesi bütün aparmanda. Seher var gücüyle bağırıyor. Annesi niye konuşmuyor? Annesinin sesi nerede? Seher Amerika’ya gitmek istiyor ha. Amerika. Önce sesini sınıyor. Kendi gidemediği yerlere, sesinin ne kadar gideceğini sınıyor.
“Bu da bir direnme biçimi.”
Değirmene su doluyor yavaş yavaş. Değirmen kıpırdıyor. Karşısında durmuş öylece kendisine bakan kadına hiçbir şey söylemiyor. Kadının gözü önünde botunun bağcıklarını çözüp yeniden bağlıyor. Sanki Seherlere gelmemiş. Seherleri tanımıyor bile. Tam kadın hesap soran bakışlarını kelimelere yüklemeye karar verdiğinde, onun soru sormasını engellemek için “Ben de tam size çıkacaktım” diyor.
Kadın şapkasındaki kaz tüyünü düzeltiyor şaşkınlığını gizlemek için.
“Lösemili bir arkadaşımız için para topluyoruz da…”
Tam tahmin ettiği gibi oluyor. Kadın kafasını geriye doğru kaykıltıp tek bir söz söylemeden aşağı iniyor.
V-
Eve geldi her zamanki gelişlerinden farklı hiçbir şey yokmuşçasına. Aslı olmayan Aslı’yı, yurt dışına gitme hazırlıkları yapan Seher’i, Seher’in başörtüsü eylemindeki kızlara kurabiye yapan annesini, kapının dışında bıraktı. Yavaşça çevirdi anahtarı.
Herkes sofradaydı.
Yemeğin bittiği noktada, akşamı, bütün öteki akşamlardan farklılaştıran cümlesini dümdüz bir ifade ile söyleyiverdi:
“Ben okulu bırakıyorum.”
Masadaki herkes dondu bir an. Ne söyleyeceklerini şaşırıp birbirleriyle göz göze gelmekten bile korkarak önlerine baktılar. Söyleyecekleri her şey için hem çok erken, hem çok geç olabilirdi. Sustular, susuşlarını bütün noktalama işaretlerinden azat ederek. Yalnız küçük kız, sükûtunu kocaman bir soru işaretinin arkasına saklamaya çalıştı. Anlamadığı ne çok şey vardı!
“Sen mi okulu bıraktın? Okul mu seni bıraktı?”
“O beni ben olarak istemedi, ben de onu bıraktım.”
Küçük kız soruyu sormadan önceki halinden daha farklı olmadığını ablası anlasın, anlasın da kendisinin de bilebileceği cevaplar versin diye gözünü ablasının üzerine dikip oturmaya başladı.
“Tatlı yeriz değil mi?” dedi okul bırakmış olan kız, kutlama varmışçasına.
Sesine bayramlık giydirmiş diye düşündü küçük kız. Bayramlıkları ses daha kolay giyiniyordu. Göz bebeklerindeki yoğunluk, bütün bayramlıklara sırtını dönmüştü. Küçük kız ve annesi görüyordu bu yoğunluğu yalnızca.
Sesinin bayramlık urbalarına, adımlarını da uydurmayı denedi genç kız. Sanki sekiyormuş gibi, uçuyormuş… GİBİ. Yürüdü mutfağa doğru.
Anne, ne vakittir okulunu bırakanların ruh hallerini arkadaşlarının kızlarından biliyordu. Kilo kaybedenler, hayata küsenler, agresif olanlar. Bildiklerini kendine saklayıp, içindeki merhameti herkese bulaştırmak isteyen bir hal ile gezindi her birinin üstünde.
Baba, bu fikirden vazgeçmeli, sen vazgeçirmelisin der gibi bakıyordu. Kadın her işte bir hayır vardır, o, şimdiye kadar hep iyi kararlar verdi demek istedi, fakat bunun lüzumsuz bir tartışmanın başlangıcı olmasından korkarak sessizliği tercih etti.
VI-
Annesini dinledi kız uzun uzun. “Tek bir şartım” var dedi. “Başımı açıp okula gideceksem tek bir saç olmayacak kafamda.”
VII-
Kadın bebekken yaptığı gibi önce kızının saçlarını kokladı. Burnunun direkleri sızladı. Göz pınarlarına dolan yaşlar akmasın diye, olabildiğince sıktı dişlerini. Neşeli bir şeyler söyleyerek kızını rahatlatmayı düşünüyor, fakat elinin titremesini bir türlü durduramıyordu. Bütün dikkati ellerindeydi. Ellerine dikkat ettikçe daha çok titrediklerini görüyor, daha çok titrediklerini gördükçe kızının saçlarını kesemeyeceğini düşünüyordu.
Kesilecek olan onun saçları değil miydi? Yıllardır itina ile baktığı, belime kadar uzatacağım dediği. Atlas yorgan gibi bir omzundan öteki omzuna savurduğu… Hiçbir duyguya geçit vermeden, sımsıkı toplayıp ördü. Saçını toplarken dağılan olmamalıydı. Kaybeden. Yenilen. Asla!
“Anneciğim önce şu tek örgüyü ensemden keselim. Ondan sonra kafamı dazlak yaparız.”
Kadın bu şartlarda bile kendisine akıl veren kızıyla gurur duydu. Onun alelade lastikle tutturmuş olduğu tek örgü saça, süslü bir kurdele bulup taktı. Kurdelenin üstünden “Ya Allah Bismillah sen hakkımızda hayır göster Ya Rabbim!” diyerek makası vurdu. Makas kızın saçlarında annenin yüreğinde gezindi. Gezindi. Gezindi.
VIII-
Okulun kapısında, başörtüsünü başından çıkarttı kız. Kapıdaki görevli dondu kaldı dazlak kafayı görünce. Kız kapıdan geçip giderken, geçtiği her yere, donup kalmış insan figürleri dikip giderken, kapıdaki görevli heyecanla dekan sekreterini aradı.
IX-
“Biz özel üniversiteyiz evet!!” dedi Dekan Bey. “Ama bizim de sorumluluklarımız ve yükümlülüklerimiz var. Herkesin gözü üzerimizde. Gazetelere yansımış beyanat var. İstanbul Milletvekili İrfan Sündüz, direnişçi kızlara görsellik tarafı ağır basan eylemler yapmalarını, mesela saçlarını kazıtmalarını önermiş. Bu durumda ilk kazıtma eyleminin bizim fakültemizde çıkmış olması nasıl karşılanır? Şapka giymek zorundasınız.”
“Yanımda şapka yok” dedi dazlak kız.
“Örtün başınızı” dedi dekan elleri titreyerek. “Örtün!!!” “Başörtülü olmanız, dazlak olmanızdan daha az tehlikeli bizim için. Maaazallah dazlaklarrr eylemi yayılırsa, ilk örneğin bizim fakültemizden çıkmış olması bizi zora sokar. Zora sokar. Dara sokar. Teamüller. Evet teamüller. Hadi örtün başınızı. Örtün!!! ”
Fatma Barbarosoğlu/Yeni Şafak