Zeliha Eliaçık , Ocak 2021, kriterdergi.com/
Türkiye siyasetini kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etmeye ve yönlendirmeye çalışan ülkelerden birisi de Almanya. Bu yapılırken Türkiye’deki medya ve sivil toplum kuruluşlarının kullanılması ise şaşırtıcı değil. Zira İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra askeri ve siyasi hareket alanının yanı sıra istihbari faaliyetleri de sınırlandırılmış olan Alman devleti, kendi çıkarlarını korumak için sivil örgütleri, etki ajanlığı alanında daha aktif bir biçimde kullanıyor. Berlin, bazen doğrudan bazen da çevre, insan hakları ve basın özgürlüğü gibi sloganları kullanan sivil toplum kuruluşları eliyle dolaylı yollardan Türk kamuoyunu manipüle etmeye ve toplum mühendisliği yapmaya çalışıyor. Almanya’daki Türk kuruluşları burada yaşayan Türklere yönelik çalışmalara odaklanmışken, Türkiye’deki Alman kökenli kamu yayın organlarının ve sivil toplum kuruluşlarının hedef kitlesinin Türk kamuoyu olması ise dikkat çekiyor. Bu yapıların Türkiye’de özellikle belli etnik ve dini grupları yönlendirici manipülatif çalışmalar yaptığı biliniyor. Türk iç siyasetine doğrudan “taraf” olarak müdahil olan bu kuruluşların siyasi amaç güttüğüne ise şüphe yok.
Türkiye’de Dört Alman Partisi’nin Vakfı Faaliyette
Almanya’daki Türk kurumları, sıklıkla istihbari faaliyet yapmak veya Türkleri etkileme suçlamasıyla baskı ve kontrol altına alınmaya çalışılıyor. Ancak Almanya’daki Türk kurumlarını hedef alan soru önergelerinin muhalif partilerden geliyor oluşu bunların Berlin’i baskı altına almak ve Türk siyasetini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmek amacını taşıdığını düşündürüyor. Terör örgütü PKK’nın yuvası konumundaki Sol Parti veya Liberal Parti tarafından Alman meclisine sunulan soru önergeleriyle, Türk kurumlarının Almanya’daki yasal çerçevede yürüttüğü etkinlikler, kriminalize edilmeye çalışılıyor. İlginç olansa Türk kurumlarını Almanya’da Türkiye’nin menfaatlerini savunmakla ve taraf tutmakla suçlayan Alman kurumlarının ya bir siyasi partiye veya doğrudan Alman devletine bağlı olarak vergilerle finanse ediliyor olmalarıdır.
Türkiye’de hepsi de bir siyasi partiyle bağı bulunan 4 siyasi Alman vakfı bulunuyor. Konrad Adenauer Vakfı Hristiyan Demokrat CDU’ya, Friedrich Ebert Vakfı sosyal demokrat SPD’ye, Friedrich Nauman Vakfı liberal FDP’ye, Heinrich Böll Vakfı ise sol tandanslı Yeşiller’e bağlı olarak faaliyetlerini sürdürüyor. Finansmanlarını Alman devletinin kendilerine sunduğu sübvansiyon ve kamu kaynaklarından sağlayan bu kuruluşlar bağlı bulundukları partilerin ideolojileri doğrultusunda faaliyet yürütüyorlar. Bu vakıfların toplam bütçelerinin yarısı yurtdışı temsilciliklerini finanse etmeye ayrılmış durumda. Bunun yanı sıra Türkiye’de “tarafsız” medya olarak lanse edilmeye çalışılan Alman kamu yayın organı Deutsche Welle’nin (DW) kuruluş amacının “Almanya’yı Avrupalı bir kültür ülkesi ve özgürlükle şekillenmiş bir hukuk devleti olarak anlatmak.” şeklinde ilan edildiğini de belirtmek gerekir.
Bunların siyasi etkinlik amacı içinde oldukları ve Türkiye’de belli marjinal gruplarla karşılıklı çıkarları çerçevesinde iş birliğine gittikleri biliniyor. Bunun yanı sıra vakıfların etkinlikleri incelendiğinde her bir vakfın Kürt meselesi, kadın hakları, insan hakları ve çevre gibi konulardan birine odaklandığı görülüyor.
Güç odakları Türkiye’de etki meydana getirecek kitleleri artık istediği gibi yönlendiremiyor. Türkiye içinde sadece bazı marjinal ve küçük grupların da kendi menfaatleri gereği bunlarla ittifak kurduğu görülüyor. Ancak çoğu marjinal ve terör iltisaklı bu grupların, Türk halkı nezdinde bir itibarları yok. Türkiye’de en son Gezi olaylarında sokak gösterilerini yönlendirmek isteyen bu etki ajanlarına Türk halkı prim vermemişti Zira halk artık özgürlük, ifade özgürlüğü, fikir özgürlüğü, demokrasi vb. “sloganların” Batı’daki hakim düzenin dünyanın geri kalanına ayar vermek için kullandığı bir silah ve reel siyasi çıkarlarını örtmek için kullandığı kavramlardan ibaret olduğunu anlamış bulunuyor. Buna ek olarak Taksim meydanında ortaya çıkan Yeşiller Partisi’nin o dönemki eş başkanı Claudia Roth’a mutedil Alman çevrelerin de “Orada ne işi vardı” diyerek tepki gösterdiğini belirtmek gerekir.
Almanya Türkiye’de İstediği Gibi At Koşturamıyor!
Türkiye siyasetini dizayn etme gayretindeki bazı yabancı devletlerin Türkiye yönetimine karşı saldırgan tutumunun arkasında, artık Türkiye çıkarlarına çalışan kadroların, Türkiye aleyhine bu güç odaklarıyla birlikte hareket etmemesi yatıyor. Almanya, çıkarları doğrultusunda Türkiye’de eskisi gibi dilediğince at koşturamıyor. Bunun yanı sıra Almanya’da yaşayan Türklere yapılan baskılara karşı Türk devletinin vatandaşlarını yalnız bırakmaması da bazı çevreleri rahatsız ediyor. Türkçe öğrenimi, Türklerin kimliğinin korunması ve Türk seçmenlerin Almanya’da oy kullanma hakları başta olmak üzere temel demokratik haklarının “kültürel entegrasyon” bahanesiyle engellenmesine artık müsaade edilmiyor.
Diğer yandan kendileriyle çıkarları gereği iş birliği yapan marjinal grupların Türkiye’de etki ve manipülasyon alanlarının daraltılmış olması da bu odakların giderek hırçınlaşmasına neden oluyor. Türkiye’yi ve Türk halkını “objeleştiren”, dizayn eden, yönlendiren ve onlardan hesap soran özne konumunda olan bazı çevreler, ilk kez incelenen, takip edilen ve tarafsızlık, özgürlük ve demokratik olma hususlarında sorgulanan konumunda. Nitekim bu yönde faaliyet yürüten kurumlardan biri olarak geçtiğimiz hafta bir soru önergesine verilen cevapta Türkiye’nin çıkarlarını savunduğu için suçlanan kurumlardan birinin SETA olması düşündürücü. Bu noktada SETA’nın Türkiye’nin tarafında olan ve Türkiye’nin çıkarları için çalışan bir düşünce kuruluşu olduğunu hatırlatmak gerekir.
Alman devletinin imajı ve menfaatlerini içeride ve dışarıda savunmak için kurulmuş kamu kurumları ve vakıflar ise Türkiye’de bağımsız mecralar gibi “pazarlanıyor” ve maalesef bir kısım vatandaşımız da buna inanıyor.
Türk Kurumlarına Baskı, Siyasi İlişkilerde Koz Olarak Kullanılacak
Taraf olmak elbette suç değil. Nitekim Türkiye’deki mevcut Alman kuruluşları kağıt üzerinde siyasi bağlarını inkar etmiyor. Bu kurumlar mütekabiliyet ilkesi gereği tıpkı Almanya’daki Türk kurumları gibi yasal çerçevede faaliyet gösteriyor.
Ancak neyin tarafgirlik, neyin tarafsızlık, neyin akademik veya neyin demokratik olduğu noktasında (Deutungshoheit) “tanımlama üstünlüğünün” kendilerinde olduğu zannıyla hareket eden yabancı odakların, Türk kurumlarını taraf tutmakla suçlamaları kibirli ve çelişkili bir tutumdur. Almanya’da bulunan Türk kurumları baskı altına alınmaya çalışılırken, Türkiye’deki Alman kuruluşlarına yönelik en ufak bir eleştiriye dahi tahammül edilmemesi düşündürücüdür. Bu durum Almanya’daki Türk kurumlarına yapılan baskının Almanya-Türkiye ilişkilerinde bir siyasi koz ve pazarlık aracı olarak kullanılacağı izlenimini oluşturmaktadır. Bu noktada iki ülke arasında eşit göz hizasında bir ilişki biçimi ve mütekabiliyet ilkesi gereğince hareket edilmesi gerektiğini vurgulamak gerekir.