Tarih boyunca Müslümanlar, İslâm ve ümmet bağlamında meydana gelen her hadiseyi fark etmiş, duyumsamış ve hissetmiştir. Hissetmekle de kalmamış en üst seviyede tepkisini de göstermiştir. Yakın tarihte de bu böyle olmuştur.
Hissetmek ve tepki vermek fıtri bir hadisedir. Algılamak, duymak, duyumsamak, hissetmek, fark etmek, ayırdında olmak ve tepki vermek hep yaşam belirtileridir. Ne var ki düşüncenin beslemediği his ve metodun şekillendirmediği tepki, kolayca amacından saptırılabilmektedir. Hatta toplum mühendisleri tarafından tezgâhlanan algı operasyonlarıyla amacının aksine kullanılabilmektedir.
3 Mart 1924’te Hilâfet’in ilgasıyla İslâm ve dolayısıyla Müslümanlar evrensel ve mahalli bazda egemenliğini kaybetmiştir. Bundan böyle kalkansız bir şekilde egemen güçlerin ve işbirlikçilerinin komplo ve entrikalarına, şeytanca tezgâhlanmış algı operasyonlarına maruz kalmışlardır.
Müslümanlardaki bilinç düzeyinin yükselmesiyle birlikte kurulu düzenin toplum mühendislerinin tezgâhladığı algı operasyonlarının düzeyi de yükselmiştir. Bu algı operasyonlarının İslâmi bir söyleme sahip parti ve partiler tarafından tezgâhlanmasının daha inandırıcı olacağından kuşku yoktur. Nitekim tek parti dönemindeki Müslüman kitlenin hassasiyeti ile DP/Menderes dönemindeki hassasiyeti arasında nitelik farkı vardır. Tek parti döneminde tepkiler rejime yönelik sergilenirken, DP/Menderes dönemiyle birlikte tepkiler uygulamalara yönelik olmuştur. Ve o gün bu gündür tepkilerin yeniden rejime yöneltilmesi sağlanamamıştır.
Müslüman kitlenin öncelikle rejime olan itirazlarını bertaraf ederek uygulamalara yönlendirmek ve ardından onları sınırlandırmak ve bu sınırlandırılmış talepleri de zamana yayıp kısmen yerine getirerek siyasi ve ekonomik rant elde etmek muhafazakar demokrat partilerin metodu haline gelmiştir. Zaman, imkân ve şartlara atıfta bulunularak öncelikle talepler şekillendirilmiştir. Düşmanın büyüklüğüne vurgu yapılarak itiraz ve talepleri törpülenmiştir.
İngiliz patentli CHP’nin İslâm ile savaşarak yine İslâm üzerinden elde ettiği siyasi rant ve ikbal ayrı bir yazının konusudur. Ne ki; DP, MNP, AP, MSP ve ANAP’tan tutun da AK Parti’ye kadar aynı metotla Müslüman kitlenin duygu ve tepkileri kanalize edilmiş, talepleri sınırlandırılmış, zamana yaydırılarak bunlar üzerinden siyasi rant ve ikbal elde edilmeye devam edilmiştir.
Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu partisi CHP’nin İngiliz güdümlü siyaseti 1945’lere kadar sürmüştür. II. Dünya Savaşı’nın ardından “süper güç” olarak ortaya çıkan ABD, Birleşmiş Milletler vb. evrensel kurumlar ihdas ederek yeni bir dünya düzenin alt yapısını hazırlamıştır. Böylece II. Dünya Savaşı öncesi hüküm süren İngiliz hegemonyası tökezlemeye başlamıştır. ABD, İngiliz hegemonyasının hüküm sürdüğü ülkeleri yeni dünya düzeni gereği kendine bağlamaya koyulmuştur. İşte ABD’nin üzerinde çalıştığı bu ülkelerden biri de Türkiye olmuştur.
Orduya sızamayan ABD demokratik siyaset üzerinden Türkiye’nin yönetim erkini eline geçirmeye çalışmıştır. Nitekim A. Menderes’in CHP’den ayrılarak kurduğu DP, CHP’nin İslâm’a ve Müslümanlara yönelik hukuksuz uygulamalar üzerinden bir siyaset yürütüp Müslümanların hissiyatını sömürerek daha ilk seçimden büyük bir zaferle çıkmıştır. Ancak dikkat edilmesi gereken şey DP’nin gündeme taşıdığı konular hep uygulamaya yöneliktir. Asla rejime yönelik bir söylem ile meydana çıkmamıştır. Hâlbuki laik rejim sosyal dokuya ve halkın medeniyet kodlarına uyum sağlamıyordu. Daha o günlerde istenilseydi fikrî ve siyasi çalışma ile laik rejim kolayca bertaraf edilip yerine yeniden Hilâfet ikame edilebilirdi. Ancak DP’nin biri demokrasiyi benimsetmek, diğeri yönetim erki üzerinde Amerika’nın söz sahibi olmasını sağlamak olan iki ana hedefi vardı. Bu yüzden bütün dikkatler halkta büyük infialler meydana getiren ezanın Türkçe okunmasına çekilmiştir. Hilâfet’in kaldırılması, yerine laik ulusal bir rejimin kurulması, şeriatın tatil edilerek yerine birer birer küfür hükümlerinin yerleştirilmesi ve Kürt varlığının reddedilmesi halkın dikkatinden kaçırılmıştır. Nitekim Menderes’in ülkeyi ABD’nin güdümüne sokmaya çalışmasından dolayı İngiliz cuntası tarafından idam edildiği gerçeği çarpıtılarak halk, “ezanı aslına rücu ettirdiği için idam edildi” yalanına inandırılmıştır. Böylece halkın teveccühü, DP’nin yerine kurulan AP’ne yönlendirilmiştir. Gerçekte bu, tarihte eşine az rastlanır büyüklükte ustaca tezgâhlanıp sergilenen bir algı operasyonudur ki sistemin yerleşmesine büyük katkı sağlamıştır. Dahası, sistem partilerinin bugüne kadar kullanıp tüketemedikleri bir oy kitlesinin ortaya çıkmasını sağlamıştır. 18 yıl süren ezanı Türkçe okutma zulmü 1950’de son bulunca Müslüman kitle, demokratik siyaset yoluyla da İslâm’ın geri getirilebileceğine inanmaya başlamıştır. Dahası, 1980 darbesine kadar Müslüman kitlenin “mahfazalar sağcı” partilerin etrafında kenetlenmesini ve rejimi sorgulamayı akıllarından bile geçirmemesini sağlamıştır.
1980 darbesi sonrasında çıkarılan kamuda kılık kıyafet yönetmeliği kadınların kamu kurumlarında başörtüleriyle çalışmalarına izin vermemekteydi. Ancak İngiliz yanlısı derin devlet yıllar sonra bu yasayı Amerikancı kesimi tasfiye etmek için bir manivela gibi kullanmaya başlamıştır. Nitekim 28 Şubat 1997’de MGK’nın, irticayla mücadele gerekçesiyle aldığı kararlardan biri de kamu kurumlarında başörtüsünün yasaklanması olmuştur. Ardından “3. Yılmaz Hükümeti” de denilen ANA SOL-D (30 Haziran 1997-11 Ocak 1999) Hükümeti iktidarında da tıpkı Arapça ezanın yasaklanması gibi kamusal alanda başörtüsünün görünür olmasına yasak getirilmişti. Adı geçen koalisyon hükümeti yasağı acımasızca uygulamaktan geri durmamıştır.
Çoğu kez askerî cunta olarak kendini gösteren derin devletin dayattığı başörtüsü yasağı ve siyaset üzerindeki baskısı, halkta ezanın Arapça okunmasının yasaklandığı yıllardaki gibi büyük bir infial uyandırmıştı. Bu hukuksuzluk Menderes çizgisinde siyaset yapan aktörlere yeni bir mümbit zemin bahşetmiştir. 55. 56. 57. koalisyon hükümetleri İngiliz güdümlü derin devletin vesayeti altında siyaset yapmaya devam ededursun, Amerika’nın ılımlı İslâm projesinin gönüllü figürleri, durumu fırsat bilerek ve yer yer risk alarak -deyim yerindeyse-İngiliz zihniyetine şah çektiler. Bütün güvenceleri başörtüsü yasağının halkta meydana getirdiği infial idi. Arapça ezan yasağının DP tarafından nasıl oya tahvil edildiğini hatırlamış ve yeni kurulacak parti için zeminin hazır olduğu kanısına varmışlardır. Zira Menderes ve Özal çizgisinde olduğunu defalarca vurgulayan R.T. Erdoğan başkanlığında kurulan AK Parti, 3 Kasım 2002 seçimini zaferle kazanmıştır. İngiliz cuntası, başörtüsü ve irtica üzerinden Amerikancı siyasi aktörleri tasfiye etmek için çok manevra yapsa da bunu başaramamıştır. Başörtüsü yasağı Müslüman kitlenin canını öylesine yakmıştı ki çözümün şekli onları ilgilendirmemekteydi. Başörtüsü meselesini demokratik özgürlükler bağlamında çözen iktidar, tıpkı ezan meselesinde olduğu gibi halkın demokrasiye olan güvenini pekiştirmiş oluyordu. Bu vb. icraatlar (kat sayı, zorunlu eğitimin kesintisiz sekiz yıla çıkarılması) AK Parti’ye 18 yıl tek başına iktidar olma yolunu açmış oluyordu. Ardından “FETÖ”nün darbe teşebbüsü AK Parti’ye İngiltere güdümündeki asker ve bürokratları büyük ölçüde tasfiye etme fırsatı vermiştir. Böylece oynanan bu siyasi satranç oyununda İngiliz patentli CHP ve onun derin gücü büyük oranda tasfiye olmuş oldu. Neticede ABD yanlısı demokrat politikacılar ile yerleşik militarist laik İngilizci politikacılar arasında süren mücadele, ABD’nin zaferiyle sonuçlanmış oldu. Ardından Cumhurbaşkanlığı/Başkanlık sistemine geçilerek Türkiye’nin Amerikan hegemonyasına demir atması sağlandı.
Diğer taraftan 18 yıllık iktidarın ülkeyi getirdiği ahlaki, sosyal ve ekonomik nokta hiç de iç açıcı olmamıştır. Amerikan tipi Başkanlık sistemi de beklentilere cevap verememiştir. Artı, son mahalli seçimlerde İstanbul ve Ankara’nın CHP’ye kaptırılması iktidarı endişelendirmiştir. Tez elden istismar edilmesi gereken bir malzeme bulunmalıydı! Evet, bu malzeme, Ayasofya olabilirdi! Yeni Zelandalı bir teröristin tehditleri üzerinden önce ustaca halk arasında tedavüle sokulmuştur. Ardından bilinçli bir şekilde, “Bu işin bir siyasi boyutu var, yanı var. Yan tarafta Sultanahmet’i doldurmayacaksın, ‘Ayasofya’yı dolduralım’ diyeceksin. Bu oyunlara gelmeyelim. Bunların hepsi tezgâh. Biz ne zaman neyin nasıl yapılacağını çok iyi biliyoruz. Bu namussuzlar böyle dedi diye biz adım atmayız.”[1] denilmiştir. Yani “Bu büyük bir iştir.” “Bunu yapmak çok zordur.” “Bunu gerçekleştiren büyük bir kahramandır.” demeye getiriyordu.
Ardından yorulan iktidara taze kan olacak ve Müslümanların kronikleşmiş devasa sorunlarının üstünü örtecek bir icraat olarak Ayasofya’nın ibadete açılması fiilen gerçekleştirilmiştir. Açılış tarihi olarak Lozan Anlaşması’nın 98. Yıldönümü olan 24 Temmuz 2020 günü belirlenerek İngiliz yanlılarına son bir mesaj verilmek istenmiş olmasıyla birlikte Müslüman kitlenin demokrasiye olan bağı bir kez daha perçinlenmek istenmiştir. ABD durumdan memnun, Avrupa Türkiye’yi tamamen Amerika’ya kaptırmanın endişesi içinde kalakalmıştır!
Müslümanlar mı? Onlar şimdilerde Ayasofya’nın camiye çevrilmesi ile yeni küçük bir mutluluk yaşamaktadırlar. Ne de olsa dikkatleri mevsimlik meselelere odaklanmış durumda! Rejimle bir alıp veremedikleri yok havasındadırlar. Bir dahaki sefere hangi kutsal değerinin sömüreceğini merak ediyorlar mı dersiniz?
Allah bize olup biten her şeye Allah’ın nuru olan Kitap ve Sünnet perspektifiyle bakma izan ve ferasetini versin! O zaman kimse tarih değer ve kutsallarımızı sömüremeyecektir. Kimse bizi asıl meseleyi ihmal edip ayrıntılarda boğulmaya sürükleyemeyecektir.
[1] Akit Gazetesi; 16.03.2019
Köklü Değişim / Mustafa Küçük