“Dünya yer ve gök kalınlığında bir yakut taş üzerine konulmuştur. Bu taş kırk bin ayaklı bir öküzün boynuzları arasında yer alır. Öküzün boynuzları yerin etrafında arşa kadar yükselmiş ve bu suretle yerlerle gökler birbirleriyle perçin edilmiştir. Ve dünyayı taşıyan bu kocaman öküzün ayakları yedi kat yer ve yedi kat gök büyüklüğünde kumdan bir tepenin; tepe de o nispette büyük bir balığın arkasındaki kanadın üzerinde bulunur…”
***
Ehli kitaba dayandırılan bu ve benzeri rivayetlerin yüzyıllar süren bir zaman diliminde kulaktan kulağa nesilden nesile aktarımlarla günümüze dek gelen, gerçeği yansıtmayan hikâyeler olduğunu artık biliyoruz.
Ve bu tür hikâyeleri tevil ederek günümüze aktarmaya çalışan tahripkâr ama samimi dindarlar her dönem olacak şüphesiz.
Bizdeki kaynaklarda da Nebiye atfen: “ Dünya öküz ve balığın üzerindedir…” benzeri rivayetler bolca bulunmakta.
Hadis alanında yapılan çalışmalar tüm bunların Müslüman olmuş Yahudi alimlerin kendi eski dini kıssalarını İslami bir formatta Nebinin sözleri gibi gösterip anlatmalarıyla başladığını göstermekte.
***
İlk dönem Müslüman neslin elinde Allah’tan gelen bir vahiy, o vahyi açıklayan bir Nebi vardı. Biz biliyoruz ki Allah resulü o günkü Arap toplumunun İslam’a muhalif olmayan birtakım gelenek ve örflerini değiştirmeden uygulamaya devam etti. Biz bugün geçmiş örfün yaklaşık yüzde seksenlik bir oranda değişmediğini, muhafaza edildiğini biliyoruz. Allah Resulü hâlihazırdaki örf İslam’a uygun ise çoğu zaman devamını emrediyordu. Ancak sonraki kuşaklarda neyin gelenek, neyin din olduğu karıştı ve geleneğin din gibi kesin çizgilerle sunulması sorunu ortaya çıktı. Bu noktadan sonra problem neyin “din” neyin ” gelenek” olduğunun anlaşılamaz hale gelmesidir. Kıyafetten tuvalet adabına, yatış şeklinden gündelik hayatın her yönüne ait davranışların din kabulü ile mutlaklaştırılması; örfün ilahi olanla karışması sorununu gündeme getirdi. Arap toplumuna ait örflerin vahiy sanılma sorunu böyle başladı…
***
Elçinin bireysel olarak devamlı yaptığı bazı davranış kalıpları geleneksel olsa da o güne ait çözüm önerileri idi.
Herhangi bir ihtilaf yoktu ve Hz. Peygamber o toplumun tartışılmaz lideri, mutlak otoritesi idi.
Öyle ki, onun sağlığında geniş ölçüde sünnetin kaydına ihtiyaç ta duyulmadı.
O Kur’an’ın yazımına son derece önem vermesine rağmen sünnet ve hadislerinin yazılmasını teşvik etmedi.
Kur’ an dışında yazdırdıkları sınırlı sayıda şeylerdi ve irtihalinden sonra ortaya yeni problemler, ihtilaflar çıktı.
Bu problemler sonucu din ve geleneği yorumlayış farklılıkları fırkaları, mezhepleri, kamplaşmaları ortaya çıkaracaktı.
İslam dünyası genişliyor, sahabe sayısı azalıyor, dini önderlik zayıflıyordu. Ve “hangi yol onun yolunun devamıdır” cümlesi artık tartışmaya açık idi…
***
Biz biliyoruz ki Hz. Peygamber 23 senelik nübüvvet sürecinde değişen ve gelişen bir yol izledi.
İçinde yaşadığı toplumun yararlı uygulamalarını muhafaza ederken değişimi ihmal etmedi.
İrtihali sonrası İslam düşüncesi uzunca bir süre durağanlaşmış olsa da; Allah’ın kitabının sapasağlam duruyor oluşu, her asırda tevhid merkezli okumaların devamını/vukufiyetini sağladı.
Ancak bu noktada toplum geneli belli bir gelenek anlayışında uzlaşamadı; mezhep, tarikat, fırka, parti, okul, cemaat benzerlerinin farklı okuyuş anlayış ve uygulamaları bir kaos iklimi doğurdu.
Şu an İslam dünyasında pratik olarak yaşanan bir ölçüde budur.
Bugün artık mezhepler ve ekoller kendi içlerinde bile uzlaşmaz ayrılıklar içerisinde kısır tartışmalarla didişip durmakta.
Batılı oryantalistlerin İslam tarihine ve özellikle de hadis tarihine ilişkin şüpheci açıklamaları tenkitçiliği yaygınlaştırdı. Akıl, adalet, bilim, insan hakları, özgürlük, eşitlik gibi temel referans kavramları, bırakın halkı, Müslüman entelektüeller arasında bile uzlaşı yerine ihtilaf kaynağına dönüştü.
Coğrafyalar arası hayat şartları ve yaşamsal farklılıklar beraberinde bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler, geçmişle aramızda ciddi yaşamsal değişiklerin ortaya çıkışını ve Hz. Peygamberin geleneksel hayat tarzının çoğu şekli pratiklerini sürdürmeyi neredeyse imkânsız hale getirdi.
Bu da sonuçta teorik olarak yapılması gerektiğini düşünmekle beraber Nebevi sünneti hayata aktaramama gibi bir ikileme neden oldu.
O halde din ile geleneği birbirinden ayırmak, din zannı ile 15 asır önceki Arap geleneğini din sanmamak için Hz. Peygamber’in davranışlarını Kurana takdim etmemiz elzemdir.
Müslümanlar geleneklerini kayıtsız şartsız otorite kabul edemezler.
Kuran, Arap müşriklerini bununla suçluyordu zaten.
Hz. Peygamber’in uygulamalarını, hangi sıfatla (yani bir nebi olarak mı yoksa bir idareci olarak mı) yaptığını anlarsak ne kadar bağlayıcı olduğunu da anlayabiliriz.
Onun din alanı dışında kalan söz ve uygulamaları şartların ve zamanın farklılaşması ile değişime uğrayan, mutlak olmayan, uygulamalardır.
Defi hacetten sonra temizlik yapılmasını emreden Hz. Peygamber, içme suyunun bile zor bulunabildiği bir coğrafyada, insanları sıkıntıya sokmamak için temizliğin taşlarla yapılmasını önermekte idi.
Burada esas olarak istenilen şey defi hacet sonrası temizlik idi; yoksa temizlikte taş kullanılması değildi.
Artık günümüzde kapı önünde durup selamla izin isteme, kapı ziline; taşla taharetlenme tuvalet kağıdı ve suya; eşek, at veya deve üzerinde yapılan seyahat, araba veya uçağa; ok atıcılığı yerini silah ve füze kullanımına; binicilik araba kullanımına; cihat için hazırlanan “besili atlar” da yerini askeri araç ve gereçlere bıraktı.
O halde çoğu hususu aslında pratik anlamda hayatın içerisinde uyguluyor; şekilden çok uygulamaların bugünkü şartlarda ifade ettiği anlamı dikkate alıyoruz zaten.
***
Hz. Peygamber devlet başkanı ve toplumu ıslah eden bir idareci sıfatı ile hakkında vahiy olan konularda değişikliğe giderken ve uygularken hakkında vahiy olmayan konularda da hali hazırdaki örfü, geleneği uyguluyordu.
Dolayısıyla geçmişten gelen bazı uygulamalar “tüm zamanlar için bağlayıcı değildir” şeklindeki bir yaklaşımı tercih ederek geleneği dinden ayrıştırmanın ilk adımını atmalıyız.
Toplumların kendi yerel gelenek ve örflerinin dinin temel ilkeleriyle çelişmediği sürece azami ölçüde hassasiyet göstererek kabulü de bu alanda atılması gereken ikinci önemli adım olmalı.
Ve bu anlamda geleneği yeniden okumak, din ile geleneği ayrıştırmak, toplumlara geleneği din olarak dayatmamak elzemdir.
Tabii geleneği de din dışılıkla suçlayarak yok sayıcı mülahazalarla, okumamak kaydı ile…
Selam ve dua ile…
Her Taraf / Enes Tarım