Merhum Necip Fazıl’ın “Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar / Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar” mısralarıyla başlayan “Canım İstanbul” adlı bir şiiri vardır. Ve o şiir şu seslenişle biter: “Gecesi sünbül kokan / Türkçesi bülbül kokan / İstanbul / İstanbul…” İstanbul, İstanbul olmaktan çıktığı için bülbül kokan o Türkçe, çoktan buharlaşıp uçtu gitti.
Evet, eskiden adına “İstanbul Türkçesi” denilen, Türkçenin en güzel konuşulduğu muhteşem bir dilimiz vardı. Ziya Paşa’nın şu beyti, o kaybolan dilimiz için de bir ağıt mesabesindedir: “Seyretti havâ üzre denir taht-ı Süleyman / Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde!”
Diğer tarihî sıkıntılar bir yana, özellikle Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkmamız zihinlerimizde çok büyük hasar oluşturdu. Kendimize olan güvenimizi kaybettik. Sonuçta Batı’yı her bakımdan ve her konuda bizden üstün görmeye ve taklit etmeye başladık.
Şu tarihî hakikati hatırlayalım ve hiç unutmayalım: İbn Haldun, Mukaddime’sinde “Mağlup Milletler Galip Milletleri Her Bakımdan Taklit Ederler” diye bir başlık atar ve şöyle bir tespitte bulunur: “Bunun sebebi şudur: İnsan her zaman kendisini yenende bir üstünlük bulunduğuna ve ona boyun eğilmesi gerektiğine inanır. Gerek kendisinde uyandırdığı saygıdan, gerekse yenilenin kendi yenilgisini normal bulmayıp bunu, yanlış yere, yenenin mükemmelliğine bağlamasından dolayı yenen kişiyi mükemmel görür. Bu yanlış değerlendirme devam ettirilirse, inanca dönüşür. Yenilen daha sonra yenenin bütün geleneklerini benimser ve ona benzemek ister. Körü körüne taklide yol açan sebep işte budur.” (Mukaddime/Evrensel Tarihe ve Toplum Bilimlerine Giriş, s. 222, Timaş).
Dildeki Batı hayranlığı
İbn Haldun’un bu değerlendirmesinden hareketle şöyle bir bakarsak, bizler pek çok yönümüzün yanında, dilimiz açısından da Batı hayranı kesildik. Kendi medeniyet dünyamızın dilini, ruhumuza ruh katan kelimelerini bırakıp Batılı kelimelere ve uydurukça olup bize bizliğimizi unutturan ifadelere yöneldik.
Ezici çoğunluğu İslâm’a yan bakan ve laikliği, dinsizlik ve İslâm düşmanlığı olarak gören laikçi kesim, İslâm havzasından çıkmak istiyor, her bakımdan Batılı olmak peşinde koşuyordu, koşuyor. O yüzden dinî nitelik taşıyan, Kur’ân’da geçen kelimeleri “öztürkçecilik” maskesiyle dışlıyorlardı, dışlıyorlar. O kesimin Batı’ya tapınmasını, dilimizi kuşa çevirmesini, yerleşik İslâmî ve Kur’ânî mefhumları toptan reddedip lisanımızdan tamamen soyutlamaya çalışmasını anlarım. Kendi hedeflerinin gereğini yapıyorlar. Fakat bizlere ne oluyor ki ilâhiyatçılarımız bile o uydurma kelimelere onlardan daha fazla itibar eder ve sahip çıkar oldular?
Kur’ân’da zaman zaman “İnnemâ cevâbe kavmihi”, “İnneme’l-hayâtü’d-dünya”, “Fe etbea sebebâ”, yani “cevap”, “hayat”, “sebep”, “kelime” ve “imtihan” ifadeleri geçer. Lisanımıza iyice yerleşip bizim olmuş ve bizi biz yapmış bütün bu İslâmî tabirlerin laikçiler tarafından atılması gerekiyordu, atıldı. Yerlerine uydurukça kelimeler kondu.
Ruhsuz, duasız ifadeler
Bizler buluşur ve ayrılırken hep Allah’ı andıran “Allah’a emanet ol! Allah’a ısmarladık, Hayra karşı, Selâmetle!” gibi ifadeler kullanırdık. Şimdilerde ise, tam bir zavallılık ve şuursuzlukla, gayrimüslim tabiri olan “Take care of yourself! / Kendine iyi bak!” gibi yoz, ruhsuz ve duasız bir ifade kullanılıyor! Bu kadar da dinî ve millî benlik ve şuurdan uzaklaşılır mı, maalesef uzaklaşıyor ve kasten uzaklaştırılıyoruz!
Güzel Türkçeden nasipsiz, dilimizin âhenginden habersiz, dil zevki dumura uğramış kimselere bir baksanıza: Söylenişi bile kulağa musiki gibi gelen, zarafet ve nezaket kokan “ihtimal” ve “muhtemel” kelimelerini atıyorlar da, onun yerine “olası”, “olasılık” gibi kaba, kulağı acıtan, gönlü inciten, nâhoş bir kelimeyi koyuyorlar. Bu yavan kelimeyi her duyduğumda ve okuduğumda inanın içim sızlıyor. “İmkân” ve “mümkün” ifadelerindeki inceliği, sevimliliği ve hoşluğu göremeyenler, dilimizi katledercesine “olanak”, “olanaklı” gibi mide bulandırıcı bir kelimeyi telaffuz ediyorlar ve ben bu ifade vahşeti, bu kelime barbarlığı karşısında çılgına dönüyorum. Bazı kimselerin, edebiyat kelimesinin bile uydurukçasını yazdığını görüyor, artık ne diyeceğimi bilemiyorum.
“Bundan dolayı”, “ondan ötürü”, “bu sebepten”, “o yüzden”, “dolayısıyla” gibi birçok ifade kullanmak, bunlarla konuşmasını ve yazısını güzelleştirip, zenginleştirmek ve edebîleştirmek varken “o nedenle”, ” o nedenden”, “nedeniyle” kelimelerini habire geveleyenleri görüyor, bu ifade çoraklığına, bu dil kısırlığına, edebî zevkten bu mahrumluğa ve bu çapsızlığa bir ad, bir sıfat bulamıyorum.
Kompozisyon derslerinde bize “Aynı sayfada aynı kelimeyi defalarca kullanmak yazıyı berbat eder!” diye öğretirlerdi. Her ülkenin eğitim görmüş insanları da buna son derece dikkat eder. Gelin görün ki, bizimkilerde zerre kadar dil hassasiyeti ve edebî zevk kalmadığı için, değil aynı sayfada, aynı satırda ve art arda cümelelerde bile “neden” başta olmak üzere aynı kelimeleri defalarca, bıktırasıya kullanıyorlar.
Dünyanın hiçbir dili böyle bir bozulmaya, böyle bir kısırlaşmaya, böyle bir edebî zevksizliğe ve böylesi bir yavanlaşmaya uğramamıştır!
Ufku, dil açar
Bana bir ülke, bir millet, bir halk gösterebilir misiniz ki atalarının topu topu 50-60 sene önce yazdığı eserleri neredeyse anlayamaz hâle gelsin? Meselâ bir Fransız genci bundan 300 yıl önce yaşamış Voltaire’i, Jean-Jacques Rousseau’yu, 400 sene önce yaşamış Molière’i, hatta 500 yıl önce yaşamış Monteigne’i okur ve anlar. Siz bir Fransıza, “Bizim gençlerimiz 100 yıl öncesinin eserlerini okuyup anlamıyor!” deseniz, inanmaz, inanamaz! Şayet inanırsa, hakkımızda ne düşünür, siz tahmin edin!
Aslında Millî Eğitim Bakanlığı’nın dil konusunda çok hassas olması, gençliğe dilimizin zenginliğini ve güzelliğini en iyi sunan ders kitaplarını kabul etmesi, dilimizi bozan ve yoksullaştıran ders kitaplarını da dışlaması gerekiyor. Gençliğe kazandırılacak güçlü ve sağlam bir dil, insanımızın kendini ifade etme yeteneğini ve düşünme gücünü artırır. Kelime dağarcığı az olanlar, dar ve kısıtlı; kelime hazinesi zengin olanlarsa, geniş ve ufuklu düşünürler. Bütün dünyaca bilinen bir hakikattir bu.
Bundan otuz kırk yıl kadar önce, Fransa’da yaşayan ve Yaşar Kemal’in eserlerini Fransızcaya tercüme eden Altan Gökalp Beyle tanışmıştım. Söz dilden açılınca, bana şöyle demişti: “Ben Yaşar Kemal’e ortaokul ve liselerde Osmanlıcanın mecburî ders olarak okutulması için mutlaka bir şeyler yapması gerektiğini, aksi takdirde Türkçenin iyice yozlaşıp, aralarında sadece elli sene olan kuşakların dahi birbirini kolay kolay anlayamaz hâle geleceğini söyledim. Bana aynen şöyle dedi: Altan, evlât, sen beni ipe mi çektirmek istiyorsun!”
Kaygan zeminde bina hayali
Demek ki Yaşar Kemal de, tıpkı Altan Gökalp gibi dilimizin mahvolmakta olduğunu görüyor, fakat Batıcı, laikçi, dinimizi horlayan o azgın dayatmacıların şerrinden korktuğu için öyle bir teklifte bulunmanın imkânsız olduğunu biliyordu. Hayatını edebiyatla kazanmış onun gibi biri, elbette başka türlü düşünemezdi. Çünkü eserlerinin kalıcı olmasını isterdi. Kaygan kumlar veya sağlam olmayan zemin üzerine kalıcı bina dikilebilir mi?
Açık ve net söylüyorum: Siz ey uydurukça yazan ve konuşanlar! Sizler yarınlara kalıcı eserler bırakamazsınız, bırakamayacaksınız!
Gençler, sizler kalıcı eserler bırakmak için, Cihan Devleti kurmuş ve üç kıtaya hükmetmiş Osmanlı atalarınızın yazısını iki eliniz kanda bile olsa mutlaka öğrenin!
Cemal Aydın/Star Açık Görüş