Alev Alatlı – alevalatlı.com.tr / 02.12.2020 Dünya Bülteni
İtiraf etmeliyim ki, Şahin Alpay’ın yakıcı öfkesinden(1) olmasa, İsveç, 1987 İran-Kontra skandalından ki, bardağı taşıran son damladır, bu yana defteri dürülmüş bir ülke olarak gündemimden tümüyle düşmüştü.
Ne, ’78 kuşağı muhaliflerine kucak açmış olması, ne Pamuk’u malûm ödülle onurlandırması, ne de Banu Avar’ın TRT’deki programı, tutumumda bir değişiklik yaratabildiydi. Umursamazlık kalkanımı delen, Alpay’ın öfkesinin uyandırdığı haset! Doğrusu, İsveç’in kendisini her koşulda savunabilecek, Türkiye’nin önde gelen gazetelerinden birisinde sütun sahibi, ünlü bir aydın yetiştirmiş olmasını çok ama çok kıskandım! Darısı başımıza da diyeceğim ama hangi İsveçli (ya da Batılı!) tanınmış bir sütun yazarı kalkar da Türkiye’yi eleştiren bir televizyon programını “…benim dokuz yıl süreyle içinde yaşadığım ve yakından tanımak fırsatını bulduğum Türkiye’ye hiç ama hiç benzemiyordu” gibisinden, mükemmelen öznel bir değerlendirmeyle topa tutabilir?
Herneyse. Kendi adıma söz konusu ülkeden bütünüyle soğumama neden olan olaylar silsilesinin ilklerinden biri, ‘80li yılların başında İsveç’in 40 yıl süreyle resmi devlet politikası olarak uyguladığı “zorunlu kısırlaştırma” kampanyasının 1976’a kadar sürmüş olduğunun ortaya çıkması oldu! Bu süreçte 62,000 İsveçli, “İsveç halkının kalitesini iyileştirmek” amacıyla kısırlaştırılmışlardı! Kimler? “Karışık ırklar,” düşük zekâlılar, sakatlar. “İstenmeyen genler”inin gelecek nesillere transfer edilmesini önlemek için, devlet tarafından zorla kısırlaştırıldılar. Kısırlaştırmanın, zaptırapt altına alınamayan düzen muhaliflerine, hafif meşreplere, uygunsuzlara uygulandığına dair deliller de ayrıca mebzul miktardaydı.(2)
Şimdi, “karışık ırklar” tanımlamasının, masum okura “nasıl yani?” dedirtebileceğinin farkındayım. Efendim, İsveç, “eugenics” yani “insanının ‘olumlu’ niteliklerini yüceltmek, ‘olumsuz’ niteliklerini bastırmak”la iştigal eden “bilim”de hayli ustalaşmış bir ülke olup, İsveç Irksal Biyoloji Enstitüsü, Stockholm’de 1920’de açılmıştır. Nitekim, sözkonusu televizyon programında Alpay’ı onca kızdıran “soykırım” bahsinin(3) mağdurları Samilerin “genetik mirasları,” “Saf Irk” düşüncesine meftun Aryanist Alman meslektaşlarıyla sıkı işbirliği içinde olan İsveçli genetikçiler tarafından uzun uzun incelenmiş, “en sık rastlanan Sami MtDNA (kadın) haplotipinin U5b1 olmakla birlikte V tipine de sıkça rastlandığı” tesbit edilmiş ve bu tesbitleri, Wikidepia kadar yaygın ansiklopedilerde bile yer alabilmişlerdir. Anlayabildiğim kadarıyla, araştırma sonuçları, Samileri aklar (!) “kadim Avrupa halklarından birini temsil ettiklerini” ispatlar mahiyettedirler.
İspatlamamış olsalar ne olur, dediğinizi duyar gibiyim. Kim, daha da önemlisi, neden, buz üstünde ren geyiği kovalamaktan başka günahı olmayan gariban bir azınlığın genleriyle uğraşsın, değil mi? Eğer, İsveç gibi, “eugenics”le iştigal eden bir ülkeyseniz, uğraşırsınız. Nitekim, “nüfusuyla kıyaslandığında, İsveç, Nazi Almanya’sından sonra en çok sayıda kısırlaştırmanın yapıldığı ülkedir…” Ve, Samiler şöyle dursun, “1934-1976 yılları arasında yürürlükte kalan İsveç Kısırlaştırma Yasası uyarınca hadım edilen 62,000 kişinin %90’ı kadındır. Kırk yılı aşkın bir süreyle İsveç işçi sınıfının ‘marginalized’ (yani, “önemsizleştirilmiş,” toplum dışı edilmiş) genç kadınları, zorla kısırlaştırılmak tehlikesine maruz kaldılar… 15 yaşındaki ‘teenager’lar, dans salonlara gitmek gibi ‘suçlar’dan kısırlaştırıldılar. 1960’da bir kadın, motosiklet çetesine dahil olduğu için kısırlaştırıldı. Zorunlu kısırlaştırılma, yetimlerin yetimhanelerden salınaverilme koşullarından birisiydi…”(4)
Güler misiniz, ağlar mısınız bilmem ama Kısırlaştırma Yasasını yürürlüğe koyan, İsveç Sosyal Demokrat Partisi, yani SAP’tır. Nitekim, yasa, SAP’ın “Welfare” Kapitalizminin İsveç Modeli dedikleri (welfare kapitalizminden murat, refah ya da sosyal yardımlaşma kapitalizmi) başlatmasından hemen sonra geçirildi. Bahse konu model, Alfred Nobel’inki gibi “devasa şirketler ve işçiler arasında ulusal birlik” hedefliyordu ki, bu, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kendisini Demokratik Sol’un kalesi, parlayan ışığı, hatta “ikonası” olarak parlatan İsveç’in parmak ısırtan bir takiyesi olsa gerekirdi! Nitekim, “…pek dillendirilmemekle birlikte, İsveç’in Faşist bir ülke olarak nitelendirilmesini haklı gösterecek çok sayıda sağlam neden vardır.”(5)
İsveç’e kim, ne cür’etle faşist diyebilir? Alpay’ın hışmını daha fazla çekmeden, hemen açıklamalıyım: Siyaset bilimciler! Nedeni, 1932’de iktidara gelen (ve daha bu yılın 2006 Eylül seçimlerinde merkez-sağ kıpırdayıncaya kadar) tam 65 yıl süreyle İsveç’te iktidarda kalan Sosyal Demokratların program ve politikalarının İsveç’i bir ‘folkhemmet’e (Almanya’da ‘Volksheimat’) dönüştürmeyi hedeflemiş olması. Şimdi, “folk” ya da “volk” sözcüklerini diğer dillere olduğu gibi Türkçe’ye de çevirmek zor, çünkü “halk” ve “ırk” (6) kavramlarını bütünleştiren bir kelime; bu bağlamda, “folkhemmet” kültürel ve genetik nitelikleri mustakar (homojen) olan İsveçliler için “yuva” teşkil edebilecek bir yapılanmaya yöneliş anlamına geliyor. Vurgulamaya çalıştığım, İsveç sosyal demokratlarının ideolojilerinin ırkçılıktan azade olmadıkları ve “folkhemmet”in sadece belirli bir ırka “den Svenska folkstammen”e yani İsveç ırkına dahil olanları kapsadığı, Tomedal Finlileri gibi azınlıkları kapsamadığıdır.
İlk kez 1910 yılında Rudolf Kjellen tarafından “Staten som livsform” yani “Yaşayan bir Varlık olarak Devlet” isimli kitapta dillendirilen ve İsveç Modelinin çekirdeğini oluşturan “folkhemmet” kavramı, özünde ve esasında “tüzel” (corporate) veya “birleşmiş” (collectivist) Faşist Devlet’in tanımlayacı niteliğidir; ve dolayısıyla, Faşizm gibi, İsveç Modeli de, Komünizm ile Kapitalizm arasında, Üçüncü Yol olarak ortaya çıkmıştır.
Yeri gelmişken: Türkiye gündemine çok yabancı olduğu için “korporasyonculuk” olarak çevirmek zorunda kaldığım (İtalyanca ‘corporativismo’dan) “corporatism” ya da “corporativism,” siyasi gücün ekonomik, endüstriyel, tarımsal ve meslek örgütlerine hasredildiği siyasi ya da ekonomik sistemleri tanımlar. Günümüzdeki “şirket” kavramını aşan bu sivil korporasyonlar, kendi iç-hiyerarşileri olan, seçilmemiş gruplanmalardır ve amaçları kontrolları altında tuttukları toplumsal veya ekonomik yaşamı denetlemektir. Örneğin, çelik korporasyonu, çelik işi yapan tüm patronların ortak bir fiyat ve ücret politikası saptamak üzere biraraya geldikleri bir karteldir. Siyasi ve ekonomik gücün böylesi grupların elinde toplanmış olması, “tüzel” yani “corporate” devlete işaret eder. (MHP’nin ‘70li yıllarda önerdiği “9 Işık” doktrinin tam da bu sebepten kınandığını hatırlatayım.) Nitekim, hangi ansiklopedide baksanız, “korporasyonculuk” sizi “Faşizm” maddesine yollar.
Faşizmin en iyi ifadesini Mussolini yönetiminde bulduğu malûm. Mussolini, İtalyan işveren ve işcilerini, işkollarına göre önce yerel sendikalar şeklinde örgütlemiş, yerel sendikaları da ulusal federasyonlar şeklinde birleştirmişti. Böylece, tarım, ticaret, endüstri, banka vb. sektörlerin oluşturduğu 22 korporasyonun en üst düzey temsilcileri devlet aygıtına eklemlenmiş, ekonomik faaliyetleri düzenlemeye, hizmet ve ürünlerin fiyatlarını belirlemeye, işçi-işveren çatışmalarında hakemlik etmeye koyulmuşlardı. Öte yandan, Faşizmin tüyler ürpertici şöhretini İtalya’da kazandığı, sistemin İkinci Dünya Savaşından sonra gözden düşmüş gibi durduğu da malûm. Malûm olmayan, başta İsveç olmak üzere İskandinav ülkeleri ile Avusturya ve Hollanda’da isim değiştirerek sürüyor olması. Ne ki, yeni adı “neo” korporasyonculuk.
Liberal, toplumsal ya da zümreci (“societal”) korporasyonculuk olarak biliniyor. Bunlardan sonuncusunun ima ettiği, toplumu ırkı bir, ülküsü bir, yeknesak bir halk olarak görmek ki, “Sol”un “S” ile bağdaşmayan bir dünya görüşüdür. Bu bir yana, neo-korporasyonculuk, bireylerin temsil etme ve edilme haklarını yaşadıkları bölgelere değil, mensup oldukları işlevsel işkollarına göre tanır ki, bu, faşizmin olmazsa olmazıdır. Neo-korporasyoncular, ekonomik çıkar guruplarının örgütlenmelerini, ve hükümetin tüm gücüyle desteklediği ekonomik politikaları oluşturmalarını, tartışmalarını, uygulamalarını, yönetmelerini öngörürler. İsveç bağlamında, bu uygulama, İsveçli işverenler federasyonu ile önde gelen işçi birlikleri arasındaki yakın korporatist ilişkiler şeklinde ortaya çıkar. 1930’lu yıllarda 20.yüzyılın başlarında İskandinavya’yı kasıp kavuran sınıf çatışmalarını önlemek gerekçesiyle bizzat SAP ve işçi birlikleri tarafından yapılandırılmıştır. Buna karşın, İsveç’in onyıllardır keyfini sürdüğü Demokratik sol ambalaj, bizim ‘78 kuşağını hayran bırakabilmiştir!
(1) TRT’de Skandal, 18-12-2006 Zaman
(2) Broberg and Roll-Hansen, Eugenics and the Welfare State, 1997 .
(3) (“…Laponların geçen yüzyıllarda kültürel eritme politikalarına hedef oldukları doğrudur. (Geçmişte bu tür asimilasyon, azınlıkları çoğunluk kültürü içinde eritme politikaları izlemeyen Avrupa ülkesi var mıdır?) Ama Laponların soykırıma ya da katliama uğradıkları doğru değildir. Toplam 85 bin dolayında nüfusa sahip olan Laponlar bugün İsveç, Norveç ve Finlandiya’da tam bir dil ve kültür özgürlüğüne sahip oldukları gibi, kendi meclislerini de kurmuşlardır. Bu bilgileri ansiklopedilerden edinmek mümkündür. “TRT’de Skandal, 18-12-2006 Zaman
(4) Broberg and Roll-Hansen, Eugenics and the Welfare State, 1997 .
(5) Jon Jayray, “History Comments” 28 Temmuz 2005
(6) “leute” ve “rasse” sözcükleri
“İMAJ” HERŞEYDİR! (2) – SALTZJOBEN RUHU
İsveç Modeli “Refah” (welfare) Kapitalizminin aslında Solcular değil, Muhafazakârlar için bir model olduğunu ileri sürenler, hükümlerini birden fazla olguya dayandırırlar. Bunlardan biri, ülkenin 1932’den bu yana (1990’lardaki kısacık dönem hariç) Sosyal Demokrat, SPA iktidarının yönettiği Tek-Parti devleti olmasıdır.
1932-1946 yılları arasında iktidarda kalan karizmatik İsveç Başbakanı Per Albin Hansson, İsveç’in “istenmeyen” unsurlarının zorla kısırlaştırılması hareketini başlatan lideridir. Daha da vahimi, ülkeyi kültürel ve genetik nitelikleri mustakar (homojen) olan İsveçliler için “yuva” teşkil edebilecek bir yapılanmaya, “folkhemmet”e, dönüştürmeye yönelik hareket, İsveç işveren federasyonu ile İsveç işçi sendikalarının ortak ve sessiz mutabakatı ile gerçekleşir. Saltzjoben kasabasında formüle edildiği için “Saltzjoben Ruhu” olarak bilinen bu mutabakat sayesinde “ırkçı klişelere uymayan unsurlar”ın İsveç toplumundan ayıklanmalarını içlerine sindirebilmişler, Nazilerin revaç verdiği uygulamaları, İsveç sosyal demokratları benimsemekten kaçınmamışlardır.
İşveren ve işçi temsilcilerinin mutabakatının bir diğer tezahürü, ifadesini “folkhemmet”te bulan pederşahi devlet anlayışının yerleşmesidir. Türkiye’ye parmak ısırtan bu devletçilik anlayışı, zamanla, İsveç’I, geniş kapsamlı sosyal güvenlik programlarının yanı sıra, ekonominin devlet tarafından sıkı bir biçimde yönlendirildiği, vergilerin emsal ülkelerden hayli yüksek olduğu bir ülke haline getirmiş, ‘90lı yılların başlarında ziyadesiyle ağır bir ekonomik krizle karşı karşıya bırakmıştır. Günümüzde İsveç, işsizliğin reel terimlerde %25’i bulduğu bir ülkedir. İşin ilginç yanı, Alpay’ın “dünyanın en demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olmayı başarmış”(1) olduğunu iddia ettiği İsveç’in Çalışma Bakanının yalan söylemek, gerçek rakamları saptırmakla suçlanıyor olmasıdır.(2) Ülkenin önde gelen aydınlarından Ulrtlch Beck, “zombi kavramlar” dediği, ölü oldukları halde ölmeyi reddeden kavramlar arasında İsveç “devlet”ini, İsveç “ulus devleti”ni, İsveç “refah devleti”ni sayar. Günümüz İsveç’inde gelişen bir diğer fıkra, ülkenin pek yakın bir zamanda “welfare turistleri” yani “sosyal hukuk devleti” İsveç’in işsizlik sigortasından yararlanmak üzere ülkeye akın edecek “on hatta yüz binlerce” turistle ne yapılacağı sorusudur. Kara mizah!
Tüm ulus-devletler gibi İsveç de kendisine özgü bir ulusal kişilik geliştirmiştir. Hernekadar Norveç gibi “isveç de, gurur ve hatta kendini beğenmişlik şeklindeki ölümcül bir günahın pençesinde kıvranmaktaysa da” İsveç milliyetçiliğinin çok daha sakin, kışkırtmalara hayli kapalı olduğu anlatılır. İsveçli Fjordman, kendilerini “ahlâki süpergüç” olarak “göstermekten hoşlandıklarını” söyler, “Bir Fransız gözlemcinin ifade ettiği gibi, İsveç bütün dünyanın kaynanasıdır.” Öte yandan, “gürültücü ya da yayılmacı” bir ülke olmamalarını, içsel sükunetlerine borçu olmadıkları, ataları Vikinglerin ve “Kuzey Arslanı” lâkaplı, İsveç Kıralı “Gustaf Adolf den store” yani “Büyük Gustaf”ın (1594-1632) “Avrupa’yı haraca kesmiş olmasının tastikindedir.” İsveç, I. Ve II. Dünya Savaşları arasında İtalya ve Almanya’da görülen hercümerci yaşamadıysa, nedeni, her iki savaşa da girmemiş olmasıdır denir. Buna karşın, Savaş süresince İsveç ekonomisi hemen tümüyle Nazilerin Yeni Düzen’ine (New Order) eklemlenmiş, yüzde otuzu Alman silâh sanayi tarafından kullanılan yüksek-nitelikli demir cevheri ihtiyacına ilaveten Almanya’nın gıda, odun ve diğer hammadde gereksinimlerini karşılamıştır. Alpay’ın şiddetle reddetmesine(3) karşın, İsveç, bugün de Avrupa’nın en çok silâh üreten ve satan ülkelerinden birisidir. Ülkede “salt ihracaat için silâh üretmek” yasak olduğu halde, İsveç’in 2000li yıllardaki silâh üretiminin 1995-1998 dönemine kıyasla %48 arttığı ve bu oranın doğrudan ihracata yansıdığı; sadece 2004’da aralarında Birleşik Arap Emirlikleri, Kazakistan, Omar, Pakistan, Suudi Arabistan ve Tunus’un olduğu (bunlar “özgür olmayan,” “diktatörlükler” olarak tasnif edilen ülkelerdirler!) 119 milyon İsveç kronu değerinde satış yaptığı, bu miktarın 1998’deki 10 milyon kronu yaklaşık oniki kez katladığı; dahası, İsveç Hükümetinin 2004’de silâh sanayini araştırmak üzere görevlendirdiği komisyonun 2005’de silâh satışlarını serbest bıraktığı bilinirken(4) yazarımızın feveranının nedenini anlamakta güçlük çektiğim doğrudur. Aynı İsveç, “İrangate” olarak da bilinen, İran-Kontra skandalına da karışmıştı. Olay, 1980’li yılların ortasında patladı. İran-Irak savaşı sürüyordu, İran’a sözde silâh ambargosu uygulanıyordu. Ronald Reagan ABD başkanıydı, ve can düşmanı İran’a, İsveç’in de dahil olduğu gizli bir operasyonla silâh satarken “yakalandılar.” Dahası, satıştan elde edilen paraların yine İsveç’in dahil olduğu bir operasyonla Nikaragua’da Kontra diye bilinen “anti-komünist” gerillaları kaynaklamakta kullandıkları ortaya çıktı. Kontra’lar, Nikaragua’nın seçimle gelmiş sosyalist Sandinista hükümetini devirmeye çalışıyorlardı. Ama ne gam!
İşaret etmeye çalıştığım, Nazi Almanyası ile birlikte çalışmış, kredi kullandırmak suretiyle Wehrmacht’ın askeri teçhizat alımlarını kaynaklamaktan geri durmamış olan İsveç’te, fiiliyatta pek birşeyin değişmediğidir. Şu şerhle ki, II. Dünya Savaşının meyvelerini yiyen İsveçliler, eriştikleri refah seviyesinden hoşnut, savaşlarının dehşetengiz etkilerini uzaktan seyredebilme lüksüne sahip insanlar olarak, “Faşist devletlerin en ılımlısı”(5) kalmayı başarabilmişlerdir. İktidara Hitler ve Mussolini gibi seçimle gelen SAP, menhus ikiliden farklı olarak, gücünü halkına çevirmemeyi bilmiştir. Dahası, II. Dünya Savaşı sonrasında “tüm ‘Solcular’ gibi, açık milliyetçiliği bırakıp, İsveç’in üstün bir ülke olduğu duygusunu saklı tutmayı” başarmış olduğundan, kendisini dünyanın geri kalanının ahlâk bekçisi olarak görebiliyor olmasına şaşırmamak gerekse gerekir.
Ancak, “açık” milliyetçiliği bırakmanın, “milliyetçik”i bırakmak anlamına gelmeyeceği de açıktır. Nitekim, İskandinavya’nın hemen her ülkesinde rastlanan “çokkültürlülük” karşıtlığının İsveç’te de mümbit zemin bulmaya başladığı görülmektedir. “Folkhemmet” ülküsünü şiar edinmiş olan İsveç’e “çokkültürlülük,” çok sayıdaki yabancı göçmen ve/veya sığınmacılar tarafından dayatılmış olan nisbeten yeni bir durumdur. İsveçli etnolog Maria Backman, Stockholm yakınlarındaki Ronna in Södertalje’ki polis karakoluna bu yılın başlarında göçmen gençler tarafından otomatik silâhlarla ateş açılması olayını inceleyen “Beyazlık ve Cinsiyet” başlıklı makalesinde, göçmenlerin sarışın İsveçli kızları “hafif meşrep ve kışkırtıcı” buldukları için sataştıklarını, olayların kızların tepki vermeleri sonucu büyüdüğünü anlatmakta, “hızlı göç sonucu sonucu İsveçli sakinlerinin minnacık bir azınlığa dönüştükleri” kasabada, sarışın kızlarının cinsel tacizi önlemek için saçlarını boyatmak zorunda kaldıklarını söylemektedir. “Sarışın olmak, yaşlı adamların bakışlarına, gençlerin ‘fahişe’ nidalarına muhatap olmak demektir.” Nitekim, “İsveç’te tecavüz suçları bir kuşak içinde dört misli artmış olup, söz konusu istatisliklerde İslâm ülkelerinden gelen erkeklerin nüfuslarıyla orantısız bir yer kapladıkları görülmektedir.” Yani? Yani, sakın, Alpay’ın yalanladığı “İsveçte …kadınların yoğun bir şekilde şiddete maruz kaldığı” şeklindeki gözlem, Müslüman erkeklerin sarışın kızlara uyguladıkları şiddet olmasın? 2004 Haziran’ında yapılan bir kamu oyu yoklamasında, deneklerden %50’sinin göçmen akınlarının kısıtlanmasını istediklerini düşündüğümde, doğrusu, olabilir gibi geliyor! Zaten, Avar’ın sokak reportajları da İsveç’in Irak’lı sığınmacıların akınına uğradığı 2006’da yapılma mıydı? Kaldı ki, aynı deneklerin üçte ikisi, “İslâmın İsveç toplumuna uyum sağlayabileceğinden emin olamadıklarını” belirtmişlerdi.
Neticeyi kelâm, yazımın başında hangi İsveçli (ya da Batılı!) bir sütun yazarı kalkar da Türkiye’yi eleştiren bir televizyon programını “benim tanıdığım Türkiye’ye hiç ama hiç benzemiyordu” gibisinden, mükemmelen öznel bir değerlendirmeyle topa tutabilir diye sormuştum. Cevabını şimdi veriyorum: hiçbirisi. Çünkü, hem belgelendirilmemiş kişisel şehadetin okuru ikna etmeye yetmeyeceğinden, hem de “sen ya Türkiye’yi hiç tanımamışsın ya da Türkiye gerçeğini bilerek isteyerek saptırıyorsun” şeklinde bir karşı-saldırıya çanak tutmasından ürker. Öznel yaklaşımlar, hemen her zaman tartışmanın “argumentum ad hominem” şeklinde yozlaşmasıyla sona ererer. İsveç’te eğitim görenler mutlaka bilirler ama bilmeyenler için açıklayayım: Latince kökenli bir terimdir. Bir argümanı ya da hükmü, delillerle değil, hükmü ya da argümanı ileri süreni karalamak suretiyle çürütmeye kalkışmak anlamındadır ve mantık ilminde safsataya girer. Alpay’ın, program yapımcısını “devlet kurumları içinde yuvalanmış Batı ve AB düşmanı” saydığı, kendince kötü şöhretli Kızıl Elma koalisyonundan olmakla suçlaması, “gazeteciliğin yüklediği sorumluluktan tamamen yoksun” olduğunu iddia etmesi, bu fasıldandır.
(1) TRT’de Skandal, 18-12-2006 Zaman
(2) Hans Karlson, LO (L0, devasa bir işçi sendikasıdır)
(3) “11 Aralık akşamı TRT-I’de yayımlanan İsveç ve Nobel konulu ‘belgesel’ /de/ inanılmaz b,r önyargı ve tekyanlılıkla şunlar iddia ediliyordu: İsveç dünyaya silah ve savaş ihraç eden… bir ülkeydi… Bu ve benzeri uydurma bilgilerin art arda sıralandığı programda tasvir edilen İsveç…benim dokuz yıl süreyle içinde yaşadığım ve yakından tanımak fırsatını bulduğum İsveç’e hiç ama hiç benzemiyordu.”
(4) Anja Skeppstedt, Country report on the Swedish arms trade To the ENAAT-meeting in London, United Kingdom, May 2005. Covering the time since the meeting in Czech Republic, June 2004 until now
(5) Broberg and Roll-Hansen, Eugenics and the Welfare State, 1997 .
Kaynak: alevalatlı.com.tr