فَاَقْبَلَ بَعْضُهُمْ عَلٰى بَعْضٍ يَتَسَاءَلُونَقَالَ قَائِلٌ مِنْهُمْ اِنّٖى كَانَ لٖى قَرٖينٌيَقُولُ اَئِنَّكَ لَمِنَ الْمُصَدِّقٖينَءَاِذَا مِتْنَا وَكُنَّا تُرَابًا وَعِظَامًا ءَاِنَّا لَمَدٖينُونَقَالَ هَلْ اَنْتُمْ مُطَّلِعُونَ
فَاطَّلَعَ فَرَاٰهُ فٖى سَوَاءِ الْجَحٖيمِقَالَ تَاللّٰهِ اِنْ كِدْتَ لَتُرْدٖينِوَلَوْلَا نِعْمَةُ رَبّٖى لَكُنْتُ مِنَ الْمُحْضَرٖينَ
(Cennet sohbetinde) birbirine dönüp karşılıklı sorular sorarlar.
İçlerinden biri şöyle der: “Benim bir arkadaşım vardı;
Derdi ki: Sen de onaylıyor musun gerçekten?
Biz, ölüp de toprak ve kemik yığını haline gelmişken mutlaka hesaba çekilecekmişiz öyle mi?”
Ve ekler: “Şimdi dönüp bakar mısınız (ona)?”
Sonra kendisi dönüp bakar ve arkadaşını cehennemin ortasında görür.
“Allah’a yemin ederim ki” der, “Neredeyse beni de mahvedecektin!
Rabbimin lutfu olmasaydı ben de şimdi cehenneme getirilenler arasında olacaktım.
(Saffat Suresi 50-57 Ayetler)
Cennetteki sohbet konusu ne kadar acayip değil mi? Daha doğrusu öte alemden haber veren bu pasaj ne kadar da enteresan! Sûra üfürülmüş; kıyamet kopmuş, teraziler kurulmuş, sorgu-sual ve sonrası cennete yerleşmiş halis kullar meraklanmışlar. Dünya imtihanının kritiğini yapıyorlar. Kim kazandı ya da kaybetti. Hangi ameller işlendi de cennet ve cehennem hak edildi? Tabi ki en yakınlardan başlanıyor, acaba nerede diye soruşturuyorlar.
İçlerinden biri arkadaşından bahsediyor. Yakın görüştüğü, birbirine teklifsiz konuştuğu birisinden. Ağır bir söz sarfettiğinden anlaşılıyor. Tanımadığınız birine ahireti inkâr ettiğinizi teklifsizce nasıl söylersiniz? Onun için Kur’an قَرٖينٌۙ kelimesini kullanıyor. Eş, dost, arkadaş, yakın akraba anlamlarını ihtiva ediyor.
Diyor ki; ‘Ölmüş, toprak ve kemik yığını olan nasıl geri diriltilir ve sonra da hesaba çekileceğiz öyle mi?’. Her gün vuku bulan, deveran eden olayları ibretle izlememiş. Kendine bakmamış, yarı ölüm olan uykusunu düşünmemiş. Kışın uyuyan, baharın doğan tabiata nazar etmemiş. Hayat sadece dünyadan ibaret deyip daldıkça dalmış. Helal-haram, hak-batıl, iyi-kötü demeyip yaşamış. Arkadaşını da çağırmış, tıpkı şeytan gibi. Sende hayatını yaşa demiş. Özgürleş, sınır tanıma, aklına eseni yap.. ne de olsa hesap soran olmayacak..
‘Sende inanıyor musun gerçekten?’ ifadesi; ‘hayır ciddi olamazsın, böyle bir şeye nasıl inanabilirsin, aklını mı kaçırdın?’ tarzı bir alaya alma tepkisi barındırıyor. Ona göre bu bir saçmalık. İman etmeyecek olanın, kendince akıl yürütüp vardığı sonuç onu cahime yuvarlamış. Az kalsın mü’min kulu da saptıracakken Allah’ın lütfu yetişmiş. Gayba olan imanı onu, imansız akıllı olmaktan korumuş. Anlaşılan aralarında bir mücadele geçmiş. Bir taraf Allah’a ve ahiret gününe imana çağırmış, diğeri ise geçici dünya metaına. Sonrasında herkes yoluna gitmiş; dostluk, yakınlık da bir yere kadar. Hududullah ihlal edilecek, çiğnenecekse orada artık dostluktan, yakınlıktan, akrabalıktan söz edilemez.
Her an görüşebildiğimiz, selamlaştığımız, komşularımız, iş arkadaşlarımız.. da bu ayetin kapsamında değiller mi? Bu mesaj aynı zamanda iman eden kullara sorumluluk yüklemiyor mu? Bu ayet kurtuluş ya da kaybedişimizin, birbirimizi Allah’a davetimizle alakalı olduğunu söylüyor. İyiliği emreden, kötülükten alıkoyan arkadaşlıklar kurmamızı öğütlüyor.
Son olarak, ayeti kerimeyi açıklar mahiyette, Rasulullah’dan (as) rivayet edilen bir hadisle bitirelim;
“İyi arkadaşla kötü arkadaşın misali, misk taşıyanla körük çeken insanlar gibidir. Misk sahibi ya sana kokusundan verir veya sen ondan satın alırsın. Körük çekene gelince ya elbiseni yakar yahut da sen onun pis kokusunu alırsın.” [Buhârî, Büyû 38; Zebâih 31; Müslim, Birr 146, (2628)]