قَالُوا يَا مُوسٰٓى اِنَّا لَنْ نَدْخُلَـهَٓا اَبَداً مَا دَامُوا فٖيهَا فَاذْهَبْ اَنْتَ وَرَبُّكَ فَقَاتِلَٓا اِنَّا هٰهُنَا قَاعِدُونَ
İsrâiloğulları, “Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukları sürece biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız!” dediler. (Maide Suresi 24. Ayet)
Modern Batı Dünyası’nın akılları sıra medenileşmiş(!) topraklarından sınırsal olarak tecrit ettikleri “Müslüman Dünyası”nı, insanların zihinlerinde de tecrit edebilmek ve söz ustalığı ile aşağılamak için kasıtlı olarak kullandığı bir tanım olan “Orta Doğu” kavramı, biz Müslümanlara ait bir kavram değildir . Bu kavramla ilgili bazı Müslüman yazarlar “Ana Kıta” gibi bir tanımlama yapsa da, bu bahsi geçen yerler; esasında tarih boyunca vahyin canlı şahitliğini yapmış ve her dönem farklı kavimleri uyarmak için gönderilmiş mübarek elçilere (Nuh, Salih, Musa, İsa, Muhammed a.s.…v.d.) ev sahipliği yapmış ve anlamını da buradan alan “mukaddes topraklar”dır(Maide 21). Yani bu bölgenin ticaret yolları üzerinden bulunması ve petrol bakımından çok çok zengin olduğunun keşfedilmesinden çok daha önceleri, her kavme gönderilen ilahi mesajlarla mukaddes hale gelen ve değerlenen topraklardı.
Kitâb-ı Mukaddes’e göre Hz. İbrâhim (as) ve onun soyundan gelenlere verileceği Tanrı tarafından vaad edilmiş olan (Tekvîn, 17/8) bu topraklar, bugünkü Filistin’i de içerisine alıyor. Kutsal topraklarda bir çok kavim yaşamış olmasına rağmen, sadece Yahudileşmiş zihinler burasını kendilerine “vaat edilmiş topraklar” olarak algılayıp millileştirmeye çalıştı. Peygamberlerin hak yolunu izleyen, garibi koruyan, yeryüzünde haksız yere kan dökmeyen kullarına vaad edilmiş ve bütün memleketlerin süsü (Çıkış, 3/8) olarak tanımlanan toprakları, Allah’ın mülkü olarak değil, Yahudilerin malı olarak kendi adlarına tescillediler.
Tabii ki bu azgınlığın hikâyesi çok önceleri başlıyor. Rivayete göre Hz. Ya‘kub ve oğlu Yûsuf’un (as) isteği üzerine diğer oğullarıyla birlikte Mısır’a yerleşmeden önce Filistin’de yaşamıştı. Uzun süre Mısır’da yaşamış olan İsrâiloğulları sonunda Firavun’un zulmüne mâruz kalınca Hz. Musa (as) önderliğinde atalarının yurduna Filistin’e ve Kudüs’e dönmeye karar veriyorlar. Ancak o bölgeye yerleşen Amelikalılar ve Keldanilerin güçlü kuvvetli orduları olduğunu görünce, Hz. Musa’ya (as) gönül vermiş bir-iki kişi İsrailoğullarına; “…oraya girdiğiniz an artık kesinlikle siz galipsiniz. Eğer müminler iseniz ancak Allah’a güvenin” dese de, o müminlerin dışında kalmış olanlar ““Ey Mûsâ! Orada zorba bir topluluk var, onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla giremeyiz. Ama oradan çıkarlarsa biz hemen gireriz. Ey Mûsâ! Onlar orada bulundukları sürece biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve rabbin gidin savaşın; biz burada oturacağız!” diyorlar. Bu sözün bir Peygamber için ne kadar göğüs karartıcı bir acı olduğunu sadece tahmin edebiliyoruz. Başlarına gelen binbir türlü musibet karşısında her defasında onları bulundukları zillet halinden onları kurtarması için Rabbine yalvarmış olan ve türlü türlü nimetlere gark olmalarına vesile olan Hz. Musa’nın (as) bu son azgınlık karşısında Rabbine niyazı; ““Rabbim! Ben kendimden ve kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum. Artık bizimle bu yoldan çıkmış kavim arasında sen hükmet” oluyor ve Yaradan hükmünü veriyor… 40 yıl İsrailoğulları per perişan çöllerde kayboluyor.
Şimdilerde de İsrailleşmiş zihniyetler ve karşısında yeni Musalar, tarihin tekerrüründe yeni figüranlar olarak karşımıza çıkıyor. Hz. Musa peygamberin (as) yerine geçmiş kocaman bir Gazze halkı var karşımızda. Tam 75 yıl öncesinde Müslümanların topraklarına haksız yere yerleşmeye başlayıp binbir türlü ayak oyunları ile hırsızlık yapan güçlü(!) bir kavme karşı, Allah’ın buyruklarını son nefeslerine kadar savunan mazlum Filistin halkı, Hz. Musa’dan (as) öğrendikleri vakarlı duruşları ile ABD, İsrail ve Avrupa ülkelerine meydan okuyor ve müminleri Allah için savaşa davet ediyorlar. Kassam Tugayları ve Yemen halkı, bütün dünya Müslümanlarına ve devletlerine, “Haydi kalkın ayağa, yapabiliriz. Eğer ki oraya bir kez girebilirsek artık kesinlikle galip olacağız. Eğer ki müminlerseniz, yalnızca Allah’a güvenin. Onların ne malı, ne nüfusları, ne ticaretleri, ne tankları, ne tüfekleri, ne gemileri bize zarar veremeyecektir. Galip gelecek olan Allah’tır.” dedikçe, asırlardır Firavunların sömürgesinde yaşayarak soysuzlaşmış ve köleleşmiş, konformizm bataklığına düçar olmuş Müslüman dünyası ise, iman ve ideallerini ikbal beklentilerine satıyor. Daha yeni savaştan çıkmış ve fakirlikten başka bir şeyleri olmayan Yemen’in orduları ve Hamas mücahitleri dışında kalanlar; “Ey Gazzeliler ! İsrailoğulları orada bulundukları sürece biz oraya asla girmeyeceğiz. Siz ve Rabbiniz gidin savaşın; biz burada oturacağız!” diye sesleniyor. Muhakkak ki, onların yaşadığı terk edilmişlik duygusu Hz. Musa’nınkinden (as) farklı değildir. Duaları, “Artık bizimle bu yoldan çıkmış kavim arasında sen hükmet!” demekten başka bir şey değildir.
Eğer Rahman sözü hak ise, eğer ki sünnetullah gereği Allah’ın adaletinde bir değişme/sapma göremeyeceksek, eğer ki bizden öncekilerin başına gelenler bizimde başımıza gelmeden kurtulamayacaksak, bizi neler beklemektedir? Bunda düşünen bir kavim için ibretler yok mudur? Bütün insanlık alemi, Rabbimizin indireceği her hayra muhtaçtır. Rabbimizden bize bir yol göstermesini niyaz ederiz. Şüphesiz ki en doğrusunu Allah bilir.