‘Bu mücadelede Saflaşanlar listesine’ Adını Mertçe Yazdırmış Bir Adamın Kitabı:
ORYANTALİZM
Giriş
Bir kitaptan bahsetmektir niyetim; Edward Said’in muhalled eseri, Oryantalizm’den. [Edward Said, Oryantalizm, Tercüme: Selahaddin Ayaz, 4. Baskı, İst-1999].
Bu kitabı tanıtmamın ‘özel’ bir nedeni yok ancak, şu anki Türkiye-Dünya ilişkileri bağlamlı gündeme çok uygun düşeceği kanaatindeyim. Zira Edward Said’in kitabı, sadece günümüze has olmayan, ezeli ve (muhtemelen) ebedî bir ilişkinin zorunlu olarak tevlid ettiği gerilimin neticesi olarak yaşanan çatışmanın kökenine çok ciddi şekilde ışık tutmaktadır. Bu, genel olarak ‘haçlı’ kelimesiyle özetleyebileceğimiz bir zihniyetin ‘Doğu’ya bakışının gayet ‘doğal’ bir yansıması olan, Batı’nın tutumuna dair bir ışıktır.
Oryantalizm, Doğu’nun hikâyesidir aynı zamanda; Batı’nın ise röntgeni… Hatta MR’ı. Öyle ki, Oryantalizm’i okuyan kişi, Batının değil kalbi, beyni ve ciğerlerine, kılcal damarlarına varıncaya kadar, içinde var olanı ayan beyan görecektir. Said’in eseri, Batı’nın hem doğuya dair his ve düşünüşlerini, hem de genel anlamda insandan, hayattan, tabiattan, inançtan, Tanrı’dan, kitaptan v.b. ne anladığını net bir biçimde ortaya koyan doyurucu bir çalışma.
Edward Said Oryantalizm’i Niçin Yazdı?
Edward Said Kudüs’te doğmuş (1935), ilk ve ortaokulu Filistin ve Mısır’da okumuş, lisans eğitimini Amerika’da, Princeton’da, yüksek lisans ve doktorasını Harvard’da yapmış. Bazı Amerikan üniversitelerinde Profesör olarak çalışmış. New York’ta, lösemi hastalığından tedavi görmekte olduğu bir hastanede 2003 yılında vefat etmiştir.
Oryantalizm’i yazmayı 1977’nin son aylarında bitirmiş, bir yıl sonra da (1978) yayınlamıştır. Kitap çok yoğun ilgi görmüş, Arapça, Japonca, Almanca, Portekizce, İtalyanca, Polonyaca, İspanyolca, Katalanca, Türkçe, Sırp-Hırvatça ve İsveççeye tercüme edilmiştir. 1993’te İsveç’te en çok satan kitap (bestseller) olmuştur.
Edward Said’in ‘Oryantalizm’i Doğuyu, Doğu’nun oryantasyonunu anlatmaktadır. Böyle olunca, Doğu’ya dair her şey kitabın konusu olmaktadır. Doğu’nun dili, Din’i, kültürü, medeniyeti, düşüncesi, Doğu insanının derisi v.d. Böyle olunca, Doğu’nun Dini olarak İslam, İslam’ın Kitabı Kur’an ve Elçisi Muhammed (sav) Oryantalizm’in belli başlı meselesi olmuştur. Bir Hristiyan olan Said’in İslam’a ilgi duymasını yadırgamak, kanaatimce insafsızlık olur. Şunu bilmek gerekir ki, Said, entelektüel kelimesini pekâlâ hak etmiş bir kişidir. (Ayrıca bu isimdeki bir kitapçığının da Türkçeye tercüme edildiğini belirtmiş olalım).
Kitabı okurken Edward Said’in objektifliğine açıklıkla şahit olmaktayız. Tam anlamıyla bilimsel bir yöntem ve üslupla kaleme aldığı görülen kitabını yazmak için belli ki, çok büyük sayıda bir literatürü taramış/okumuş, okuduklarını anlamış ve anladıklarını seviyeli bir dille analiz etmiş, analizlerini de anlaşılır bir üslupla okuyucusuna sunmuştur. Öyle anlaşılıyor ki, bir kitaptan bize birkaç satırlık bir bölüm aktarmak için, o kitabın tamamını okumuştur. Bu işin nasıl bir çaba ve sabır istediği ise malumdur.
Said eserini, Müslümanlara (ve başka Doğululara) yaranmak için yazmış değildir. Batıdan nefret ettiği için de yazmış değildir. Farz edelim ki, dünyada gördüğü çifte standartlar, sömürü ahlakı, Batı’nın tariflere sığmaz tekebbürünün, mütemadiyen kanattığı vicdanının sesine kulak vererek, sağduyu adına yazmıştır. Vicdanı bu açıdan çok rahatlamış olmalıdır ki, kitap yayınlandıktan sonra aldığı eleştirilere cevap verirken (Mart 1994) son cümlesini şu şekilde kurmuştur: “Olaylarla dolu bir on beş yıldan sonra tekrar baktığımda, diyorum ki, hiç olmazsa mertçe yazdırdım adımı bu mücadelede saflaşanlar listesine…”
“Benim gayem belli bir fikir sistemini anlatmaktı; yerine bir şey (yeni bir sistem) ikame etmek değil!” Böyle diyor Said ve devam ediyor: Şark’ı ve İslam’ı bırakınız savunmayı, müzakere etmeye bile kalkışmadım.
Oryantalizm kitabının İslam’ı saptırdığını iddia edenlere karşı Said savunmasını şu şekilde yapmaktadır: “Ben gerçek, hak yahut sahih İslam yahut Arap alemi gibi bir tavır almış değilim, böyle bir iddiam olmadı.”
Said’in tepkisellikten azami derecede kaçınmış olduğunu söylemekte bir beis görmüyorum. Şu satırlar bunun en açık nişanesidir:
“Ve eğer bu kitabın gelecek için ifade ettiği bir mana var ise, bu iki şekildedir: a)Bu ayağa kalkışa cüz’î bir katkı; b)Bir uyarı olarak; Oryantalizm nev’inden düşünce sistemleri; … Hepsinden daha önemlisi okuyucumu bir konuda tenvir etmiş olmayı umuyorum: Oryantalizmin cevabı Oksidentalizm (Garbiyat) değildir.”
Oryantalizm yayınlanır yayınlanmaz, bizzat kitabın konusu olan oryantalistler tarafından ciddi eleştirilere maruz kalmıştır. Bunlardan biri, köken olarak Lübnanlı bir Hristiyan ailenin çocuğu olup, İngiltere’de doğup büyümüş olan Albert Hourani (1979’da Said’in kitabını eleştirirken) şöyle diyordu: “Azizim!” diyor, “Bak, iyi çalışıyorsun falan ama sansasyonel kalmaktasın; mübalağaları, ırkçılıkları ve husumetleri teşhisin iyi, ancak tekidin kötü, fazla vurguluyorsun. Öyle ki bilimcil ve insancıl Oryantalizm’den geriye hiçbir şey kalmamakta!”
Hourani’nin bu küçümsemesi Said’in eserine asla nakısa getirmemiştir.
Objektivite ve bilimsellik derken de Said’inki, ‘kokmaz bulaşmaz’ bir tasvir değildir; o, iğnesini iyi batırmaktadır, mesela şu cümlesi gibi: “Eserimde adını koyduğum oryantalizme itirazım şudur: Bu adamlar sadece antikacı değildirler; dilleri, toplumları ve dinleri masum bir biçimde incelemiyorlar. Suçludurlar; …”
Edward Said’in kitabından memnuniyetim çok basit ve naiv, ‘faydacı’ bir kabule dayanmamaktadır. Oryantalizm’i okuyunca (Said’e, hak ettiği teşekkür borcumu ifa ettikten sonra), daha farklı duygu ve düşüncelere kapılıyorum. Bu duygu ve düşüncelerden birisi, Edward Said’in hikâyesini yazdığı Doğu’nun en önemli evlatları olan biz Müslümanların, ödev ve sorumluluğumuzun büyüklüğü karşısındaki sarsıntımdır. Oysa -Akif’ten ödünç alarak söyleyecek olursak-: Şark’ın yani ‘ebedî meskenet’in biz çocukları bu ödevden neredeyse tamamen bîhaberiz. Böyle bir ödev ve sorumluluğumuz hiç yokmuş gibi yaşıyoruz; ‘yaşamak’tan ziyade, oyun ve eğleşteyiz. Oldukça küçük hesap-kitaplar peşindeyiz. Said’in çabası bize ödevimizi hatırlatan, iyi bir müzekkiredir.
Bu ‘ödev’e ileriki sayfalarda değinmeye çalışacağım.
E. Said, oryantalizmin yüz elli yıllık (1800-1950) hikâyesini yazmıştır. Onun noktayı koyduğu tarihten bu yana (67 yıl), o yüz elli yıllık geçmişi en az ikiye katlayacak bir ‘yeni oryantalizm’ daha teraküm etmiş midir? Bundan hiç kuşku duymamak gerekir.
ORYANTALİZM: DOĞUYA KARŞI BATI’NIN BÜYÜK KİBRİ
Said’in notlarına göre oryantalizm alanında doğuyla ilgili ilk kitap, Fransız oryantalist Barthelemy d’Herbelot’nun (ö.1695) ‘Doğu Kitaplığı’dır. İkincisi ise, Simon Ockley’in yazdığı ‘Müslüman Araplar’ın Tarihi’dir.
1873’te ilk oryantalist kongresi toplanmıştır.
‘Fransız Aklı’
Edward Said, Napolyon’un Mısır’ı işgaline (1798) genişçe yer veriyor ve buradan önemli dersler çıkartıyor. Napolyon Mısır halkına, gerçek Müslümanların bu yeni gelenler olduğunu anlatmak için türlü propaganda yolları denemiş; her fırsatta, İslam için çalıştığı propagandasını yapmıştır. Ordusunun Mısır halkını ezmeye güç yetiremeyeceğini anladığı anda bütün imamların, kadı, müftü ve ulemanın Kur’an’ı Fransa imparatorluğunun lehinde yorumlamalarını sağlamaya çalışmıştır. Ezher’de hocalık yapan 60 alimi ordugâha davet etmiş; kendilerine askeri payeler verilmiş ve ardından Napolyon onlara, İslam’a, Kur’an’a ve Muhammed’e duyduğu saygıdan bahsetmiştir. Nitekim bu politik mühendislikler meyvesini vermiş ki, kısa sürede Kahire halkının işgalcilere duyduğu güvensizlik ortadan kalkmıştır. Victor Hugo bu durumu yani Mısır halkının Napolyon’a olan itimadını şiirinde,
“Garp’tan gelen bir Muhammed gibi baktılar ona”
mısraıyla dile getirmiştir.
Napolyon “Mısır’ı Fransızca olarak dile getirmek” için ‘Mısır Enstitüsü’nü kurmuştur.
Napolyon’un seferinin ardından, yerden mantar biter gibi, Doğu’ya ve Mısır’a dair kitaplar yazılmış.
Napolyon’un 1806 yılındaki bir bildirisinde, fanatik Müslümanların Ortodoks Rusya’ya karşı kullanılabileceğinden bahsedilmektedir. [Bu durum, Münih’te Bir Cami adlı kitapta anlatıldığı üzere, Almanlar ve Amerikalıların bilhassa Orta Asya Türklerini komünist Rusya’ya karşı kullanma taktiklerini hatırlatmaktadır.-MD]
Fransız yazar Maurice Barres’nin şu sözü, sanki Doğu’nun üzerine üşüşen akbabaların resmi gibidir: “İngiltere orada [Doğu’da] güçlü, Almanya çok güçlü ama pek çok Doğulu ruh bizim elimizde.”
Said diyor ki, “Kültürel bir mekanizma olarak Oryantalizm; ‘olduğu gibi saldırı, olduğu gibi faaliyet, hüküm, hakikat ve bilgi arayışı’dır. Çoğu oryantaliste göre Doğu Batı’nındır.” Ve şöyle devam ediyor: “Ben diyorum ki: Oryantalizm ‘Doğu Batı’dan daha zayıf olduğu için Doğu’ya tahakkümü öngören, Doğu’nun farkını onun zayıflığından ibaret bulan siyasi bir doktrin’dir…”
‘İngiliz Aklı’
Edward Said, George Orwell’ın (ö.1950), ‘Marakeş’ anılarından (1939) bir pasaj alır. Meşhur 1984 romanının ve Hayvan Çiftliği siyasi mizahının yazarı, ‘oryantalizmin dibacesi’ niteliğindeki bu pasajda şöyle demektedir:
“Böyle bir şehirde yürüyünce (200.000 nüfusu var, en azından 20.000 ferdin, üstündeki çuldan başka bir şeyi yok), nasıl yaşadıklarını, ne derece kolay öldüklerini görünce, insanlar arasında olup olmadığınızdan şüpheye düşersiniz. Bütün sömürge imparatorlukları bu hakikat üstüne kurulmuştur. Adamların derisi esmer, sayıları çok! Bunlar sizinle aynı kanı mı taşıyorlar? Acaba isimleri var mı? Yoksa bunlar birbirlerinden farksız esmer cisimler mi; biri diğerinden arılar yahut mercan böcekleri kadar mı farklı? Yerden bitiyorlar, birkaç yıl terleyip aç geziyorlar, sonra da toprağa giriyorlar; bir müddet sonra mezarlığın yeri bile bellisiz oluyor, kimse de onların gittiğinden haberdar olmuyor.”
Oryantalizmin özeti budur işte. Batı, bu kibrinden hemen hiçbir şey yitirmemiş olarak, bütün siyasi icraatlarında bu kibri görmek mümkündür.
İngiltere ‘Hristiyan güç’ olarak, İslam diyarlarında koruyup kollayacağı menfaatleri olduğunu düşünmekteydi. Bu menfaatler ticarî, bilimsel, dinî, askerî ve kültürel olabilirdi. Bu menfaatleri koruyup kollamak maksadıyla kurumlar oluşturdu. İlk olarak ‘Hristiyan İlmini İhya Cemiyeti’ni (1698) teşekkül ettirdi. Buna çok yakın tarihlerde ‘Yabancı Ülkelerde İncil Eğitimi Cemiyeti’ (1701) kurulmuştur. Daha sonra, ‘Vaftizci Misyonerler Cemiyeti’ (1792), ‘Kilise Misyonerleri Cemiyeti’ (1799), ‘İngiliz ve Uluslar İncil Cemiyeti’ (1804), ve ‘Londra Yahudilere Hristiyanlık Eğitimi Cemiyeti’ (1808) gibi cemiyetler kurulmuştur. Edward Said’in deyimiyle, bu cemiyetlerin hepsi aynı gayeye: Avrupa’nın genişlemesi gayesine hizmet etmişlerdir.
İngiltere’nin Mısırı işgal ettiği 1882 yılından 1907’ye kadar Mısır temsilcisi Eveling Barin yani Lord Cromer’e İngiliz Avam kamarası 1907 yılında, Mısır’da yaptıklarına karşılık olarak elli bin sterlin ikramiye verilmesini teklif etmiştir. Teklifi destekleyen, meşhur Deklarasyon’un sahibi Arthur James Balfour, Lord Cromer’i şöyle taltif etmektedir:
“Neye dokunduysa ihya etti… Lord Cromer’in geçtiğimiz yirmi beş yıl içindeki hizmetleri Mısır’ı düştüğü sosyal ve iktisadi çöküntüden kurtararak, bugün Doğu ulusları arasında, bence zenginlik ve ahlak bakımından yerini kimse ile paylaşmadığı müreffeh bir mevkie getirmiştir.”
Lord Cromer’in kendisi, “Üzerinden Batı’nın ilimle dolu nefesinin geçmiş olduğu ülke bir daha asla eskisi gibi olamayacaktır.” görüşündedir.
Lord Curzon’a göre ise, Doğu etütleri lüks değil, bir imparatorluk vecibesidir.
Öyle zannediyorum ki, oryantalizmde hiç kimse İngilizlerin eline su dökemez. 19. yy.da İngiltere Hindistan ve benzeri sömürge bölgelerindeki yöneticilerini 55 yaşına basar basmaz emekli etmiştir, gerekçesi şudur: Hiçbir Doğulu bir Batılıyı yaşlı ve ‘bozuk’ halinde görmemelidir!
Casus T.E. Lawrance diyor ki, “Yeni bir ulus yaratmak muradımdı; kaybedilmiş bir nüfuzu iade etmek, 20 milyon Sâmi’ye ulusal düşüncelerinin binasını inşa fırsatı vermek… İmparatorluğun idaresi altındaki bütün toprakları toplasanız, ölü bir İngiliz çocuğa değmez.”
Batı’lı= İnsan; Doğu’lu?
Yukarıda zikri geçen Balfour Doğu’yu nasıl algılamaktadır: Batılı uluslar tarih sahnesine çıkar çıkmaz kendi kendini yönetim hususunda bir güç hemen kendini belli etmiştir. Doğulu uluslar ise kendi kendilerini hiçbir zaman yönetememişlerdir. Bütün parlak devirleri istibdat ve mutlakiyet yönetimleri altında geçmiştir!
Ernest Renan, Doğu’lu insanı adeta prematüre olarak tanımlamaktadır: “Görüyoruz, basitliğinden biliyoruz ki neresinden bakılırsa bakılsın, Samî ırkı nâ-tamam bir ırktır. Eğer bir teşbih yapmama müsaade edilirse, biz Hint-Avrupa familyası (ailesi) için bu ırk, bir tablo için bir eskiz ne ise odur. Kemale varmanın şartı olan o çeşitlilik, o uzanım, o hayatiyet onda yoktur. Güzel bir çocukluk devresinden sonra mecalsiz ve hareketsiz kalakalan insanlar gibi, Sâmi ulusları en iyi çağlarını ilk yaşlarında geçirmişler ve asla gerçek olgunluğa ulaşamamışlardır.”
Doğulu, üstün bir ırka mensup olmadığı için yönetilecektir. Bu kadar basit! (Said, bu düşünüşün izlerini, Gustave Le Bon’un, ‘Evrimin Psikolojik İlkeleri’ kitabında sürmüştür).
John Wastlake adındaki bir yazar, ‘Uluslar arası Hukuk Prensipleri’ adlı eserinde (1894), medenileşmemiş bölgelerden bahsederek, bunların büyük güçler tarafından işgal edilmesi gerektiğini savunmaktaydı.
Oryantalist algıda hiçbir Doğulu bağımsız olmayıp, kendisini yönetmesine izin verilemez. Doğu asla kendi başına bırakılmamalıdır, kontrolden çıkmamalıdır.
Yalnız bir Batılı Doğulular hakkında konuşabilir, renklileri (beyaz olmayanları) yalnız beyaz adam belirleyip isimlendirebilir. Oryantalistlerce yahut beyaz adamlarca bulunulan her beyan (Oryantalist ile beyaz adam ayrımı kesin değildir) beyazı renkliden, Batılıyı Doğuludan ayıran muazzam bir mesafe belirtir. Her beyanın arkasında bir tecrübe, öğrenim ve eğitim geleneği sezilir ki, o gelenek, derisi beyaz olmayan Doğulu’yu ‘beyaz Batılı’ tarafından tedkik edilen nesne haline sokar da, bunun tersi olmaz.
Lawrance’ın nazarında Doğu şöyledir: “Arap, benim muhayyilemi kamçılıyor. Şimdi bu, uzun, çok uzun geçmişi olan çok eski bir uygarlık. Kendisini ne yöneten tanrılardan kurtarmış, ne de bizim uygarlığımızın yarısı kadar süslü. Mekke’de süssüzlük düsturu iyi, bu bir çeşit ahlakî süssüzlüğü de beraberinde getiriyor galiba. Anlık düşünüyorlar ve yokuş tırmanmadan, viraj dönmeden geçip gitmek istiyorlar. …”
Batı’nın Arap Algısı
Edward Said Oryantalist edebiyattaki Arap algısını şöyle tanımlamaktadır: “Filmlerde ve televizyonda, Arap ya şehvet düşkünüdür, ya da yalanlarına yeni yalanlar katmaktadır. Şehvet delisidir, dejeneredir, çok zekice tuzaklar kurmaktadır; ama esasen sadisttir, haindir, düşük ahlaklıdır. Köle tüccarı, devesinin üstündeki bedevi, simsar, renkli külhanbeyi…”
Deve üstünde, eli kamalı, ukala, her türlü ahlaksızlığa meyyal, şehvet düşkünü…
Said diyor ki, Orlantalistler şuna inanıyordu: Doğulu ticaret yapamaz, alışverişe, iktisadi mantığa aklı ermez.
Batı akla dayalı, gelişmiş, insancıl ve üstün iken, Doğu kuralsız, geri kalmış, zelil durumda… Şark ya korku duyulacak ya da kontrol altında bulundurulacak bir şeydir.
Bütün bu imajların gerisindeki tehlike cihad’tır.
Columbia Üniversitesi, üniversiteye yeni başlayan öğrenciler için bastırdığı bir broşürde Arapça için şunları kaydetmektedir: “İki kelimeden biri şiddet ifade eder, Arap kafası dile mübalağa olarak yansır.”
Harper’s Dergisinde Araplar hakkında yazılanlar ise, Batılı insanı iflah olmaz bir Arap düşmanı yapacak niteliktedir: “Araplar katil (cani) ruhludurlar, şiddet ve yalan Arapların kanına işlemiştir.”
Said, bir kitaptan şu cümleyi aktarmaktadır: “Orta Doğu milletlerini birbirine bağlayan nedir?” Cevap: “Son bağ, Arabın Yahudilere ve İsrail milletine olan düşmanlığıdır – nefretidir.”
Bir başka kitaptan: “Müslümanların dini yani İslam, VII. yüzyılda ortaya çıktı. Muhammed isimli zengin bir Arap tüccar tarafından ortaya atıldı. Muhammed kendisini Peygamber ilan etti. Taraftar topladı ve onlara dünyayı yönetmek üzere seçildiklerini bildirdi.” “Muhammed öldükten kısa bir süre sonra, öğrettiği şeyler Kur’an adlı bir kitapta toplandı. Ve bu İslam’ın mukaddes kitabı oldu.” (Ayed el-Kazzaz, Amerikan Ders Kitaplarında Araplar).
1973 yılı Ekim Arap-İsrail çatışması esnasında New York Times Magazine dergisi iki makale ısmarlar. Bunlardan biri meselenin İsrail, diğeri ise Arap cephesini temsil edecektir. İsrail cephesi hakkında yazı, bir İsrailli hukukçuya ısmarlanır. Arap cephesi ise, daha önce bir Arap ülkesinde büyükelçilik yapmış ama Şark konusunda formel hiçbir çalışması bulunmayan bir Amerikalıya yazdırılır.
Aynı New York Times Magazine dergisi 18 Nisan 1993 tarihli nüshasında adeta imdat çığlıkları atmaktadır:
“Uygar uluslar şu 3. Dünya ülkelerini lütfen yeniden sömürgeleştirsinler, lütfen; çünkü bağımsızlık, sahipsizlik yedi bitirdi, tüketti bunları. Vesayet sistemi, zorunlu mütevelli heyetleri yeniden kurulsun. Buralarda hayatın tüm insicamı kayıp, bütün sicimleri çözük!”
Batı ve İslam
Batı İslam’ı bir Din olarak görmez. Onlar nazarında İslam “şiddet, yıkım, bela (şeytan) ve nefret verici barbar sürüleri” demektir. Çünkü Avrupa’da İslam sadmesi çok uzun sürmüş, XVII. yüzyılın sonuna kadar ‘Osmanlı tehlikesi’ Avrupa’nın başucunda beklemiştir.
Oryantalistler belki Muhammed (sav)’in rolünü bir boyutu ile Îsa (a.s)’ın Hristiyanlık’taki rolüne benzeterek İslam’a ‘Muhammedanizm’ (Muhammedîlik) ismini vermişler, hemen peşinden de Muhammed (sav)’e düzenbaz vasfını yapıştırmışlardır.
İslam’ın, Hristiyanlığın bozulmuş bir şekli olduğu ileri sürülüyor; ‘Roland’ın Şarkısı’ (Chanson de Roland) adlı eserde Arapların Muhammed’e ve Aphollo’ya taptıkları iddia ediliyordu.
Allah Teâlâ’nın âlemlere rahmet olarak gönderdiği Muhammed (sav), kendisine sahte bir vahyin tebliğcisi gözüyle bakıldığı için şehvetin, zilletin, livatanın ve bir dizi ihanetin mihveri haline getirilmiştir. XII ve XIII. yüzyıllarda Arabistan’ın, Hristiyan dünyanın bir ucunda, din kaçkınları için doğal bir sığınak olduğuna, Muhammed’in kurnaz bir dinsiz olduğuna inanılmıştır. XX. yüzyılda ise İslam’ın “tâli bir Aryanî bidat” olduğuna inanılmıştır.
Barthelemy d’Herbelot ‘Doğu Kitaplığı’ adlı kitabında Rasulullah Muhammed (sav)’in, “Hristiyanlığa büyük zararlar vermiş sapık doktrini”nden bahsetmiştir. Bu şahıs kitabında ‘Muhammed’ başlığı altında şu satırları yazmıştır: “Muhammed. Meşhur düzenbaz. Din adını da alan, bizim Muhammedîlik dediğimiz bir bid’atın düşünürü ve kurucusu.” d’Herbelot’un nazarında Muhammed (a.s) bir ‘yalancı Peygamber’dir.
Edward Said, “Muhammedîlik Avrupalıların İslam’a verdikleri ‘mütecaviz’ isimdir” demektedir.
Gelelim İlahî Komedya’nın (Divina Comedia) yazarı İtalyan şair Dante’ye (ö.1321). Dante Muhammed (sav)’i ‘Macmetto’ etiketiyle, Cehennem, A’raf ve Cennet olarak üç cilt halinde yazdığı kitabında, Cehennem’in 28. kantosuna yerleştirir. Muhammed (a.s)’a cehennemde biçtiği yer, şehvet ve mal-mülk düşkünleri, oburlar, itikatsızlar, öfkeliler, kendi canına kıymış olanlar ve dini reddedenlerin de altında bulunan bir katmandır. Kısacası Muhammed (sav)’in kategorisi ifsat edenler ve tefrika çıkartanlarla aynıdır. Kategorisinde Muhammed (sav)’e verilen ceza daha da korkutucudur: Sürekli olarak bedeni tam ortasından ikiye ayrılmakta, dışarı taşan bağırsakları tasvir edilmektedir.
Henri Pirenne’nin dediği gibi İslam öyle bir ‘yabancılık’ abidesi haline getirilmiştir ki, orta çağlardan itibaren bütün Avrupa medeniyeti bu yabancıya karşı tesis edilmiştir.
Edward Said, Reinhart Dozy (ö.1883) ve William Muir (ö.1905) gibi oryantalistlerin eserlerinden, kinlerini yansıtan örnekler vermektedir. Mesela Dozy, Yahudilerin ilk tanrılarının Yehova değil, Baal olduğunu iddia etmektedir. ‘Muhammed’in Hayatı’ ve ‘Halifeliğin Başlangıç ve Bitişi’ gibi kitaplarına bilimsel abideler olarak bakılan William Muir’in satırları ise, tam da ona yaraşır cinstendir:
“Muhammed’in kılıcı ve Kur’an, dünyanın tanıdığı en korkunç medeniyet, hürriyet ve hakikat düşmanlarıdır.”
Thomas Carlyle (ö.1881) Muhammed (sav)’in bir efsane, bir sihirbaz olmadığını, ahlaksız biri hiç olmadığını belirtse de, yine de onunla ve Kur’an’la ilgili kanaatleri düşmancadır: “Kafa bulandıran, işlenmiş, gayrı ilmî bir kitabın yazarı.” Ve bu Kitap “bitmez tükenmez laf ile doludur, söz uzar gider, düşünceler birbirine girer; incelik ve ilimden eser yoktur, kısacası savunulamayacak bir tuhaflıktır.”
1805-1806’da Paris’ten Kudüs’e seyahat etmiş olan Chateaubriand, “Kur’an Nedir?” sorusunu, “Muhammed’in Kitabı” diye cevaplar. “Bu kitapta ne vardır?” diye sorar, cevabı şudur: “Ne medeniyet ilkeleri, ne de şahsiyeti yükseltecek kaideler!” Chateaubriand şöyle devam eder: “Bu kitap ne tirana sövüyor, ne hürriyeti övüyor.” … “Medeniyetin düşmanı, içi cehalet kaynayan, despotluğa, esir tüccarlığına el veren bir kültür…”
Doğulular hürriyeti bilmezler, düsturdan anlamazlar. Zorbalığa taparlar. Eğer sık sık bir cengâver gelip de semavi adaleti gerçekleştirmezse, komutansız asker, kralsız vatandaş, babasız ocak gibi kalırlar.
Alphonso de Lamartine ‘Doğu Seyahatnamesi’nde şöyle diyor: “Bu Arap diyarı var ya, acayiplikler diyarı!… Her şey buradan çıkıyor ve burada her aptal yahut bağnaz kişiye peygamberlik sırası gelebilir!” (Lamartine’in ne demek istediği, izaha gerek duyulmayacak kadar açıktır).
Dünyanın Tarihi (1888) adlı eserinde Alman tarihçi Ranke (ö.1886?), Germenlerin ve Romalıların İslam’ı yendiklerini söylemekteydi. Kültür tarihçisi Jakob Burckhardt(ö.1897) yayımlanmamış notlarında (1893) İslam’dan zayıf, yavan ve önemsiz olarak bahsediyordu. Alman tarih felsefecisi Oswald Spengler (ö.1936) ise ‘Batı’nın Gerileme Çağı’ adlı eserinde (1922) ‘Doğulu Müslüman’ diye Mecusi’yi tanıtmıştır.
Doğu hakkında büyük eserler vermiş olan ünlü oryantalist Theodor Nöldeke (ö.1930) 1887’de, bir anlamda hayatının gayesini şu şekilde tanımlamaktaydı: “Benim Doğu ile ilgili eserlerimin yegâne gayesi Doğu’yu ne kadar küçük gördüğümü kanıtlamaktır!”
Robertson Smith (ö.1894) İslam’ı, “organize edilmiş riya” olarak tanımlamakta, İslam dini için saygı duymanın imkânsız olduğunu belirtmektedir; gerekçesi de şudur: “Bu din şekillerden ve lüzumsuz tekrarlardan oluşan bir sistemdir.”
Waardenburg ‘Batı Aynasında İslam’ adlı eserinde Avrupa’ya İslam konusunda imaj veren son derece önemli beş yazarı ele alır. Bu ‘ayna’ mecazı diyor Said, “XIX. yüzyıl başı Oryantalizmi için hayli geçerli… Beş yazarın en azından dördü İslam düşmanıdır ve her biri İslam olarak, kendisinin bir zaafını anlamıştır.” Her biri son derece eğitimli olan bu beş yazar şunlardır:
1.Ignaz Goldziher. (ö.1921).
2.Duncan Black Macdonald. (ö.1943).
3.Carl Becker. (ö.1945).
4.C. Snouck Hurgronje. (ö.1936). Edward Said diyor ki, İslam’ın özü sandığı mistisizm üzerine epey etütlerde bulundu, sonuçta ona da sert eleştiriler yöneltti. Şu sözler Hurgronje’un fikir dünyasını özetlemektedir: “Avrupa’nın Müslüman Doğu ile ilişkileri arttıkça, daha çok İslam ülkesi Avrupa bayrağı altında toplandıkça, biz Avrupalıların İslam’ın fikrî hayatını, din yasasını ve kavramsal mazisini kavramamız o derece büyük bir zaruret haline gelmektedir.”
5.Louis Massıgnon. (ö.1962). ‘İslam mistisizmi’ denilen şeye hayrandır. İslam’ın tenasüh fikrini reddedişini bir türlü hazmedememiştir. Dini bütün bir Katolik olan Louis Massignon için İslam Hristiyanlık fikrinin ‘sistematik’ biçimde reddinden ibaretti. İslam’ın en büyük temsilcisi de Muhammed (ya da İbni Rüşd) olmayıp, Hallac-ı Mansur idi. Çünkü Tanrı’nın müşahhaslaşması fikri Hallac’da vardı. Sir Hamilton Gibb (ö.1971) Massignon için şunu söyler: “İslam inanışında, İslam edebiyatında Hallac’ı aradı. Hallac’ı buldu.”
Said şöyle diyor: “Bu beş yazarın metodunda bazı farklılıklar olabilir ama düşünce birdir: İslam’ın seviyesi övgü seviyesi değildir.”
Waardenburg özetle, değişik siyasi-diplomatik görevler de üstlenen bu beş yazarın sonuçta Avrupalı yöneticilerin İslam hakkındaki görüşlerini biçimlendirdiklerini belirtmiştir.
İngiliz gazeteci Valentine Chirol’un (ö.1929) sözleri, ülkesinin ‘vicdanı’nın aynası niteliğindedir: “Doğu ile Batı birbirlerine kesinlikle zıttır. Bağdaşmaları imkânsızdır. Doğu, özellikle İslam bir ‘dünya gücüdür’ ve yeryüzündeki çatışmanın, ayrılığın önde gelen amillerindendir.”
Batılı bir oryantalist (Avusturyalı tarihçi Gustave Von Grunebaum, ö.1972) için İslamgayrı insanî, gelişmeye, nefs bilgisine yahut objektifliğe müsait olmayan bir fikirdir.
David Gordon’a (d.1948) göre Araplar, Afrikalılar ve Asyalıların olgunlaşması gerekir, bunu da ancak Batı’nın objektifliğinden alınan dersle yapabilirler.
Oryantalizm söz konusu olunca, ilk kez 1970’te İngiltere’de yayınlanmaya başlayan Cambridge İslam Tarihi Ansiklopedisi es geçilemez. Bu ansiklopedi İslam’ı bir din olarak yanlış anlamış ve yanlış tanıtmıştır. Bir inanç ve doktrin olarak İslam’ı hiç bahis konusu etmemiştir. Birinci cildinde sayfalarca İslam’ı savaşların, saltanat ve ölümlerin tarihi olarak anlatmıştır.
Edward Said’in, Yahudi tarihçi Bernard Lewıs’a biraz fazla yer ayırdığını görmekteyiz. Lewis’ın İslam/Müslümanlar aleyhindeki kin ve nefretini yansıtan satırlarını okuyucusuna tanıtmadan geçememiştir. Said oryantalistlerin Oryantalizm’e yaptıkları eleştirilere cevap verirken Lewis hakkında şu cümleleri kurmaktan çekinmemiştir: “Tefekkürden, ciddi tefekkürden uzaklık, üstelik eleştirici şuura rağmen böylesine uzaklık Bernard Lewis’de olduğu kadar kimsede olmamıştır.” “O kendisi İslam antipatisi, Arap antipatisi ile bilinir. Siyonizme meyyaliyeti kesindir ve soğuk harp üstadıdır.” “Lewis’e gelince; onunki aşikâr münafıklıktır.”
Lewis’ı ‘münafık’ olarak nitelemesi boşuna değildir; çünkü Lewis’ın, oryantalizmin oryantalistten başkasınca tenkidinin manasız ve saçma olduğunu iddia eden ve Said’i eleştirmek maksadıyla, “Baronluk sahasına girmiş terbiyesiz fakir kul! Çabuk çık!” diyecek kadar kendinden geçen bir mütekebbiri ancak bu terim tanımlardı.
Said diyor ki, “İşte bence bu ne ilimdir, ne bilgidir, ne de anlayıştır; bir kuvvet beyanıdır, bir mutlak otorite iddiasıdır.” Lewis’ın taktiği tarihsel birikimi önemli düzeyde bastırıp, inkâr edebilirse inkâr etmek, vurup kaçabilirse vurmaktır. “Benim önerime göre, Avrupa’nın İslam’a ilgisinin kökeni merak değil korkudur. Tek tanrıcı, kültürü ve askeri gücü muazzam bir rakipten korkusudur Hristiyanlığın.”
Said, oryantalistlerin Lonca ile sıkı-fıkı olduklarına değinir. (Lewis’ı de Lonca’nın yeni sözcüsü olarak niteler. Onun İslam ve Batı kitabının fikre değil, siyasete hadim olduğunu belirtir). Oryantalistler ile Hükümetlerin dışişleri bakanlıkları arasındaki insicamlı bir alışverişin hala sürüp gittiğini hatırlatır.
“Hayır, son Oryantalistleri de okuyun ve tatlı dillerin ne yılanlar sakladığını görün; biraz da gülün, siyasiliklerine, husumetlerine.” Daniel Pipes (d.1947), bu ‘son oryantalistlerden’dir; şu satırlar ona aittir: İslam son derece tehlikeli ve tanımsız bir meseledir; Batı’nın uykularını kaçıran siyasi bir konudur. Onun havası şudur: “İslam’ı Müslümanlar temsil edemiyorlar, onu anlayanlar anlatsınlar!…”
Edward Said konuyu şöyle toparlamaktadır: “Oryantalistler bütün Doğu’dan nefret etmekteydiler. İslam da o Doğu’nun en tahammül edilmez bölümünü teşkil ediyordu.”
Said ‘kayıp kültürler’e dikkat çekmekte ve şöyle demektedir: “İnsanlık tarihinin başlıca bütün ve insicamlı hikâyesi Avrupa tarafından (onun bakış açısından) yazılmıştır. Bu anlatımda yer almayan kültürlere ‘kayıp’ denir…”
Bu arada Said’in, Alman şairi Goethe (ö.1832) gibi nisbeten ılımlı oryantalistlere de eserinde yer verdiğini hatırlatalım.
Müslümana Duyulan Sınırsız Kin
İngiliz romancı Sir Walter Scott (ö.1832) Tılsım adında bir roman yazmıştır. Romanda ‘Sürünen Leopar Bölüğü’nden Sir Kenneth bir Arab’ı köşeye sıkıştırır; Kenneth ile Arap arasında bir diyalog geçer. Sir Kenneth, aslında Selahaddin Eyyubi’nin ta kendisi olan Arab’a şöyle hitap eder: “Ben sanırdım ki… siz şeytandan türemesiniz; ki onun yardımı olmaksızın bu mukaddes Filistin diyarını Tanrı’nın o kadar askerine (Haçlılara) karşı nasıl korurdunuz! Bak canım, seni kastetmiyorum. Genel olarak senin milletinden ve dininden bahsediyorum; fakat bana asıl garip gelen nedir bilir misin? Sizlerin İblis’inevlatları olmanız değil, bununla övünmenizdir!” (Kitaptaki Arap, gerçekten de İblis’in oğlu olmakla övünmektedir!).
Said diyor ki, Scott bir İslam mütehassısı değildi ama bir ‘İslam mütehassısı’ olan H.A.R. Gibb Tılsım romanını İslam ve Selahaddin Eyyubî ile ilgili bölümlerinden dolayı kutlamıştır!
Hep Oryantalizm Suçlu Değildir
Batı-İslam ilişkisi elbette öyle tek boyutlu ve kolaycı çözümlemelerle izah edilemeyecek kadar girift, karmaşık ve çetin bir meseledir. Biz Müslümanlar, oryantalist tekebbürün tespitlerinden hareketle, Müslümanların ne kadar masum, batılıların ne kadar canavar ruhlu oldukları gibi bir mali hülya ile düşünce turumuza son verip, rahat bir uykuya dalacak mertebede değiliz.
İslam kelimesini andığımız zaman aklımıza gelen coğrafyalarda yaşayan acınası ümmetin, ölü ya da tarihten tard edilmiş bir ümmetin hikayesi apayrı bir bahistir. Fakat İslam ümmetinin bu hüzünlü hali, batının, doğuyu insan olarak bile görmeyen ultra kibrini görmezlikten gelmeyi de gerektirmez. Müslümanlar olarak ne yapılacaksa, onu yapmamız gerekir. Şu var ki, doğuyu doğu olarak, batıyı da batı olarak görmezsek hatalardan kurtulmanın başlangıcında hata yaparız.
Edward Said diyor ki: “Bırakınız Batı ve diğer konular hakkındaki etütleri, ‘Arap âleminin tetkiki’ konusunda Oxford’la, Harvard’la yahut UCLA ile aşık atacak herhangi bir Arap eğitim kurumu da yoktur! Bunun tahmin edebileceğiniz sonucu, Amerikan Oryantalistlerinin dizinin dibinde oturup okuduğunu daha sonra kendi vatandaşlarına aktarma arzusundaki Doğulu öğrenciler (ve öğretmenlerdir…).”
“Örneğin, bakıyorsunuz, ABD’de Arap ve Müslüman Doğu’yu tetkikle uğraşan bir sürü teşekkül var iken, Doğu’da (bu bölgedeki en büyük iktisadi ve siyasi tesirin sahibi) ABD’yi inceleyen tek kuruluş yok. Daha kötüsü, Doğu’da Doğu’yu tetkikle uğraşan orta halli bir iki enstitü bile yok.” (Said, bütün İslam ve Arap dünyasının batı pazarına abone olmasından yakınıyor). ABD bir iki malın (petrol ve ucuz işgücü) müşterisidir; Araplar ise çok çeşitli (maddi ve ideolojik) ABD ürünlerinin…
Bunlar Doğu’ya ait ölümcül noktaların tespiti sadedindedir. Said’in, “Çağdaş Doğu kendi oryantalizasyonuna iştirak ediyor.” tespitine itiraz edebilecek bir doğulu olacağını zannetmiyorum.
Ama unutmamak gerekir ki, (Oryantalizm’den öğrendiğimize göre) Birinci Dünya Savaşı bittiğinde dünya topraklarının %85’i Avrupa’nın sömürgesi durumundaydı.
İslam beldelerindeki ölüm uykusu pek bitecek gibi görünmemektedir. Edward Said’in ‘Oryantalizm’i, yaklaşık olarak 150 yıllık bir süreci işlemektedir ama bu yüz elli yıllık kesit anlaşıldığında, Batı-İslam âlemi ilişkisinin geri kalan bölümünü anlamanın kesinleşmiş halidir diyebiliriz. Said’in verdiği bilgilere göre, 1800-1950 arasında Batı’da Yakın Doğu ile ilgili 60.000 kitap yazılmıştır. Doğu’nun Batı hakkında yazdığı kitaplar ise, ancak bir elin parmakları kadardır.
Her şeye rağmen umutsuzluk müminlere haramdır. Üstelik müminler olarak bizlerin, bizi harekete geçirecek ve bizi yeniden dünyanın en ahlaklı, en dinamik gücü haline getirecek kaynaklarımız var. Bu açıdan Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Oryantalistleri saldırgan yapan biraz da bu ‘kaynak’ bilgisidir. Toynbee’nin dediği gibi, batılı, devin uyanmasından korkmaktadır.