Bu yazıda Celaleddin Rumî’den bir tek not aktarmak ve bu notun kritiğini yapacağım. Bu notu sizlerin dikkatinize sunmak istiyorum. Bakalım nasıl bir kanaat oluşacak?
Celaleddin Rumî Fîh-i Mâ Fîh’te şöyle bir hikâye anlatıyor (Koyu yazılı kısımlara varıncaya kadar, noktasına virgülüne dokunmadan aynen iktibas ediyorum):
“Rivayet etmişlerdir; Tanrı rahmet etsin, esenlikler versin, Peygamber, sahabeyle bir savaştan gelmişti. Bu gece şehrin dışında yatacağız, yarın gireceğiz şehre diye davul çalın buyurdu. A Tanrı elçisi dediler, sebebi ne? Olabilir ya dedi, kadınlarınızı yabancı erkeklerle buluşmuş görürsünüz; canınız sıkılır; bir fitnedir, kopar. Sahabeden biri dinlemedi; kalkıp gitti; karısını bir yabancıyla buldu. Peygamber’in yolu buydu: Kıskançlığı, öfkeyi gidermek için zahmet çekmek; kadını doyurmak, giydirip kuşatmak için zahmet çekmek; yüz binlerce hadsiz-hesapsız zahmetler tatmak; böylece de Muhammed’lik âlemi yüz gösterinceye dek dayanmak. Îsa’nın yolu, çabalamak, yalnızlık, isteğe uymamaktı; esenlikler ona, Muhammed’in yoluysa kadının ve insanların derdini-cefasını çekmek. Mademki Muhammed’in yoluna gidemiyorsun, bari Îsa’nın yoluna git de bir uğurdan yoksun kalma. Sende bir arılık varsa yüz sille yersin, meyvesini, karşılığını ya görürsün, yahut da göreceğine inanırsın; mademki buyurmuşlardır, haber vermişlerdir, elbette böyle bir şey var, sabredeyim de zamanı gelir, birdenbire o haber verdikleri şey bana da ulaşır dersin; ulaştığını da görürsün. Değil mi ki bu zahmetler yüzünden şu anda hiçbir şey elde edemedim amma sonunda defîneler bulacağım diyorsun. Bunu gönlüne koymuşsun; defînelere ulaşırsın, beklediğinden, umduğundan fazlasını elde edersin. Bu söz, şimdi tesir etmez amma bir zaman sonra daha pişkin, daha olgun bir hale gelirsin, o vakit adam-akıllı tesir eder sana.” (Mevlana Celaleddin, Fîhi Mâ-Fîh, Çeviren: Abdülbâki Gölpınarlı, 4. Baskı, İst-2009, İnkılap yay. s. 74-75).
HİKAYENİN ÖZETİ
Paragrafın ilk dört-beş satırında anlatılan hikâyeden anlaşıldığına göre, Rasulullah Muhammed (sav), sahabesiyle bir savaştan dönüşte, Rasulullah (a.s) ordusunu şehre girdirmemiş, şehrin dışında yatırmış. Şehre ertesi gün girmeyi uygun bulmuş. Bunu savaştan dönen sahabesine duyurmak için davul çaldırmış. Tabi haliyle savaştan dönen sahabe bunun sebep ve hikmetini kavrayamadığı için ister istemez, “bunun sebebi nedir?” diye sormuşlar. Rasulullah ise sebebini şöyle açıklamış: Olabilir ya, şu anda şehre girersek, hanımlarınızı kendi evlerinizde yabancı erkeklerle bulabilirsiniz! Buna da canınız sıkılır! Bir fitne çıkar! Nitekim sahabeden biri Peygamberin bu emrini/uyarısını dinlemez, evine gider ve aynen Peygamberin dediği manzara ile karşılaşır…
Eeeee, sonra?
Sonrası yok… Celaleddin Rumi hikâyeyi tam orada kesiyor. O noktadan itibaren, hikâye üzerine, kendisine ait ve o hikâyedeki espriye münasip bir felsefe geliştiriyor. İsterseniz buna, geleneksel “Fetö” ya da “Rumî hezeyanları” diyebilirsiniz…
HİKÂYENİN TAHLİLİ
Şimdi hikâyeyi adım adım tahlil edelim.
1.Celaleddin Rumî ‘Peygamber’ kelimesi ile belli ki Rasulullah Muhammed (sav)’i kastetmektedir. Çünkü ‘rivayet’ sahabesi ile bir savaştan geldiğini bildirmektedir.
2.‘Şehir’den muradın Medîne olduğu açıktır. Çünkü Rasulullah (a.s) savaşa sadece Medîne döneminde gitti.
3.Savaştan dönüşte Rasulullah’ın, yukarıda özetlenen ve rivayetin kendisinde de çok açık ve net olarak belirtilen gerekçeye (hikmete) binaen, ashabını, evlerine dağılmak üzere Medîne’ye girmekten alıkoyduğu anlatılmaktadır. Gerekçe malum… Ama biz bunu biraz daha anlaşılır hale getirelim.
Rasulullah, ashabına diyor ki, şimdi (gece yarısı) evlerinize giderseniz, evlerinizde hanımlarınızın yanında başka erkekleri bulabilirsiniz! Yani Allah’ın Rasulü, ashabına, kendileri cihaddan dönerken, o saatlerde evlerinde hanımlarının yabancı erkekleri evlerine almış olabileceklerini söylüyor.
Yani Rasulullah Muhammed (sav) -hâşâ, onu sonsuzca tenzih ederim- ashabının namusuna dil uzatıyor. Ashabının hanımlarını ahlaksızlıkla itham ediyor. Kocaları cihada gitmiş sahabe hanımlarının, kocalarının yataklarına başka erkekleri almış olabileceklerini ima ediyor. Sahabenin hanımları da -genel itibariyle- mümine olup, sahabe olduklarına göre, sahabe hanımlara suizanda bulunuyor, namus iftirası atıyor yani!
Bir de, “bir fitnedir kopar” uyarısı ile, sanki ona, “bırakın onlar kendi âlemlerinde rahat etsinler, huzurlarını kaçırmayalım” demiş gibi bir söz dizimi yapılıyor. (Haşa).
Oysa namuslu kadınlara namus iftirası atanlara seksen sopa vurulmasını ve şahitliklerinin ebediyen kabul edilmemesini emreden ayetler Rasulullah’ın bizzat kendisine inmişti. Eşlerine namus iftirası atıp da, buna dair şahit de getiremeyenlere, Allah’ın lanetinin kendi üzerine olmasını dilemesi yöntemiyle bir set çekmek isteyen Kur’an ayeti de keza, aynı Rasulullah’a inmişti. Cenabı Allah, Rasulullah’ın hanımına namus iftirası atıldığında, bu iftirayı duyar duymaz müminlerden, hüsnü zanda bulunup, “bu açık bir iftiradır” demelerinin beklendiğini bildirmektedir.
İşte Celaleddin Rumî, böyle bir Rasulullah’a böyle bir töhmet, suizan ve iftirayı yakıştırıyor.
Bu yakıştırmanın yanında, Allah Rasulünü, sanki bu gibi işleri gayet olağan, sıradan buluyormuş, bunlarda öyle çok da garipsenecek bir durum görmüyormuş gibi bir tavırla resmetmektedir.
4.Rasulullahın bu uyarısını (suizan, töhmet) işiten ashabın herhangi bir tepki verdiğine dair bir açıklama bulunmamaktadır. Yani bu rivayetteki ashabın tutumuna göre, sanki onlar da bu gibi işleri sıradan, vak’ay-ı adiyeden saymaktadırlar. İçlerinden hiçbirisi, “Ey Allah’ın Rasulü! Bizler müminleriz, bizim eşlerimiz de mü’mindirler. Bizim evlerimizde bu gibi fahşa ve münkerat işlenmez. Bizim, namusumuzdan şüphemiz yoktur, evlerimize gitmek istiyoruz” diyen bir kimse bulunmamıştır. Yani ashab, -yine onları da kesinlikle tenzih ederim- hanımlarının namus meselesiyle itham edilmelerine ‘müsamahakar’ davranmaktadırlar!…
5.Nitekim sahabeden biri emri dinlemeyip evine gidiyor ve aynen Peygamberin dediği durumla karşılaşıyor. Demek ki diğer sahabe de gitseydiler, kim bilir içlerinden kaç tanesi (ya da hepsi?) aynı durumla yüzleşecekti(!)
6.Şimdi Celaleddin Rumî Rasulullah’a ve ashabına, Türkçede burada yazılamayacak sözcüklerle ifade edilen anlamda büyük büyük iftiralar atmış değil midir? Kur’an’ın, zaman zaman eleştirdiği (Uhud okçuları gibi) ama zaman zaman da Allah’ın kendilerinden razı olduğunu bildirdiği ashaba bu şekilde dil uzatmak hakkını Celaleddin Rumi nereden almaktadır? Bu büyük bir ahlaksızlık değil midir?
Rasulullah’a atfedilen birtakım -tıpkı bu rivayet gibi- rivayetleri eleştiren müminleri hemencecik sünnet düşmanı, hadis inkarcısı, ehli sünnet karşıtı, müsteşrik hayranı gibi çirkef sözlerle itham edenler, ‘Mevla’ edindikleri Celaleddin Rumî’nin bu en galiz iftiralarına karşı neden sessiz kalmaktadırlar? Rahmetli Seyyid Kutub üçüncü halife Osman’ın bazı icraatlarını eleştirdi diye, neredeyse dünyanın en lanetlisi kılmaya çalışan sefil zihinliler Rumî’nin bu hezeyanına neden bir itirazda bulunmamaktadırlar?
7.Celaleddin Rumî’nin kitaplarında ve bilhassa Ahmet Eflakî’nin Menakıbu’l-Arifîn’inde, kadınlara ilişkin yüz kızartıcı temsiller, sözler ve hikâyeler sayılamayacak kadar çoktur ve tek kelimeyle iğrençtir. Rumî’nin, bükük boyunlu, ellerini birbirine kavuşturmuş, süklüm-büklüm bir pîr-i fanî görüntülü resimlerine cuşa gelen saf zihinler, işaret ettiğimiz tasvirleri ya ona yakıştıramıyorlar, ya da o büyük bir irfan sahibi, kalp adamıdır, o dese de bir şey olmaz deyip geçiyorlar demek ki. Unutmamak gerekir ki, günümüzün Fetö’sü de benzer hezeyanları aynı özel-yapım pozlarla savuruyordu.
8.Geleneksel İslam anlayışının yaslandığı rivayet kültürü içerisinde, Rumî’nin ahlaksızca tasvirlerine benzer her türlü fahşa, münker, ilhad ve nifakı bulmak mümkündür. Hristiyan ve Yahudi entelijansiyası bu rivayetleri, İslam/Kur’an/Rasulullah düşmanlığı için tepe tepe kullanmaktadırlar. Celaleddin Rumî ve benzerlerinin ruhu bu anlamda şad edilebilir… Rumî ‘rivayet’ diyor ve orada iş bitiyor. Bu rivayet nerede geçmektedir, kaynağı nedir, bunun ilmi bir değeri var mıdır, bunlar asla onun meselesi değildir.
Sözün Özü
Celaleddin Rumî’nin felsefesi, Müslümanların zihinlerini allak bullak etmiştir. Onun ve benzerlerinin fikirlerinin İslam akidesinden ayıklanması gerekir. ‘Kur’an İslamı’na bol bol küfürler savuranlar bilmeliler ki, asıl (Kur’an’daki anlamıyla) küfredilmesi gereken, Rumi ve onun gibilerin ilhadlarıdır.
Allah Rasulü, Rumî’nin bir hezeyan olarak zikrettiği, ipe sapa gelmez rivayetteki töhmetten pâk, temiz ve münezzehtir. Onunla beraber cihada gitmiş ashabını bu ahlaksız töhmetlerden kesin olarak tenzih ederiz. Celaleddin Rumi ise pak ve temiz değildir. Yukarıda alıntı yaptığımız kitabı ve diğer kitapları akidevi ve ahlakî pisliklerle doludur. Rasulullahın tertemiz hayatı ortadadır; onun o tertemiz hayatı her müminin ufkudur. Rumî gibiler ise Allah Rasulü’nün adını bile ağızlarına almamalıdırlar. Rumi’nin fikirlerinin İslam’la alakası yoktur.
Allah Rasulünün ashabı içerisinde elbette çok farklı karakterde insanlar vardı. Onlar da bir beşer olarak eleştiriye açıktılar. Ama bir bütün halinde ve çoğunluk itibariyle o insanlar imanlarını kanıtlamışlardır. Sahabeyi yer yer eleştiren Seyyid Kutub, onlara ‘ilk Kur’an nesli’ gibi pak bir ismi de vermiştir ki, hakikat de budur.
Sahabe içerisinde Tebük savaşından geri kalan Ka’b b. Malik, Hilal b. Ümeyye ve Mürare b. Rabî gibi kişiler, Allah ve Rasulü tarafından tenkide tabi tutulmuşlarsa da, onların bu durumu bile Rumî gibilerin hiçbir zaman ulaşamayacakları bir seviyedir. Ve o tenkidlerin konusu uyduruk birtakım namussuzluk hikâyeleri değil, doğrudan can ve malla ilgili bazı zafiyetlerdir.
Yeni bir Kur’an neslinin oluşması için işe, Allah’ın dışında mevlâ/endâd edinilen ve Allah’ı sever gibi sevilen putların terk edilmesi gerekmektedir. Bu putlar terk edilmeli ki, insanlar doğrudan tevhid akidesinin temizliği, saflığı ve doyuruculuğu ile karşılaşsınlar.