“Din bir hayal ve hülya değildir; şirkten arınmak, nefsine galip gelerek açıkça bilinen haramları terketmek, farzları yapmak, şüpheli şeylerden sakınmaktır” diyordu ikinci Halife Ömer..
“Dinde esas olan (1) doğru inanç.. (2) açıkça bildirilen büyük günahlardan kaçınmak.. (3) farzları yerine getirmektir..
Bu ilkelere ısrarla sarılmak gerekir.
Dinin anlaşılması ve yaşanması hususunda ileri adımlar atmak üzere ilimde derinleşmek,
Bu temel şartların yerine getirilmesinden sonra ancak anlamlı ve değerli olabilir.
Dini esasları tartışma konusu yapan kişi, onu kendi görüşü haline getirmiş olur. Kendi görüşünü dinin mutlaklığına çıkartansa yeni bir din koymuş olur” diyordu İbn Mukaffa..
“Tevhid akidesini gereği gibi anlayınız ve ona toz kondurmayınız. Şirk veya küfür niteliği taşıyan şeylerden onu titizlikle koruyunuz. Bunun için Kur’an’dan başka bir şeyi ölçü almayınız. Zira Allah bu konuda kendisine ortak tanımaz. Nitekim Resulullah da bu konuda aynen böyle yapmış, akidesini yalnızca Kur’an’dan almıştır” dedi Ercümend Özkan…
Özkan’ın bu sözünü diğer sözlerinden ayırıp salt akaide, düşünceye, düşüncede netliğe sığdırmak ve bu eşikte tutmak
O’nun dini veya inanç esaslarını Kur’an dayanaklı tevhid akidesiyle sahihleştirirken
Amelini/etkinliklerini/ilişki biçimlerini “sünnet temelinde” ıslah ettiğini ihmal etmektir. Şahidin şahitliğini parçalamaktır.
Özkan’ın Kur’an’ın hayatlaşması hususunda sünnete verdiği önem ve değer yanı neden öne çıkartılmaz veya ikinci plana atılır?…
Özkan’ın çağına ve çağdaşlarına kıyasla çok iyi bildiği ve anladığı, ve vüsatince uyguladığı bir husus vardı: Sünnet. O sünnet anlayışıydı onu yaşadığı çağdaş sosyal sistemde “sivrilten” şey!…
Ne demek istedik? Hz Muhammed kendi Mekkesinde yeni getirdiği dinini “inanç düzeyinde tutsaydı” veya “düşünce eşiğinde bıraksaydı”, milletiyle, milletini yöneten ileri gelenleriyle arasında hiç bir ihtilaf çıkmayacak, hatta aralarında saygın bir yer dahi edinecekti.
Nitekim kendisine sunulan tüm uzlaşı teklifleri bu çerçevede geçerli tutulmuştu.
Oysa peygamber dinini inançlardan bir inanç olarak sunmadı, salt inanç yapmadı.
İnancını, inanç unsurlarıyla toplumsal hayatı düzenleyen bir “din”e, bir “düzene”, bir “yargı sistemine”, bir “yönetim biçimine” dönüştürdü. Bunun için öznel organizasyon kurdu.
Hz Muhammed’in ve arkadaşlarının başına gelenlerin sebebi buydu, dindar hemşerileriyle arasındaki ihtilafa ve çatışmaya sebepte buydu. Buysa sünnetullahta değişmeyen yasaydı…
Çağdaş şahitlerden ve salihlerden Ercümend Özkan’ın bu yanını ihmal etmek ya da onu salt bir “düşün adamı, inançlardan bir inanç mensubu” yapmak iyimser ihtimalle bir gaflettir…
Şahitler kervanında yer alanları anmak onların ibretlik hayatlarını, tutum ve tavırlarını bütün olarak ele almak, onları onlar yapan özsel nitelikleriyle selamlamaktır.
Hüseyin Alan