Sanılmasın ki bu sadece bu iktidar döneminde birdenbire ortaya çıkmış bir felakettir, biz bu felaketin tarihinden dışarı, burnunu bile çıkaramamış bir toplumuz. Arada, sınırlı bazı dönemlerde, o da “sırf demokrasi bizde de var gibi” demek için suratımıza muhalif esintiler üflenmiş olması, Türk Siyaseti’nde ve Türkiye Siyasî Sistemi’nde kültürel-kurumsal-organizasyonel olarak “meşrû muhalefet zemini” bulunduğunu göstermez.
İkinci bir uyarıyı da “mevcut yapı ve partiler yelpazesi”nde kendilerine “muhalefet görevi verilmiş” partiler var diye, muhalefet meselesinde konuşulacak olanların ne bu partilere çemkirmek, ne de onları haklı ya da borçlu çıkarmaya dönük olarak algılanmasına teşne bir durum olmadığı biçiminde yapalım. Türkiye’de, muhalefet konusunda söylenebilecek hiçbir sözün muhatabı bu “muhalefet görevlileri” değildir.
Üçüncü bir uyarı da, memleketin “birlik ve beraberliğe en fazla muhtaç olduğu” şu bitmek tükenmek bilmez dar boğazda yutkunup duranların tekerine çomak sokmak filan gibi bir fitne-fesatla işimiz olmadığını belirterek yapalım.
Öyle ise boş mu konuşuyoruz? Evet, tamamen boş konuşuyoruz; Türk siyaset tilkileri içemesin diye iktidar sürahisine doldurup gagalarını daldırarak siyaset sütünü sadece kendileri nûş eden siyaset leylekleri için de, onların kalpsizliğinden şikâyet ederek ellerine fırsat geçse leğene boşaltıp hiçbir leyleğin içemeyeceği şekilde sütü sadece kendileri şapırdatacak siyaset tilkileri için de en azından “mevcut gündemleri” açısından sadra şifa sayacakları bir laf etmeyi anlamlı bulmuyoruz. Üstelik ne bu leylekler ve tilkiler, ne onların ağzının içine bakan siyaset kıtaları ve ne de siyaseti bunların icra ettiği sanat sanan ortalama siyaset müşterisi, söyleyeceklerimizi kavrayacak bir zihni açıklık gösteriyor. Bırakalım bunlar kendi ağız dalaşları ve haklılıkları içinde debelenip dururken bizim söyleyeceklerimize de “bunlar boş laflar” diye burun kıvırsınlar.
Peki kim için boş konuşma oluşturmayacak, konuşacaklarımız? Öncelikle şunu tespit etmek gerekir ki, Türkiye, siyaseten akledilebilir ve öngörülebilir zemini çoktan kaybetmiş bir memlekettir. Kayalıklara çarparak alabora olma tehlikesi atlattıktan sonra, o hengamede haritası ve pusulası kaybolmakla kalmamış, dümeni de boş mu döndüğü belli olmayan bir gemide, her kafadan bir ses çıkmasından rahatsız, selamete çıkma ve kurtuluş umudu olarak da sessizliğe gömülmeyi marifet edinmiş bir durum, sürdürülebilir olmasa da, belirsiz bir süre boyunca “yapçak bişiii yok”tur.
Şayet bu çalkantılı denizden bir çıkış rotası bulunup da bu gemi güvenli bir limana çekilebilecekse o vakit, haritayı, pusulayı, dümeni ve tayfayı nasıl bir düzen çerçevesinde kullanmanın kayalıklara sürtünmeden yol almayı sağlayacağını düşünecek birileri çıkacaktır. İşte bu sözler, hatanın ne olduğunu ve nasıl bir “hatadan korunma” tedbirine ihtiyaç bulunduğunu anlamaya çalışacak o vaktin kafa patlatıcılarına bir kolaylık sağlamayı amaçlıyor. Aceleniz varsa, geminin batacağını hesap ederek suya atlamayı düşünenlerden veya hazine sandıkları ile bir sıvışma planı yapan eski ya da aday korsanlardan iseniz ya da gemi batsa da boğulmaktan kurtulma planı yapan sıçanlardansanız gerisini okumayın.
Muhalefet Üzerine Düşünmek Bile Riskli Midir?
Bu soruya uzun uzadıya cevap vermeyi gerekli görmüyorum. Bir Türk atasözünü anmakla yetineceğim:
“Değirmende doğan sıçan, gök gürültüsünden ürkmez!”
Siyaset ve Doğru Yol
Siyaset -ve modernlik tarafından bağları koparılmadan önce Ahlak- aslında ne saf hakikat ile ne de çıplak gerçek ile ilgili bir bilgi sorunu olmamıştır. Siyasetin muhtaç olduğu şey, nihâî haklılık ya da, ölümsüz bir “gerçeğe uygunluk” değil, “doğruluk”, yani “sınırlı bir gerçeklikte, belirli şartlar altında karşımıza çıkmış aşılabilir problemlerle başa çıkmak için her şey böyle gidecek olursa izlenmesi gereken isabetli yol”dan ibarettir. Meselenin değerlerle ilgili cephesine girmeyi gerekli görmüyorum; fakat şu kadarını söylemekle yetineyim. Doğruluk, ne ahlâki bir anlamda “üstün değerlerle mutabakat”, ne de, kişisel davranışta gözetilmesi gereken “dürüstlük” anlamında değil, daha ziyade “kabul edilebilir gayeler için kaybedilmemesi gereken istikamet”le alakalı bir kavramdan ibaret.
Doğru, hakikat gibi sonsuz ya da gerçek gibi sınırsız bir şey değildir; aksine bir problem düzlemine ait ve fânî bir şeydir. Bu yüzden mutlak bir değere de, kesin bir niteliğe de sahip değildir. Doğru, koşulların kayıt altına aldığı, yanılgıların da sürece dahil olabildiği, yeni girdiler gerçekleştikçe yeniden ele alınması gereken ölümlü bir “insanî ürün”dür. Bu bakımdan, aynı düzlem ve dönemde, farklı doğruluk tanımları mümkündür, ama aynı zamanda şarttır.
Doğruluk, siyaset açısından bir sevk ve idare mihengi oluşturur. Siyasetin silahlarla sürdürüldüğü savaş koşullarında, doğruluk, hayatî bir değer kazanır. Düşmanının belirli bir biçimde mukabele edeceğinden habersiz bir komutan, ordusunu bu “bilgi noksanı”na bağlı olarak yanlış konuşlandırmış olur. Komutanın “ancak sınırlı bir bilgi” ile bu kararı verdiğini aklından çıkarmaması, bu nedenle “kendi düşünebilme potansiyeli”nin kısmiliğini de dikkate alarak tedirgin bir ruh hali içinde “yeni bilgi girişleri”ne kapıyı sadece açık tutması değil, yeni bilgi girdilerini güvence altına alarak gerektiğinde “oluşturabildiği doğrunun tam aksi” yönde bir doğruluk tanımlamaya hazır olması gerekir.
Toplumların genel bir sorunu halinde ele alacak olursak doğruluk, tek ve zorunlu doğruyu kayıpsız biçimde bulan bir “bilge kral” fantezisine hapsedilemez. Aslında bilge bir kral, doğruyu kendi burnunun dikine giderek bulamayacağının bilincinde “sadece bir insan”dan ibaret olduğunun farkında olan bir siyaset adamıdır. Bu nedenle o, kendi bilge görüsünün, alternatif doğrular arasında serin kanlılık ve akl-ı selîm ile hüküm vermeye imkan veren bir “çerçeve müktesebât”tan ibaret olduğunun farkına varmış kişidir. Bu nedenle o, hayat ve âkibetleri konusunda karar sorumluluğunu kendisine tevdî eden bir halkın bütün akıllarını doğruluğun tayininde özgürleştirerek “çatışan doğruluklar arasında” halkının muhtaç olduğu doğruyu bestelemesine rehberlik ve o bestenin icrasına rehberlik eder. Kendisine itaat ve sadakat vadedilerek örtülen ihanetlerle kandırılmak yerine, bütün akıl sahiplerinin doğruluğa kafa yorduğu serbest tartışma düzleminde kandırılmasını imkansız değilse de, bir hayli zor hale getirir.
Çoğu zaman “zekâsı hayranlık uyandıran” ya da “kitleleri derinden etkileyen” siyasî liderlerin bilge kral yerine konulduğu bir mecâz, kolaycılığın kol gezdiği toplumların akıl tutulmasına bahane kılınır. Bir tek doğru vardır; o da bu liderin boyun eğdiği hepimizin apaçık doğrusu, ya da bir tek onun bildiği, hepimizin boyun eğmekle mükellef olduğu o gizli doğrudur.
Kendi doğrusunun alternatifini imkânsız gören ve o imkânı bu yüzden yok eden bir toplumda farklılık ve muhalefet, ya saçmalık ya da ahmaklıktır, yahut daha kötüsü, gözü kara bir ihanet!
Türk Siyasî Sistemi, Toplumsal Tabana Dayanan Gerçek Muhalefete Kapalıdır
Türkiye’nin modern siyaset tecrübesi boyunca, sistemin “bir tür muhalefet barındıracak şekilde dizayn edildiği dönemler” de dahil, toplumsal tabandaki huzursuzluk, rahatsızlık, tepki ya da taleplerin yoğunlaşmasına örnek oluşturan gelişmeler ve bu potansiyelin kinetize olduğu siyasî dinamizmler hiç görülmemiş değildir. Ancak bu tür dinamizmlerin siyasî olarak partileşmesini kimi örneklerde veya kimi dönemlerde imkânsız da kılan, imkansız kılmadıklarına sınırsız bir kendini inkar baskısı uygulayarak tasma takmaya kalkan, tasma takamadıklarını darmadağın ederek sil baştan başlamaya mahkum eden, buna rağmen ayakta kalanların toplumsal tabanı ile ya da siyasî karakteriyle bağını kopartmaya zorlayan bir siyasî kısır döngüye kapatılması söz konusu olmuştur.
Türk siyasî sisteminde toplumsal tabanın doğrudan muhalefetine yer yoktur. Hele siyasî sistemi reforme edecek ya da dönüştürecek bir muhalefetin iktidar gücünü kullanarak bunu başarmasını mümkün kılacak hiçbir meşrû zemin söz konusu değildir.
Düzen budur ve bu tertibe sıkı riayet, Türkiye’de “sistemin edeplendirme enstrümanları” niteliğindeki başta CHP ve MHP olmak üzere “örtülü siyaset guvernörü” sözümona muhalefet partilerinin asıl denetim fonksiyonu olarak güvence altına alınmıştır.
Türkiye, muhalefetleri köpek terbiyesi ile uslandırıp edepsiz kudret saldırganlıklarına devşiren bir örtülü siyaset ile kudretin nobran ihtişamına alkış tutup iânesine tav güruhların sesini kıstığı, aklı kıtlaştırılmış bir halk ve onun afallamış şaşkınlıklarını Anadolu irfânı diye pazarlayan lafazan bir cür’etin üçlü kıskacında, siyaseten gelişme devinimine ket vurulmuş bir memlekettir.
Bu vasat, toplumsal tabana ait siyasal katılım yönelimi barındıran hiçbir kımıltının meşru bir muhalefet dinamizmi ile iktidara yürüyebileceği “gerçek bir muhalefet” oluşumuna geçit vermeyen otoritaryen bir “muhalefetsiz siyaset” vasatıdır.
CHP ve MHP gibi “görünen iktidar davulu” boynuna asılmamış partiler, gerçek bir toplumsal muhalefet karakteri kazanmayacak partilerdir; bunlar “toplumsal muhalefetin umut bağladığı, hasbelkader iktidar fırsatı bulabilmiş olduğu takdirde, çevreden merkeze yönelmiş siyasi hareketler”i örtülü siyasetin köpek terbiyesine tâbî tutan “muhalefet görünümlü siyasî enstrümanları”ndan ibarettir.
Sonsöz Yerine
“Muhalefet yok” veya “oy verip iktidara getirilecek alternatif yok” ya da “mevcut muhalefet halktan oy alamaz” gibi teranelerle iktidarın alternatifsizliğini yücelteceğinize, “muhalefeti sadece siyasî değil, bütün sosyal varoluşa yayılmış bir ‘alternatif doğrular arama hakkı’ olarak nasıl mümkün, meşrû ve gerçek kılabiliriz” diye kafa yormak için ne bekliyorsunuz! Demokrasilerde gerçek muhalefet, önce “artık muhalefet beceri ve başarısı gösteremeyecek” karton muhalefetleri silip süpürerek iktidardakilerin yüreğini titretip aklını başına devşirmeye zorlar.
Hakim doğrusuna mahkum bir halk, o doğrunun toslayacağı kayalıklarda tuz buz olmaya müstehaktır!
“Allah korusun” dediğinizi duyar gibi oluyorum. Kendi ellerinizle müstehak hale geldiğiniz helak konusunda sizi uyaracakları susturduğunuz takdirde Allah da helakinizi yaratacak tanrıdır artık! Siz O’nu yanlış tanıyorsunuz!!!
Vehbi Başer
Fikircografyasi.com