Televizyonda bir belgesel izledim. Bir araştırmacı çift ABD’nin veya Avrupa’nın büyük şehirlerinde çöp kutularını dolaşıyor.
Sebep?
Sebep şu: Acaba çöpe ne kadar gıda atılıyor? Koca koca bidonların içinde neler var neler? Seyretseniz küçük dilinizi yutarsınız.
Bu şehirlerin marketlerinde satılan gıdalar yüzde doksan paketlenmiş olduğundan, hiç açılmadan, olduğu gibi çöpe atılmış.
Sebep?
Sebep şu: Üzerlerindeki “son kullanım tarihi”ne göre ömürleri bitmiş.
Ama nasıl olur?
Eldeki konserve, mantar, salça, mısır gevreği, et, süt, peynir, zeytin vb. gibi aklınıza gelen bütün gıdaların “son kullanım” tarihi dolmamış.
Kiminde bir ay, kiminde iki ay var.
Peki neden atılıyor bunlar?
Tüketici psikolojisine göre “bayat” sayılıyor.
Tüketici “daha taze” gıda istiyor.
Yahu arkadaş; bu zaten paketlenmiş, sen üstündeki tarihe bak. Elleyip, koklayarak taze mi, bayat mı olduğunu nereden anlayacaksın? Üstündeki tarihe ve bu tarihin titizlikle denetlendiğine inan, güven.
“Gıda endüstrisi” bu inancı ve güveni sana verir, tasalanma.
Marketlere mahkum yaşamaya alış, kabul et. Çöpten gıda toplayan çift, araştırmalarının gerçek olduğunu kanıtlamak için bu gıdaları evlerine taşıdılar.
Açılmamış kutular, paketinden çıkmamış gıdalar. Aylarca bunları yiyerek geçindiler.
(Bunlar gibi binlerce aile çöpten topladıkları ile geçinebilir. Ülkemizde de zaman zaman yetkililer dudak uçuklatan ekmek israfını açıklamıyorlar mı?)
Belgesel şunu demek istiyor: Gıda endüstrisi “israf” üzerine bina edilmiştir. Endüstri olmaz ise “dünya aç kalır”.
Bu hurafeye inanmamız için her şey yapılıyor. Endüstrinin finanse ettiği laboratuvarlar, bilim adamları, dergiler, kongreler, hatta üniversiteler var.
Eh, bilim böyle diyorsa yapacak bir şey yok.
Emir ilahî yerden geliyor.
Sıkıysa karşı çık.
Seni anında bilim karşıtı, çağ dışı, geri zekalı hatta terörist ilan ederler. Seni sosyal medyaya verirler. Anadan doğduğuna pişman olursun.
İlaç endüstrisi de böyledir. Otomotiv de.
Gün geçmiyor ki televizyonda bir gıda programına, sağlıklı yaşam tartışmasına şahit olmayalım.
Ne yiyelim?
Ne yemeyelim.
Tereyağı yararlı mı, zararlı mı?
Bana sorun arkadaş bana!
Ben bu yağla büyüdüm.
Ama hangi tereyağı?
İzin verin anlatayım.
Yaylada otlayan hayvan (koyun, keçi inek). Onun sütü kaynatılır, yoğurt yapılır. Yoğurt yayıkta yayılır.
Yayıldıkça tereyağı üste çıkar, kaşıkla alınır. İşte gerçek tereyağı budur. Geride kalan şeye “ayran” denir. Bu ayranı bulsak da içsek. Plastik kutularda satılanlar katiyyen ayran değildir. Hatta yoğurdu bir tasa koyup üstüne su ilave ederek çalkalaya çalkalaya yapılan şey de ayran değildir. Ona “çalkalama” derler.
Peki bu yağı nereden bulacağız, madem şifa imiş biz de yiyelim.
Ben onu bundan elli yıl önce Munzur yaylalarında sürü besleyip, yağı Erzincan, Kemah, Tunceli pazarlarına indiren aşiretlerden alırdım.
Gıda tartışmalarından birinde, bir biyokimyacı hanım şöyle dedi: Temiz toprak, temiz hava, temiz su, doğal gübre ile yetişen, ıslah ve başka yollardan doğasına müdahale edilmemiş gıda. Mümkün ise çiğ yenilmeli. Hücrenin ihtiyacı olan “enerji” bu yoldan gelmeli.
Ben işi daha da romantize edeceğim.
Dağda otlayan hayvanın duyduğu su sesi, rüzgâr sesi, kuş sesi, arı sesi; havanın kokusu, çiçek kokusu, kekik kokusu, toprak kokusu, hasılı hayvanın etrafını saran milyonla unsur ve bunların sağladığı atmosfer. Et budur işte.
Beslenme konusu “nazik” bir mesele. Dünyada her gün açlıktan milyonla çocuk ölüyor. Beri yanda gıda israfı ve obezite. Ne yapmak lazım?
Zor soru.
Yeni Şafak / Mustafa Kutlu