Kendimizden başlayarak, anlatalım meramımızı:
Almanya’da doğmuşum.
Doğduğum yeri, şehri görmedim henüz!..
Orada yaşayan ebeveynim, ben 3 yaşındayken Türkiye’ye getirip bir “yuva”ya bırakmış.
Orada epeyce işkence görmüşüm.
Almanya’dakiler bilmiyorlarmış durumumu…
O zamanlar, şimdiki gibi cep telefonundan görüntülü arama zamanları değil elbet.
Güvercinler kullanılıyor haberleşmede!..
Benim işkence gördüğümü fark edince…
Durumuma üzülen çok dar gelirli Merhume Büyük Teyzem oradan çekip almış.
Bebeklik, çocukluk ve ilk gençlik yıllarım hep “orada burada” geçtiği için, hep kendimi idare etmek zorunda kaldım.
Çok kötü yıllar; “sağ-sol çatışmaları”nda her gün 20 gencimiz hayatlarını kaybediyor…
İstanbul sokaklarından, sürekli olarak silah, hatta bomba sesleri duyuluyor…
Okullar basılıyor; eğitime ikide bir ara veriliyor…
Kurtarılmış bölgeler var…
Yağ, tüp kuyruklarına giriyoruz geceden…
Mahalleden bazı çocuklar “anarşi” olaylarına katıldıklarını zevkle anlatıyorlar.
Çoğu yalan tabii…
Yalan da olsa…
Ben, hiç oralı değilim.
Sürekli olarak hastalıktan mustarip (merhume) akrabalarımın yanından okula gidip geliyorum; en sevdiğim yer Millet Kütüphanesi.
Kitaplar, yalnızlığımı unutturuyor ve dışarıdaki “kötülüklerden” koruyor…
O kitaplarda mutlu aileler de var, sokaklarda sürünen çocuklar da…
Bir tarafı kıskanıyor, diğer tarafa bakınca da halime şükrediyorum.
Olmadık işlere girmemem, birilerine yem olmamam Rabbim’in ihsanı.
Garip bir hayatım var; bir yandan büyük bir fakirlik yaşıyorum, diğer yandan da, Merhum Dedem’lerin yalılardaki hayatını görüyorum.
Aile parçalanmış olduğu için uzaktan seviyorlar beni.
Ara sıra da yalıya götürüp, bir şeyler yediriyorlar!
Okulda, “yardım dağıtılan fakir çocuklar” arasındayım ve “Yalı”ya götürülüyorum ara sıra….
Tuhaf günler, yıllar
Hep yalnızım ve bundan dolayı da hep dikkatli olmalıyım.
Tedirgin, müvesvis, aşırı tedbirci…
O kadar ki, “Sokakta kaldığımda nasıl geçinirim?” diye düşünüyorum ara sıra.
Kemalettin Tuğcu’nun acıklı hikâyelerinde sokaklarda büyümüş irade abideleri var.
Onlar gibi olmak istiyorum ve sokakta kaldığımda “düşmemek için” pazarlarda, hastane bahçelerinde otuz iki dişe keman çaldıran buz gibi sulardan satıyorum.
İşi öğreniyorum yani!..
Mesleğim elimde, “Su satsan geçinirsin Serdar!” diyorum kendi kendime.
“Annen baban, anneannen, amcan, her bir şeyin Almanya’da…
Deden zengin, ne dert edersin!” diyenlere aldırmıyorum.
Yalnızlık duygusu çıkmaz çocuğun içinden!..
Endişe…
Yalnızların yol arkadaşı, sığınağı…
Tedbirden kalesi.
Yıllar geçiyor; işte kaderde gazeteci olmak varmış, o hattan yürüyoruz.
Hep endişeli, hep gergin…
Yarın işsiz kalacakmışım endişesi…
“Normal” insanlar bir çalışıyorsa, ben bin.
Ve tasarruf…
Aşırısı cimrilik oluyor, yokluğu israf hastalığından…
Müsrif adam, kötü adam.
Etrafımda, güç belâ geçindiğini söyleyenler var.
Yaşantılarına bakıyorum, kimileri gerçekten sıkıntıda.
Kimileri de, olmadığını söylediği parayı öylesine rahat harcıyor ki…
Akşamları kahvehanelere gidip okey oynamalar, nargile tüttürmeler…
Sigara dersen, parmakta aksesuar!
Aile hayatları da ona göre, anne baba tasarruf etmeyince çocuklar da yayıyor!
X
Ben, hep tasarruf ediyorum.
İki alırsam, bir buçuğunu harcamak, yarımını biriktirmek, tedbir gereği.
Yatırımcı ruhum yok bende, sadece biriktirmeyi biliyorum.
Ticaret kabiliyeti Allah vergisi, o yok.
Tasarruf edebilme kabiliyeti çok.
Caddeden geçerken, “Ye beni!” diyen güzelim yiyeceklerin kokuları geliyor burnuma…
Evliyim.
Çocuklarım var.
Onların rızkını yiyecekmiş gibi hissediyorum kendimi.
“Boş ver!” diyorum.
“Sanki yedim!”
“Evde yerim.”
Gazetecilik hayatım çalkantılı…
28 Şubat en çalkantılı dönem.
Zor zamanlar…
Yıllar geçiyor.
Memlekette anarşi yok, siyasi istikrar var.
Anadolu’ya dolar yağıyor.
Ekonomi rahat gibi, “Harca Türkiye!” manşetlerini görüyoruz.
Dar gelirli denilebilecek vatandaşlar, banka kredisiyle konut alıyor, dahası bazılarının sıfır araba çektiklerini görüyorum altlarına…
Kimilerinin bir eli yağda bir eli balda.
Sıkıntı çekenlerin bir bölümü de, “taksitle” tatile gidiyor.
Bankaya borçlan, tatile git!..
Bir hafta denizde yüz, bir sene derini yüzsünler!..
“Bas bas paraları Layla’ya, bir daha mı gelecen dünyaya!” diyorlar.
Olur mu?
Olmaz!..
Pakistanlı gibi üretip, İsviçreli gibi yaşamak!..
Yıllar yılı böyle oluyor.
Bolluk yılları; parası olmayan kredi kartına yüklenip istediğini alıyor.
Giyilmeyecek kıyafetlere, fonksiyonlarından istifade edilmeyecek ithal cep telefonlarına dünyanın parasını veriyor nice vatan evlâdı.
Havası varmış.
İnsan altındaki arabaya, elindeki cep telefonuna göre itibar görürmüş…
“El âlem ne der!” miş!..
Bende işimi görecek çapta, “sıradan” denilen cep telefonu.
Etrafım dalga geçiyor.
“Ayfon bilmem kaç” yakışırmış bana!
Telefonun da yakışanı varmış.
Bir gün, bunalımdayım…
Hiç yapmadığım bir şeyi yapıyorum…
Pahalı giyim markalarından birine “oradaki tanıdığa” güvenip gidiyor ve kendime üç beş takım alıyorum.
İndirim yaptığını söylüyor bana tanıdık, aldanıyorum.
Saçma sapan renklerde, tuhaf şeyler!..
İsrafın pişmanlığı çöküyor yüreğime…
Hâlâ sakladıklarım var, o saçma sapan renkli, saçma sapan modelli kıyafetlerden.
İnsan insanın kurdu, tasarrufçu tarafıma dil uzattıkça etraf, yoldan çıkmanın eşiğine geliyorum!..
Şükür, oradan dönüyorum da kurtarıyorum vaziyeti.
Bugünlerde sık sık gündeme gelen “tasarruf”, “para sıkılaştırma” politikalarını ben uzun yıllardır, hatta kendimi bildim bileli uyguluyorum yani…
Dünya, “Plândemi”den bu yana bambaşka bir dünya.
Hiçbir şey eskisi gibi değil.
Her küresel kriz, Türkiye’nin üzerine çöküyor.
Yapısal sıkıntılarımız da, bizi iyice zora sokuyor.
Önümüzdeki süreçte, “para sıkılaştırma” işleri iyice sıkılaştırılacak.
Para, aslanın ağzından kuyruğuna inecek!..
Bu devirde, ben iyice “Sokaklarda yalnız yaşayan çocuk” moduna girmiş bulunuyorum.
Ondan kıs, bundan kıs!..
Cimriliğe kaçmadan al tedbirlerini!..
“Haram helal fark etmez” diyenler rahat, bir de ticareti çok iyi bilenler.
Aşırı zenginleşmelerin hepsi, haramdan değilse de, çoğu haramdan.
Bazıları, alım-satım işlerini çok iyi beceriyor.
Bir yerlerden tarla, arsa alıp satarak ciddi paralar kazananlar varmış.
Olabilir.
Bu işlere ayıracak kaynağın, vaktin, enerjin, arzun olacak.
Kimilerinin gözü sürekli olarak ekranda, yok şu bu kadar indi, yok bu şu kadar çıktı!
Bu da tahammül işi; indi çıktı ile uğraşmak zor, yıpratıcı…
Kimileri “faiz” hesabı yapıyor, Allah muhafaza…
Faizden kazandım zanneden, her iki dünyada da kaybeder, misali çok.
Sokaktaki vatandaşlar arasında ciddi mânâda sıkıntı çekenler var.
“Ev sahibi çıkartırsa yandık!” diye kara kara düşünenler var.
“Bir evim daha olsun da, kira geliri geçinmeme yardımcı olur!” diye düşünen ev sahipleri de, eski kiracılardan yana dertli.
Bebek oluyor, masraflar iyice artıyor.
Her adım para, her adım dert.
Bunlar var.
İzleyenler biliyordur; emeklisinden asgari ücretlisine kadar “maddi yönden dertli” vatandaşlarımızın yukarılara ulaşan sesi olmaya gayret ediyoruz.
Bundan dolayı da “dostlardan” bile, kızanlar oluyor!..
Varsın, kızsınlar da…
Bir de başka tarafı var işin.
Tiryakiler kızmasın, şu sigarayı bırakın arkadaş!..
Yok, “dertliyim, alışmışım!”
Bizim “Aşağı Maldivler”in iyice aşağı taraflarında kahvehane dolu.
Taaa köyden kalkıp “kâğıt oynamaya” gidiyorlar oralara…
Hesap kaldığında, yani yenildiğinde ciddi paralar ödüyormuş benim köylüm.
Bir de…
“Kahvehane nedir bilmem, burada çalışır, ailemle birlikte harcarım, en büyük zevkim de, ailemle, komşumla çay sohbeti” diyenler var.
Bakıyorum; her gece kahvehane takılanın iki yakası bir araya gelmiyor; çalışıp çabalayıp, ailesiyle dinlenenin parası, pulu bereketli.
Oralar bir yana; buralarda Çukurambar vaziyetleri var.
Şükür tek kuruşum gitmemiştir oralara.
Cömertlik güzel, israf berbat.
Biz, nesilleri israf ediyoruz; on milyon üniversite öğrencisi de nedir Allah aşkına…
Nesilleri israf ediyoruz ve kaynaklarımızı…
Alın teriyle kazanmak zor, zevk için harcamak kolay.
“Ne zevki, karnımızı doyuramıyoruz!” diyenlere saygı, selâm.
Elbette, sıkıntı çeken milyonlar var.
Elbette memlekette gelir adaletsizliği var.
Amma velâkin…
Bir de, düşünmeden harcayanlar…
Durumları buna hiç de müsait olmadığı halde böyle yapanlar.
Şimdilerde, düğün salonu parası 1 milyonu buluyormuş.
Şöyle mütevazı bir salonda düğün bile 400 bine patlıyormuş.
Eskisi gibi, “takılardan gelir nasılsa” durumu da yokmuş; akrabalar en ucuzundan takabiliyormuş.
“Düğün yapmasanız da müftülükten, nikâh dairesinden gitseniz ne olur?” diye sorduğumda,
“El âlem ne der!” karşılığı geliyor genellikle.
İşimiz gücümüz, “El âlem ne der!”
Ben…
İstanbul sokaklarında yalnız dolaşırken, el âlemden fayda olmadığını çok iyi anlamış bir vatan evlâdıyım!
Milat / Serdar Arseven