Yeryüzünde insan Allah’ın halifesi değildir diyenler, maymunların halifesi olmaya başlamışlardır. Oysaki nassı Kur’ân ile sabittir ki; Allahû Teâla biz insanları yeryüzünde kendisine halife olsun diye yaratmıştır.
“Bir zamanlar Rabbin meleklere: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. (Melekler): ‘Orada bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz’ dediler. Rabbin: ‘Ben sizin bilmediklerinizi bilirim’ dedi. Ve Âdem’e bütün isimlerin hepsini öğretti, sonra onları meleklere gösterip: ‘Haydi davanızda sadıksanız bana şunları isimleriyle haber verin’ dedi.” (Bakara Sûresi/30-31)
Ayet-i kerime’den de anlaşılacağı gibi insanın halife olarak yaratılmasıyla isimleri bilmesi arasındaki irtibat et ile kemik arasındaki ilgi gibidir. Bu isimler nelerdir? Geçmiş âlimlerimiz dört ayrı görüş beyan etmiştir. Şimdi özetlemeye gayret edelim:
1- Bu isimler insanların birbirleriyle tanışıp anlaşmalarına vesile olan bütün isimlerdir. İnsan, hayvan, yer, deniz, dağ, eşek, karga, güvercin gibi. Her sınıf ve halkın ismi ve cinsine çevrilmesi, şu dağ, bu deniz şu şöyle, diye her şeyin ismi. Kıyamete kadar gelecek bütün dillerin özü veya hepsi. Ve yine kıyamete kadar olacak bütün şeylerin isimlerinin manası.
2- Meleklerin isimleri.
3- Âdem (as)’ın kıyamete kadar gelecek çocuklarının ismi.
4- Eşyanın ilmi biçimleri.
Burada bizim için önemli olan iki husus vardır. Birincisi; hilafet vazifemizi ifa ederken isimleri bilmemiz olmazsa olmaz bir özelliğimizdir. İkincisi; bu isimleri öğreten Allahü Teala (cc)’dır. Bu durumda isim ile isimlendirilen arasında sanal bir irtibat değil hakiki bir bağdan bahsetmemiz daha doğrudur. Bir nevi uyduruk kelimeler değil, hakka ya da ilmi gerçeğe uygun kelimelerden bahsetmemiz daha doğrudur.
İsimler meselesinde sapmanın iki boyutu vardır: Birincisi: İsim ile varlık arasındaki irtibatı çarpıtmak veya toptan inkâr etmek. Genellikle kavramlarda çarpıtma yöntemi uygulanır. Nitekim Mekke Müşriklerinin ahvali şöyle resmedilmektedir: “İyi bil ki, halis din ancak Allah’ındır. O’ndan başka bir takım dostlar tutanlar da şöyle demektedirler: ‘Biz onlara sadece bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibâdet ediyoruz. ‘Şüphe yok ki Allah, onların aralarında ihtilaf edip durdukları şeyde hükmünü verecektir. Herhalde yalancı ve nankör olan kimseyi Allah doğru yola çıkarmaz.” (Zümer Sûresi: 3) Dikkat edilirse burada müşriklerin aslı olmayan bir takım nesnelere ibâdet ettikleri haber verilmiştir. Hâlbuki bu nesnelerin kendisinde kendisine ibâdet edilecek bir öz bulunmamaktadır.
Kavramları inkâr etmek de mümkündür. Bu durum genelde ateist olan insanlardan zuhur etmektedir. İnsan hayatında mühim bir yeri olan ilah ve ibâdet gibi kavramları inkâr ederler. Ama gözünü kapatmakla güneş sönmüş olmaz.
İkincisi: Hilafetin bize, biz insanlara verildiğini beyan eden ayet-i kerime’de “isimleri” öğretenin bizzat Allahü Teâlâ (cc) olduğu beyan edilmiştir. İşte isimler meselesinde sapmanın ikinci türü de burada çıkmaktadır. Bizzat isimlerin kendisine bir kutsallık arz etmek!. Kavramların kendinden menkul bir kıymeti olduğunu iddia etmek günümüzde en çok görülen sapma sebeplerinden birisini oluşturmaktadır. Demokrasi, Laiklik, Milliyetçilik, Komünizm, Kapitalizm, Kemalizm gibi kavramların bizzat kendisinin kendisinden kaynaklanan bir kutsallığını iddia etmek, “demokrasi veya laiklik” denilince akan su durur zannetmek bir bakıma hakikat ile bağı büsbütün kopartmak anlamına gelmektedir.
Aydınlanma Felsefesi insanda başlayan ve yine insanda biten bir kutsallar zinciri oluşturma gayretindeki insanların oluşturduğu bir felsefedir. İnsanın kutsalını aldığı hiçbir üst merci tanımamak esastır. Hâkimiyet milletindir demek bütün değer yargılarının insandan alınacağını, bir üst mevkiinin asla tanınmayacağını ifade eder. Demokrasi dışındaki diğer ideolojiler için de aynı durum geçerlidir. Bir anlamda bütün ideolojiler hümanisttir. Osmanlı Âlimi, Hümanizm’i “beşeriyete ibâdet mezhebi” olarak tarif ederken oldukça önemli bir noktaya dikkat çekmiştir.
Türkiye’de atalar dininde ısrar eden Cumhuriyet aydınları, modern hurafe hükmünde olan sivil din anlayışlarını “ulusalcılık” adı altında pazarlama yolunu tercih etmişlerdir. Bütün ulusal sivil din projelerinde; hüküm koyma hakkı Allah’a değil, devlet adamlarına mahsustur. Onlar için İslâm dini, ulus devletin temel hedeflerine hizmet ettiği ve devlet adamlarının halkı kandırma, uyutma ve aldatma işine yaradığı müddetçe önemli olup üst olarak değil ast olarak kalabilir. Allah’tan gelmiş olan yegâne hak din İslâm’a teslim olmak yerine atalar dininde ısrar etmek, modern tuğyanın zaruri bir sonucu olup bütün fitne ve fesadların da ana sebebidir. Atalar dininden Allah’ın dinine geçiş yapılmadıkça fitne ve fesad devam edecektir.
Yeni Akit / Mustafa Çelik