Eski Müslümanlar, yaşadıkları toplumun sapıklıklarına rağmen o insanları kendi hallerine bırakıp sadece iyi niyetleriyle Müslüman kalabileceklerini düşünmediler. İslâm’ı sadece yerine getirilmesi gereken ritüeller olarak değil, hayatın her alanında olması gereken bir rehber olarak gördüler. İslâm, Müslümanlara Allah tarafından gönderilmiş bir nizamdı. Onlar, İslâm’ı böyle anlamışlardı ve bu yüzden de ömürlerini cihadla geçirmişlerdi. Yazar Muhammed Kutub, bu gerçekten yola çıkarak eserinde Müslüman olmanın ne demek olduğunu açıklıyor.
Muhammed Kutub, üniversitede psikoloji üzerine eğitim alırken İslâmî araştırmalarda da bulunmuş biridir. Abisi Seyyid Kutub, Mısır liderlerine suikast suçlamasıyla tutuklanıp idam edilmiştir. Muhammed Kutub’un idam cezası ise affedilmiştir. O da serbest kaldıktan sonra Suudi Arabistan’a iltica etmiştir. Yazar, 4 Nisan 2014 yılında vefat ederken arkasında “evlatlarım” diye adlandırdığı eserlerini bırakmıştır. “Biz Müslüman mıyız?” isimli eser de bu fikir adamının “evlatları”ndan biridir.
Bazıları dinin sadece Allah ve kul arasında kalması gerektiğini, sosyal hayatta bir yeri olmadığını söyler. Peki, ama gerçekten öyle midir? Ya da bu sözler Müslümanların akıllarına nereden geliyor? Muhammed Kutub, bu tür düşüncelerin kökenine inerek gerçek anlamda Müslüman olmanın ne demek olduğunu yalın ve etkileyici bir üslupla anlatıyor.
Zira ona göre gerçek bir Müslüman dindeki bu sapmaların ilk olarak kimler tarafından, ne amaçla ortaya atıldığını bilmeli, kendini ve toplumu ona göre korumalıdır. İlk Müslümanlar, bu gerçeği anladılar ve toplumun kurtuluşunun Allah’ın yolunda olduğuna inandılar. Onlar bunu başardılar. Peki, ya biz? Biz bunu nasıl başaracağız? Her şeyde olduğu gibi bu sorunun cevabını da Allah Teâlâ, Kuran-ı Kerim’de veriyor ve diyor ki: “(Kâfirlere ve zalim düzenlere karşı) Sakın gevşeklik göstermeyin, ümitsizliğe düşmeyin. Eğer gerçek müminlerden olursanız zaten en üstün sizsiniz. (Ve galip geleceksiniz).”
Kitap özetinden bölümler:
İslâm Nedir?
Evvelki Müslümanların İslâm anlayışı bizimkiyle aynı değildi. İslâm, yerine getirilmek zorunda olunan birtakım ibadetler dizisinden öteye geçemedi bizim için. İbadet ederken Allah’a dönüyoruz ama sonrasında hayatın herhangi bir ihtiyacını karşılamak üzere yüzümüzü başka bir yöne çeviriyoruz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem), sahabeler ve onlara tabi olanlar ise her an Allah’ın huzurundaydılar. “La ilahe illallah” sadece bir cümle değildi onlar için. Bu sözle anlıyorlardı ki: Her şeyin sahibi O’dur, her şey O’nun kontrolündedir. İbadete layık olan yalnız O’dur. Hayatı veren de ölümü veren de O’dur. Başkasından korkmak, başkasından medet ummak şirktir. Hâkim de O’dur Malik de. Yerde ve gökte O’ndan başka hiçbir güç yoktur. Yalnız O vardır. İşte o inanlar, her “La ilahe illallah” dediklerinde kalplerine de bu manaları işliyorlardı. “Muhammedun Resulullah”ın manası ise başka bir deryaydı. Allah’ın emirlerini bilmek için emirlerin tebliğcisi olan Hz. Muhammed’i dinlemek gerekmektedir. Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Allah’ın emirlerinin nasıl uygulanacağını gösteren bir rehberdir, karanlıkları aydınlatan bir ışıktır. Karanlıklar arasında yitip gitmek istemiyorsak O’nun ışığını terk etmemeliyiz.
Müslümanlığa giriş cümlesi olan kelime-i şehadet ise dilde sözdür, ancak kalpte hiç sönmeyecek olan bir nurdur. İslâm, kalplere yerleşirse insanın hayatını değiştirir, yolunu nuruyla aydınlatır. O salih Müslümanlar anlamışlardı ki pratikte olmayan iyi niyetler, sadece dildeki sözler, insanı Müslüman edemez. Nitekim Peygamberimizin de buyurduğu gibi iman süslü temennilerle değil kalplere işlenmesiyle vücut bulur. Fikirler de güzeldir fakat yeterli değildir çünkü fikir sadece bir potansiyeldir. Bu potansiyelin fiile dönüşmesi gerekir ki ortada bir ilerleme olsun. Bununla birlikte potansiyel halindeki bir fikrin ne kadar gücü olduğu bilinemez, çünkü kendini engeller karşısında hiç denememiştir. Kimi zihnimizde kimi hayatımızda olmak üzere niyete karşı direnç gösteren bazı engeller bulunabilir. Allah’ın nizamına uygun bir yaşam için evvela niyetimizin kuvveti, dirençlerinkine en azından eşit olmalıdır. Tek başına niyetin, nefsi kuvvetlere direnç göstermesi zordur. Sahabeler de bu gerçekliği anlamışlardır ve hayatlarını İslâm’a göre organize etmek için büyük bir çaba göstermişlerdir.
İyi niyetin en önemli kusuru kendimizi kandırmamıza sebep olmasıdır. Tek bir dokunuşla dünyayı yerinden oynatabileceğimizi düşünürken gerçekte bir odun parçasını dahi kaldıracak gücümüzün olmadığını bilmemektir iyi niyet. Bir insan temiz kalpli olabilir ve Allah’ın rızasına uygun yaşaması gerektiğine inanabilir. Ama bazı arzularından vazgeçmek, alışkanlıklarını terk etmek mecburiyetinde kaldığında bu niyetin gücü nedir?! Tabii ki niyetimiz iyi olmalı fakat bu niyet atıl olmamalı. Çünkü enerjiye dönüşmemiş bir niyet tek başına bir kıymet ifade etmez. Bu nedenle sadece niyetle yetinmeyerek pratik hayatta da bunu aktif olarak göstermek gerekir. Kuran-ı Kerim’de sadece “iman edenler” denmiyor “iman edip salih amel işleyenler” deniliyor. Evvelki Müslümanlar bu gerçeği idrak edip dini, hayata tatbik etmeye çalıştılar yani boş temennilerle oyalanmadılar.
Niyet eylemsiz, eylem de niyetsiz olmaz. Bunlar bir sütunun iki yüzü gibidir. İlk Müslümanlar canları pahasına İslâm’ı gerektiği şekilde yaşadılar. Burada şunu da unutmamak gerekir ki insan zayıf yaratılmıştır. Bu nedenle ayağımız takılırsa, zaaflarımıza yenik düşersek hemen tövbe kapısına gitmeliyiz. Allah, niyetlerini aksiyon haline getirmeye çalışırken ayakları kayan ve ardından hemen toparlanıp bağışlanma isteyenlerin tövbesini kabul eder. Evvelki bir avuç Müslüman, İslâm’ı öyle güzel yaşadı ve hayata geçirdi ki içlerinde yer aldıkları toplumun sapık görüşlülerinin dahi gönüllerine iman gerçeği yerleşti. Hz. Muhammed’in kısa bir zamanda yaptığı değişimler büyük bir başarıdır.
Hayat planında dini, dünyevi diye bir ayrım olmamalı her şeyin kökü dine bağlı olmalıdır. Sadece bireysel hayatın değil, toplum hayatının da Allah’ın kanuna uygun olması gerekmektedir. Devlet de asker de hazine de Allah’ındır. İslâm doktrini hayatın her köşesini kuşatmalıdır. Zaten İslâm’ın her şey için bir nizamı vardır; alışveriş, borç, boşanma, rehin bırakma, evlilik, miras… Toplumun kanunları, Allah’ın kitabı ve Resulünün sünnetine göre organize edilmelidir. Böylece halkın, yöneticiler konusunda da aklı karışmaz. Kriter çok açıktır: İslâm’ın yolunda gidiyor mu gitmiyor mu? Nitekim ilk Halife Hazreti Ebubekir, “Ben Allah’ın ve Resulünün yolunda olduğum sürece bana itaat edin. Onların kurallarından birine bile asi olursam bana itaat etmenize lüzum yoktur.” demekle meseleyi özetlemiştir. Toplumun düzeni, mutluluğu İslâm’a uymaktadır. Her şeyin en doğrusunu bilen Allah’ın kurallarında mutlaka bir hayır vardır. Allah’ın kanunları kimsenin çıkarına göre değildir, beşerin kanunları ise mutlaka birilerinin lehine birilerinin de aleyhinedir.
İslâm, insanın fıtratına en uygun olandır. Zaman değişse de Allah’ın kanunları eskimez. Çünkü her ne olursa olsun günün sonunda insanın temeli aynıdır: Erkek erkektir, kadın da kadındır. İslâm, insanın ihtiyaçlarına cevap veren geniş metotlar ortaya koymuştur. Yani çerçeveyi çizmiş ve zamana göre değişik hallerde olabilecek konuların resmini de çerçeveye uygun bir şekilde yerleştirilmesine de müsaade etmiştir. Ama bu resim çerçeveden büyük olmamalıdır çünkü ezilir, küçük olmamalıdır çünkü boşluk kaldır. Buradan da anlaşılıyor ki İslâmiyet sadece zekât, oruç ve namaz gibi ibadetlerden ibaret değildir. İslâm, her şeye hükmedebilecek derinliktedir. İbadet, insanın tüm hayat yoludur. Namaz, oruç ise bu yoldaki duraklardır. İstasyon yolda ara sıra durmak, enerji toplamak, ihtiyaçları temin ettikten sonra yola devam etmek içindir. Duraklarda harcanan her emek de ibadettir. İbadetin değeri, hayatı bütünüyle kuşatan bu derin manasından gelmektedir. Hayatta her işte Allah’ın rızası aranmalıdır, müracaat edilecek tek prensip O’nunki olmalıdır. Yoksa kalbin takvayla dolmasına sadece rükû ile secde yetmez. Namaz bitince de insanda hırs ve düşmanlık arzuları kabarabilir. İnsan, ibadet istasyonunda yolunu şaşırmış olabilir. Bu yolda Allah’a karşı sadakat şarttır. Müslüman sadece şahsi hayatıyla değil toplumdaki engelleri aşmak için de gayret sarf etmelidir. İlk Müslümanlar, İslâm’ın kendilerine yüklediği ferdi ve içtimai görevleri iyice anlamışlardı. İslâm onlara hem bireysel hem toplumsal hayatlarında her hata karşısında uyanık olmalarını emretmiştir. Müslüman, Allah’ın huzurundaki amel kontrolünden önce kendisini her an kontrol etmelidir. Önceki Müslümanlar bu idrak ile yaşadıklarından yeryüzünün en büyük kuvveti oldular. Kendilerinden zahiri olarak daha güçlü olan düşmanlarının karşısında da güçlüydüler çünkü biliyorlardı ki iman güçtür ve zafer muhakkak kendilerinindir.
Sapmanın Nedenleri
Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatı ve Müslümanlar üzerindeki doğrudan etkisinin kalkmasıyla birlikte Müslüman toplumu dindeki yüksek statüyü uzun süre koruyabildi mi? Bu soruya evet, demek gerçekçi olmaz. Ancak Resulullah’ın vefatının doğrudan bir etkisi olduğunu söylemek de doğru olmaz. Mucizelerin ortadan kalkmasıyla inanç da yok olur dersek insanın yaratılışındaki değeri küçümsemiş oluruz. Öte yandan hiç mümkün müdür ki Allah; elçisine bir kitap indirsin, bir ümmet yaratsın, onlara yeryüzünde kıdemli görevler versin, onları kitabında bildirdiği ilke ve kurallara göre terbiye etsin ve sonra tüm bunları sadece kısa bir süre için gerçekleştirsin! Yeryüzünde yaşayan fani varlıklar bile sonu gelmeyecek işlerle uğraşmaktan uzaktır. Kaldı ki Allah böyle bir iş yapsın! Müslüman toplumun, İslâmî ilkelerden uzaklaşmasının nedeni sadece Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) vefatı değildir. Tabii ki O’nunla beraber ulaşılan seviyeyi koruyamamak ve bu seviyenin bir miktar düşmesi doğaldır çünkü Resulullah’ın doğrudan tesiriyle Müslümanlar şahsiyetlerinin çok ötesinde bir mertebeye ulaşmışlardı.
İslâm ile Resulullah’ın şahsiyeti kesin sınırlarla ayrılmıştır. “Ey millet! Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) tapanlar bilsinler ki O ölmüştür. Kim Allah’a ibadet ediyorsa o da bilsin ki Allah asla ölmeyecektir.” Bu sözler Resulullah’ın vefatından sonra Hz. Ebubekir tarafından söylenmiştir. İslâm, Allah’ın ebedî hükmüdür. Bu nedenle İslâm’ın insanlar üzerindeki etkisi süreklidir. İslâm, Allah ile kul arasında doğrudan bir bağlantı sağladığı için Müslümanlar O’nun emirlerine uyar ve ruhlarını O’nun istediği şekilde terbiye ederler. Şanlı Resulün şahsiyetinden gelen tesir, ömrü ile sınırlı değildir. O’nun insanın yüce aynası olma özelliği ebedidir. Yeter ki insanlar bunu unutmasınlar. Bu nedenlerle Resulullah’ın vefatından sonra da İslâm devam etmiştir. Evet, o örnek dönem aynen sürdürülememiş olabilir. Nitekim Allah’ın ilminde bu örnek dönem için sınırlı bir süre belirlenmiştir. Gelecek nesillerin böylesine şanlı bir zamanı bilmesi, kendine örnek alması için bu dönemin yaşanması gerekiyordu. İnsanlar zamanla yoldan saparlar ve zayıflamaya başlarlarsa bu örneğe göre İslâm’ın eski canlılığını ve gücünü yeniden kazanabilirler. Bize göre örnek çağın yaşanmasının hikmeti budur. Müslüman ümmetinin Müslüman olarak devam etmesi, tüm dünyaya yayılması ve bu ümmetin İslâm’ın ilkelerini benimseyerek bu doğrultuda yaşaması amaçlanmaktadır. Oryantalist Wilfred Cantwell Smith’in de dediği gibi İslâm’ın halk arasında adaleti yayma çaba ve girişimleri bu konudaki en ciddi ve gayretli faaliyetlerdir. Oryantalistler; İslâm çizgisinin hayatın birçok farklı yönüne uzandığını ve Avrupa’nın kalkınma hareketine ışık tuttuğunu, Avrupalıların Haçlı Seferleri ile Endülüs (İspanya) ve Kuzey Afrika’daki İslâm üniversitelerinden çok şey aldıklarını kabul etmekten çekinmemektedirler. Bu nedenle bazı Müslümanların İslâm’ın, Resulullah’ın vefatından sonra sona erdiği varsayımları doğru değildir. Bununla birlikte İslâm tarihinde deyim yerindeyse “adi bir devir” de başlamıştır. Bu sapma çizgisinin başlangıç tarihi çok eskidir. İslâmî sistemin temellerindeki ilk çatlak, Emeviler döneminde kendini gösterdi. O zamanın hükümeti, halkla ilgili bütün meselelerde Allah’ın şeriatını hâkim kılarak ilerlemeyi kabul etse de şahıslarını ve akrabalarını ilgilendiren işlerde durum değişiyordu ve Allah’ın hükmünü geçersiz kılıyorlardı. Şüphesiz bu kötülüktür! Ancak bu durum cüz’i idi ve devlet merkezinin dışına çıkmamıştı. Müslümanlar günlük yaşamlarında bu yozlaşmadan çok fazla etkilenmemişti. Halk, İslâm’ın ilkeleri aracılığıyla hayatlarını yeniden canlandırdı ve İslâm çizgisini dünyanın her köşesine taşımak için canla başla çalıştı. Bir mümin, Müslüman bir ülkede kendisine gösterilen yardım ve sevgiden anlamalıdır ki Müslümanlar kardeştir. Müslümanlar, insan hayatını sürekli yönlendirecek tek etkinin Allah’ın şeriatı olduğuna inanırlar. İslâm adına hayatın her alanında tarihe kaydedilen fetihler hep bu bilincin sonucu olmuştur.
Emevilerden sonra Abbasiler dönemi başladı. Onlarla birlikte Acemler de devletin kuruluşuna ve siyasi idaresine katıldı. Bu sırada İslâm’a aykırı bazı yabancı unsurlar İslâm dinine sızdı. Devletin merkezinde çeşitli suçlar ve ahlaksızlıklar vardı. Özellikle hilafet ve taşra konutlarında ve onların yakın çevrelerinde emek ve çalışma esasları terk edilmiş, eğlence ve fuhuş yaygın hale gelmişti. Bu ahlaksızların Müslüman toplumu üzerinde az da olsa bir etkisi olduğuna şüphe yok. Alkol ve eğlencenin yaygın olduğu başkentin saraylarına büyük bütçeler ayrılırken âlimler rahat ve şatafattan uzaktı. Bu âlimler, çeviri ve telif çalışmaları ile meşgul olmuş ve bilimsel araştırmalarını gözlemevlerinde, işyerlerinde ve özel araştırma laboratuvarlarında sürdürmüştür. Örneğin; fıkıh âlimi, ilmî konularla ilgileniyor ve derinleşerek İslâm’ın ruhuna tamamen uygun yeni ilaveler yapmaya çalışıyordu. Coğrafyacılar, bu uçsuz bucaksız dünyayı keşfetmek için seyahat ediyor ve tahminleri aşan bilimsel eserler ortaya koyuyorlardı. Doğu’dan Batı’ya, kıyıdan kıyıya, milletleri İslâm’a davet eden bir başka grup yükseliyordu. Mücahitler savaş meydanlarında İslâm düşmanlarıyla savaşıyorlardı. Öte yandan halk da İslâm’ın ruhuna uygun olarak şehirlerde, kasabalarda ve çöllerde yaşamakta, İslâmî kurallardan asla sapmamaktaydı. Burada onların tüm eylemleriyle ideal bir toplum olduklarını söylemiyoruz. Bu toplumda iyinin kötülüğe galip geldiğini, ilerleme ve gelişme çabalarının bayağılaşmayı önlediğini belirtmeye çalışıyoruz.
Her iki dönemde de yani hem Abbasiler hem de Emeviler döneminde sosyal hayatta İslâmî meseleler üzerinden çeşitli bozulmalar yaşanmıştır. İslâm hem içeriden hem de dışarıdan korkunç olaylarla yüzleşmek zorunda kaldı. Bir yanda taht rekabeti, diğer yanda Moğolların ve Tatarların saldırıları ve diğer yanda Haçlıların amansız taarruzları… Yine de hiçbir güç İslâm’ı ortadan kaldırmayı başaramadı. Ehl-i Salib ellerindeki tüm imkânlarla Müslüman dünyasını yenmek için bir asır harcamıştır. Müslüman toplumu zayıflayıp donsa da bir süre sonra bir saldırılara tahammül etmeyi öğrendi ve bilincini yeniden kazanarak direnme gücüne kavuştu. Nihayet İslâm, yanlış ve kısıtlayıcı tutumları terk ederek ilerlemeye başladı. Ve beşer hayatında yeni bir çağ başlatmayı amaçladı. Bununla birlikte İslâm’ın bu sevindirici gelişimini gören Haçlı emperyalizmi hızla harekete geçti ve can düşmanına hayat hakkı vermek istemedi. Haçlı emperyalizmi dünyadaki tüm şeytanlarla birleşti ve elinden geleni ardına koymadı. Bu sefer iş başkaydı çünkü sadece orduyla değil ilimle de savaş açtı. Misyonerler, Müslümanları Hristiyanlığa çeviremeyince onların İslâm’a geçmesini engelleyecek bir yöntem keşfettiler: İslâmî eğitimi çarpıtmak ve daha sonra bu bozuk formda Müslümanların zihnine sokmak.
Müslüman dünyasında Haçlı emperyalizmi alevlenmeye başlayınca Müslüman cemaatinin dağılması da son sınırına ulaştı. Artık İslâm’ın yükselişinde veya çöküşünde duyulmamış garip fikirler etrafta dolanıyor. Örneğin “Müslüman olmam gayrimüslim bir sistemden ekonomik sistem benimsememe engel değil” diyen Müslüman erkekler ve “Son moda, arkası açık, üstsüz elbiseler giymeme Müslümanlığım engel değil” diyen Müslümanlar kadınlar türedi. Daha da kötüsü, İslâm dairesinden çıkıp dinin gericilik olduğunu, büyümek için yeni önlemler alınması gerektiği söylendi. Bütün bunlar Haçlı emperyalizminin iki asırlık uğraşının sonucudur. Aslında Haçlı emperyalizmi bunu tek başına yapmıyor. Yanında bir de maddi akım var. Bu akım toplumdaki bu sözde gelişmelerin, çeşitli teorilerle açıklamasını da yapıyor ve ismine “ilericilik” diyor.
DünyaBizim.com