İslam dünyasının ve Ortadoğu’nun ana unsurlarından olan Araplar Ortadoğu ve Afrika’ya yayılmış 23 ülkede yaklaşık 450 milyonluk bir nüfusa sahip. Büyük kısmı Müslüman olan bu nüfus, güneyde Umman denizinden kuzeyde Akdeniz’e, batıda Atlas okyanusundan doğuda Hint okyanusuna uzanan geniş bir coğrafyada meskûn. Kadim dünyanın merkezi olan Ortadoğu’da önemli petrol ve doğal gaz rezervlerinin üzerinde oturuyorlar. Toplam gayrisafi milli hasılaları 2,5 trilyon doların üzerinde. Petrol ve doğalgaza rağmen bu 23 ülkenin toplam ekonomik hacmi, petrolü ve doğalgazı bulunmayan, üstelik 20. yüzyıldaki her iki dünya savaşında yerle bir olan 80 milyonluk Almanya kadar etmiyor.
Özellikle İslam’ın gelişinden sonra, Emevi ve Abbasi imparatorlukları gibi önemli devletler ve medeniyetler kurmuş kadim bir kültüre sahipler. Günümüzün önemli güç unsurlarından biri olan hızlı bir nüfus artışına sahipler. Bir diğer Türk devleti olan Memlüklerin 1517’de Osmanlılar tarafından tarih sahnesinden silinmesinin ardından, büyük kısmı Osmanlı hâkimiyetine girmişti. Dört asırlık Osmanlı hâkimiyetinin akabinde, Birinci Dünya Savaşı’yla birlikte, önce manda yönetimlerine geçtiler, ardından da kabaca 20. yüzyıl ortalarında istiklale kavuştular.
Yıllardır bizlere demokrasi ve insan hakları vaazı veren Batı, bu özgürlükçü süreçlerden ziyade, kendi çıkarları doğrultusunda karşı devrimleri ve darbecileri desteklemekte beis görmedi. Maalesef bu süreçler (Tunus hariç) ya karşı devrimlerle ya da ülkelerin bölünmesiyle sonuçlandı.
Bağımsızlıklarını kazanmakla birlikte, Arap dünyası için 20. yüzyıl ıskalanmış bir asır olarak geçti. Osmanlılara isyan etmesi karşılığında, İngilizler Şerif Hüseyin’e birleşik bir Arap krallığı sözü vermişti. Ancak sınırları cetvelle çizerek kendi manda yönetimleri altında pek çok Arap devleti kurdular. Cemal Abdünnasır’ın 1950’lerde Arap milletlerini birleştirme düşü (pan-Arabizm) sukutuhayale uğradı; üstelik bu birlikteliği sağlamaya hazır ortak bir düşman olarak İsrail varken. 20. yüzyılın ikinci yarısı, İsrail karşısında sürekli hezimete uğrayan Arap milliyetçiliğinin de sonunu getirdi.
Arap devletleri Soğuk Savaş yıllarını -bir kısmı Batı, diğer kısmı Doğu bloğunda olmak üzere- Cemal Abdünnasır, Hafız Esed, Saddam Hüseyin, Muammer Kaddafi gibi darbeci, Arap milliyetçisi laik askerler yönetiminde geçirdiler. Hepsi pan-Arabist eğilim taşıyan bu liderler, İsrail karşısında hiçbir şey yapamadıkları gibi, hukuksuzlukları, anti-demokratik oluşları, sosyal adaletsizlikleriyle kendi halklarını da yabancılaştırdılar. İsrail meselesini sadece kendi yönetimlerinin meşruiyetini sağlamak üzere kullandılar.
Körfezde ise bu manada iki ortak düşman vardı: Bunların ilki, 1979 devrimiyle birlikte mezhep tabanlı politikalarıyla rejim ihraç etmek isteyen İran’dı. İkincisi ise yaygın bir muhalefet olarak halk arasında taban bulan Müslüman Kardeşler “tehlikesiydi”. Onlar da bu iki tehdidi, iktidarlarını berkitip teyit etmek için kullandılar. Bu tehditlere karşı Vehhabi-Selefi çizgiyi siyasi bir araç ve kaldıraç olarak kullandılar.
1990’lı yılarda Soğuk Savaş bitmiş olmakla birlikte, İran’ın 1979 devriminden beri süregelen yayılmacı eğilimlerine karşı Sünni-Arap dünyasında (hem Körfez hem de İran karşıtı ABD tarafından) bir panzehir olarak kullanılan selefi çizgi radikalleşerek çeşitli terör örgütlerinin doğmasına sebep oldu. Bu dönemde, Arap halklarının dertlerine derman olamayan, bilakis zulüm ve işkenceyle anılan laik, pan-Arabist milliyetçi akımların yerini selefi-radikal çizgideki örgütler aldı. 20. yüzyıl Arap devletleri tarafından özet olarak bu şekilde ıskalandı.
İşte tam bu aşamada, 21. yüzyılın başlarında, 2010 yılının sonlarından itibaren Arap Baharı dediğimiz süreçler ortaya çıktı. Tunus’ta bir işportacının kendini yakmasıyla tutuşan ve kısa sürede bütün Arap dünyasını saran bu yangında, bölgedeki halkların yaklaşık bir yüzyıldır çektiği sıkıntıların ve zulümlerin etkili olduğu ortadaydı. Fakat yanı sıra, Soğuk Savaşın sona ermiş olmasının, çağdaş iletişim imkanlarının ve bu iletişim imkanlarını çok iyi kullanan gençlerin ve 2000’li yıllarda Arap ve İslam dünyasında demokrasi, insan hakları, ekonomi ve gelişmişliğiyle yıldız gibi parlayan Türkiye’nin, özellikle diziler ve diğer yumuşak güç araçlarıyla yapmış olduğu etki de yadsınamaz. Tabii buna bir de Arap ve İslam dünyasının halkları nazarındaki “karizmatik lider” eksikliğinin Türkiye tarafından doldurulmasını ilave etmeliyiz.
Yıllardır bizlere demokrasi ve insan hakları vaazı veren Batı, bu özgürlükçü süreçlerden ziyade, kendi çıkarları doğrultusunda karşı devrimleri ve darbecileri desteklemekte beis görmedi. Maalesef bu süreçler (Tunus hariç) ya karşı devrimlerle ya da ülkelerin bölünmesiyle sonuçlandı. Arap Baharı süreci neredeyse onuncu yılına yaklaşmaktayken, Arap ülkelerinin vaziyeti ise şöyle:
Medeniyetlerin beşiği, verimli Mezopotamya’da yer alan petrol zengini Irak, Körfez harbi ve ABD işgalinin ardından, fiilen bölünmüşlüğü içinde, bir türlü kendini toparlayamadı. Verimli ya da Mümbit Hilal’in güzide ülkesi Suriye, tarumar olmasına rağmen, Esed rejimi hâlâ iktidarda. Yüzbinlerce Suriyeli hayatını kaybederken ülke nüfusunun yarısı mülteci konumuna düşmüş durumda. Levant’ın kozmopolit ülkesi Lübnan ise hep bildiğiniz gibi: Toplumsal zaviyeden parçalı bir yapıya sahip olmakla beraber, toprak açısından parçalanamayacak kadar küçük Lübnan, sürekli olarak İsrail ve Suriye tehdidi altında. Filistin diye bir ülke neredeyse bırakılmamış; Kuzey Afrika’nın (İfrîkıye) petrol zengini Libya’sı birkaç farklı hükûmetle parçalara ayrılmış; Arap medeniyetinin en kadim merkezi Yemen ise Suudi Arabistan-İran mücadelesiyle “hâk ile yeksan” olmuş durumda. Ölüm, şiddet, açlık, sefalet ve salgın hastalıkların kol gezdiği ülkede halkın tek tesellisi, hafif uyuşturucu bir bitki olan “gat” çiğneyerek -hazin- gerçeklerden bir nebze olsun uzaklaşabilmek. Suudi Arabistan liderliğindeki Körfez ülkeleri, kardeşleri Katar ile ilişkilerini kesmiş durumda. Ilıman ve nazikâne yarı-muhalif bir gazeteci olan Cemal Kaşıkçı ise İstanbul’un göbeğinde bir konsoloslukta doğranmış bulunuyor. Şimdi neyi, kiminle karşılaştıracağız? Ürdünlü pilotu diri diri yakan DEAŞ’lı kara cahil teröristler mi, yoksa bir gazeteciyi boğduktan sonra testereyle kesip cesedini tandırda yakarken klasik Batı müziği dinleyen “sofistike” adli tıp uzmanı mı daha barbar? Durum bu minvaldeyken İslamofobiyi nasıl engelleyeceğiz?
Arap dünyasının nüfus ve kültür açısından merkezi olan Mısır’da karşı devrim başarılı olmuş ve geçtiğimiz yüzyılda kalması gereken kötü bir geleneğin temsilcisi olan darbeci bir asker başa geçmiş; bugünlerde Mısır mahkemeleri Kur’an ayetlerini delil göstererek, Kur’an’a istinaden hak ve hukuk arayanları idam etmekle meşgul. İslâm âleminin “prestijli” Mısır müftüsü de bunu onaylamakta. Nil vadisinin diğer büyük Arap devleti Sudan’ın bir parçası Güney Sudan olarak bölünmüş ve Sudan sokakları Cumhurbaşkanı Ömer el-Beşir’e karşı ayağa kalkmış durumda. Kuzey Afrika’nın petrol ve doğal gaz zengini diğer bir ülkesi olan Cezayir’in mefluç olarak tekerlekli sandalyeye mahkum 81 yaşındaki lideri Abdülaziz Buteflika, yapılacak seçimlerde tekrar adaylığını açıklamış durumda. Yerimiz kalmadığından bütün Arap ülkelerini tadat edemiyoruz, ama sadece yukarıda sunduğumuz örneklerden, tablonun ne kadar vahim ve bazen de trajikomik olduğu gün gibi görünüyor.
Yazımızı her zaman olduğu gibi bir son sözle bitirelim ve umalım ki Arap dünyası hayatı, tıpkı 20. yüzyılda yaptığı gibi, 21. yüzyılda da ıskalamasın.
[Prof. Dr. Cengiz Tomar Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi Rektör Vekili olarak görev yapmaktadır]
Prof. Dr. Cengiz Tomar – İktibas