Perdenin önünde en fazla görünenin ABD olduğu, perde arkasında ise başka hangi ortaklarının olduğunu -kestirsek de- tam olarak bilemediğimiz küresel şeytan şebekesi İran’da işbaşında. İran bir haftadır ciddi bir sınavla karşı karşıya.
Gerçi İran Devleti, ‘İslam Devrimi’ (ya da İnkılâbı) olduğu yıllarda bu sınavlardan az geçmedi. Çok bedel ödedi İran halkı. Yani bu gibi fitne fücur işlerine karşı deneyimlidir. Lakin yine de kimi yorumcuların ‘İran Baharı’ olarak adlandırdığı bu hadise ciddiye alınmayacak türden değil.
Kanaatim o ki, İran devleti bu badireyi bir şekilde atlatacaktır. Yani rejim, birkaç sokak eylemi ile yıkılacak türden değildir. Halkın rejime desteği, ‘İran gezi’sine katılanlardan çok çok fazladır. Bunu ABD, İsrail ve şeytani kumpanyanın diğer ortakları da bilmektedirler. Dolayısıyla olayları yönlendirenlerin, İran rejimini devirme gibi bir hedef güttüğünü düşünmemiz gerekmemektedir. Belki o, bir başka ‘bahara’ ertelenmektedir. Şu an için belirlenen hedef, İran’ın istikrarsızlaştırılmasıdır.
Acaba İran’ın istikrarsızlaştırılması başlı başına bir hedef midir? Yoksa, başka daha acil hedefler için bu, olması gereken ikincil bir hedef midir? Suriye’de istedikleri politikayı icraata koyabilmek için İran’ın içeride meşgul edilmesi gerektiğine kanaat getirilmiş olabilir. İran üzerinden Rusya’ya bir mesaj verilmiş ya da Kudüs kararının gündemden düşmesi ve bu arada zaman zaman İran’ın İsrail’e yönelik sert çıkışlarına binaen,’cürmünü’ hatırlatıcı bir kaos planı niyeti de taşıyabilir.
Gerekçeleri, hedefleri ne olursa olsun, ortada açık bir durum var, o da, İran’ın ‘azdırılmış’ gruplarca başlatılan eylemlerle başının belada olduğudur.
Otuza yakın insanın öldüğü olaylarda yapılan protestoların dili, aynı zamanda ‘İslam Devrimi’ ile bir hesaplaşma tutumunu, İslam’a duyulan kini yansıtmaktadır. Devletin başı olan İmam’a ölüm sloganları atılırken, devrik Şah’a selam çakılması bunu göstermektedir.
Başındaki örtüyü(!) çıkartıp, silah sallar gibi sallayan kadın fotoğrafı, İran olaylarının sembol figürü oldu bile. Yaklaşık kırk yıldır biriken bir İslam düşmanlığı kinidir aslında, mezkur kadının elinde sallanan.
ABD birinci Körfez savaşında Irak’ı bombalamak için nasıl ki Suudi Arabistan’ı kullandıysa, şimdi de İran’a yönelik fitne olayının hareket üssü Suudi Arabistan olarak görünmektedir. Suudiler belli ki, kulu oldukları ABD, İsrail ve batılı rejimlere karşı birtakım diyetler ödüyorlar. Bu diyet, İslam’ın en mukaddes beldesini tahakküm/işgal altında tutmalarını borçlu oldukları küresel güçlere ödemek zorunda oldukları vergileridir onların. Allah’ın o topraklara lütfettiği siyah altın (petrol) ve dünya Müslümanlarından devşirdikleri çok büyük miktardaki hac paralarını Amerika ve Avrupa bankalarına peşkeş çekmeleri yetmiyormuş gibi, ülkelerini ABD’ne diledikleri gibi kullanma cömertliğini de esirgememektedirler.
İran’daki kalkışma, bir gün elbette bastırılacak ve bu siyasi fitne ateşi söndürülecektir. Fakat bu fitneden, kendini Müslüman olarak tanımlayan herkesin, gerekli olan dersi alması gerekmektedir. Ders alması gerekenlerin başında hiç kuşkusuz, yöneticileri ve toplumu ile İran gelmektedir. İran, son yıllarda savrulduğu ulus devlet anlayışından toparlanıp, ‘İslam Devrimi’ olmanın gereklerine göz atmalı, Pers kültürünün değil, tevhid akidesinin sadece kurtarıcı güç olduğunu idrak etmelidir. İran bilmelidir ki, Şii’siyle, Sünni’siyle, bütün toplumların yegâne hakikat mercii İslam’dır. İran, kendi mezhebinden olmayan Müslümanlara sırt dönmemelidir, onları düşmanlaştırmamalıdır. Mezhepçilik İslam ümmetini kahreden, ölümcül bir hastalıktır. Asırlardır mezhepçilikten ümmete hiçbir hayır gelmediğini İran bilmiyorsa, kimin bilmesi beklenir ki?
Aynı dersi, kuşkusuz ‘sünni’ olarak adlandırılan toplulukların da almaları zorunludur. RAND Corperation’ın raporlarını hem İranlılar, hem Türk halkı ve hem de dünyanın başka toplumları okudular. Bu raporlardan haberdar olarak, göz göre göre bir ümmetin, iman ettiğimizi söylediğimiz Kitabımızın lanetlediği bir ideolojinin mensuplarınca yapılan hesap-kitapların tuzağına düşmesi affedilir gibi değildir. Dikkat edilirse, ‘İslam ülkesi’ olarak bilinen beldelerimiz teker teker elden geçirilmekte, müstekbir kâfirlerin projelerine maruz kalmaktadırlar. Bu projeler yürürlüğe konulurken de fakirlik, özgürlük, insan hakları, kadın hakları ve demokrasi gibi birtakım patlar öne çıkartılmaktadır. Oysa fakirlik Amerika’da yok mudur? Avrupa ülkelerinde yok mudur? İnsan ve kadın hakları derken neleri kastettikleri bilinmiyor mu? Özgürlük ve demokrasi kavramları, İslam’ın bağlarından tamamen azad olmuş, ‘Allah’sız’ bir zihniyet ve ‘Allah’sız’ bir hayat tasarımından başka nedir ki? Peki, neden ‘gezi’ olayları ABD’de, Fransa’da, İngiltere’de, Almanya’da olmuyor da, İslamî beldelerde oluyor? Neden hep Müslümanlar ‘tanımlanan’ oluyorlar da, bir türlü, ‘tanımlayan’ olamıyoruz? Müslümanlardaki en büyük eksiklik nedir?
İşte İran hadiseleri bu çerçevede herkesi düşündürmelidir. Unutmamak gerekir ki, İslam gibi, bütün dertlerimize deva bir büyük nimet, başka hiçbir toplumda bulunmamaktadır.