Dünyada hayatın başladığı günden beri, orada yaşamış nice topluluklara kendi içlerinden birer elçi göndermekle Allah, onlara büyük bir lütufta bulunmuştur. Bu lütuf en son, miladi 7. yüzyılın ilk çeyreğini kapsayan yıllarda yinelenmiş ve onunla elçiler kapısı kapanmışsa da, lütuf kapısı kıyamete kadar gürül gürül akacak şekilde ardına kadar açık bırakılmıştır.
Evet: Çölün ortasında, dağlarla çevrili kurak, ekinsiz bir şehir olan Mekke toplumu içinden, Muhammed (sav)’i elçi olarak seçmesi Allah’ın en büyük lütuflarından biridir. Bu lütfu, bizzat onun sahibi tanımlamaktadır:
لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ اِذْ بَعَثَ ف۪يهِمْ رَسُولاً مِنْ اَنْفُسِهِمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ اٰيَاتِه۪ وَيُزَكّ۪يهِمْ وَيُعَلِّمُهُمُ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَۚ وَاِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَف۪ي ضَلَالٍ مُب۪ينٍ
“Şüphesiz ki içlerinden kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, onları arındıran, kendilerine Kitabı ve hikmeti öğreten bir elçi göndermekle Allah müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki onlar daha önce apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (3/Âl-i İmran, 164).
İnsanoğlunun yeryüzünde şahit olup, duyduğu, gördüğü, teneffüs ettiği en büyük lütuf nedir diye sorulsa, hiç kuşkusuz cevabın, “risalettir!” olması icap eder.
Ayette, bizzat Muhammed ismi anılmayıp da, sadece “içlerinden bir elçi…” denmiş olmasının büyük bir hikmeti olsa gerektir. Anlaşılan o ki, bizatihi lütuf olan, ‘elçi’dir, daha doğrusu elçiliktir. Elçilik, Allah’ın yeryüzüne, insanoğluna yönelik iradesini insana ilettiği için önemlidir, yüce bir görevdir. Elbette bu Elçi’nin Abdullah oğlu Muhammed (sav) olması da ayrı bir lütuftur. Bu, her şeyden önce Allah’ın seçimi olması hasebiyle mutlak bir güzelliktir. Elçinin Muhammed (sav) olması biz mü’minler nazarında tartışmasız bir değer ve öneme sahiptir. Elçiliği kime vereceğini Allah’tan başka kim bilebilir ki? Bu açıdan bakınca, elçinin Muhammed (sav) olmasına en küçük bir itiraz bile, elçiyi tensip eden Allah’a yapılmış bir itiraz sayılacağı için, bu bir iman meselesidir.
Muhammed (sav), Allah’ın tevdi ettiği elçilik görevini bihakkın yerine getirmiş, biz müminler için mükemmel bir örneklik ortaya koymuştur. Bu konuda Rabbi ondan razı, o da rabbinden razıdır. Biz de Muhammed (sav)’den razıyız, ona duacıyız ve namazımızda bile ona salât ü selam göndeririz.
***
Elçi biz insanlara Allah’ın lütfudur çünkü o, Allah’la aramızdaki buluşma noktasıdır. Elçi ilah değildir, tıpkı bizim gibi bir beşerdir. Bir beşer olarak, benim sahip olduğum bütün beşeri özellikler, nefsanî arzular, yüce ideallere olan eğilim onda da vardı. Fakat Rasûl, nefsine gem vurmasını biliyordu. İnsan kelimesine tam olarak denk düşen bir hayat sürdü. Ağlıyordu, gülüyordu, yiyip-içiyordu, evleniyordu, çocuklarına babalık, hanımlarına kocalık yapıyordu. Komşuları ile iyi geçiniyordu, müminlere imam/önderlik yapıyordu. Kâfirlere karşı ise tarihin en anlamlı, en takdire şayan, en tesirli ve en seviyeli duruşunu gösteriyordu; tıpkı atası İbrahim (a.s) ve diğer selefleri gibi…
Rasulullah bizlere Allah’ın lütfu idi çünkü elçisiz (elçinin örnekliği bilinmeyen) bir dünyada, biliyoruz ki biz kulların burnu dalaletten çıkmayacaktı. Zaten Mekke halkının, Muhammed (a.s)’dan önceki hayatının dalalet olduğunu hatırlatmakla rabbimiz, bu gerçeğe işaret buyurmuş olmaktadır. Bizler de dalalette idik ve risalet lütfundan nasipdar olarak, Allah’ın nurlu yoluna çıkmış olduk.
Allah’ın Elçisi, arzda halife olsun diye yaratılmış insanın, yaşadığı dönemdeki ve kendi şehrindeki soyuna Allah’ın ayetlerini okudu, onları şirkten ve cahiliyeden arındırdı; onlara kitabı ve hikmeti öğretti. İnsan soyu için bundan daha büyük lütuf düşünülebilir mi?
Şimdi o lütuf bizde, bizim önümüzde durmaktadır: Bu lütfu alıp bağrımıza basacak, gönlümüze dolduracak ve bütün uzuvlarımızdan bu lütfun sadır olmasına mı çalışacağız; yoksa, ona inanan, ‘içeriden birisi’ görünerek elimizin tersi ile sırtımızın arkasına mı atacağız? Kendimizi lütfa mı uyduracağız, yoksa lütfu kendimize mi?
Risalet, biz insan türü için paha biçilmez bir nimettir. Risalet, Allah’ın bizden istediği kulluk biçiminin eksiksiz ve fazlasız, ifratsız ve tefritsiz en ideal şekli, orta yolu, vasat biçimidir. Risalet Nuh’un gemisidir, Musâ’nın asâsıdır, Îsa’nın nefesidir, Muhammed (sav)’in Mekke ve Medîne’sidir.
İnsanoğlu her zaman vahye müdahale etmiş, elçilerin önüne sıradağlar gibi dikilmiştir. Rasullerin ağzına ellerini tıkamışlar, konuşturmamışlardır. Rasuller ahirete irtihal edince ise, -tabi toplum hayatta kalabilmişse- kendilerini tanrılık makamına oturtarak, vahiy üzerinde istedikleri tasarrufu yapmaya kendilerini yetkili görmüşlerdir.
Bu bilindik süreç, Muhammed (sav)’in ardından da tekrarlanmış ama Kur’an’ın ilahi koruma altına alınması, İslam’ın dost görünümlü kimi düşmanlarının dişleri ile geveledikleri bir meta haline gelmesinin önüne geçmiştir. Kur’an ilk günden itibaren korunduğu için, paralel din İslam’ın kalbine pençesini uzatamamış, bununla beraber, İslam’ın etrafında dolaşarak birçok habis etki bırakmaya çalışmıştır. Fakat bu habis izlerden dolayı yeise düşmeye gerek yoktur çünkü Kur’an başından sonuna kadar batılı zevâle mahkûm etmekte ve müminleri alabildiğine yüreklendirmekte, teşcî etmektedir; önemli olan imanın halavetine varabilmektir…
Risalet biz müminlere kâmil bir modeldir. İslam ancak Muhammed (sav) kadar yaşanabilir. İslam’ın en ideal ferd, aile ve toplum modeli onun mutenâ hayatında mündemiçtir. Onun hayatında hiçbir aşırılığa yer yoktur. Onun yaşamına baktığımızda, İslam’ın anlamakta güçlük çekeceğimiz bir şiarı da bulunmamaktadır. Bütün mesele Rasulullah Muhammed (sav)’in sîretini doğru okuyabilmek, sahih şekilde anlayabilmektir.
Elçi Muhammed (sav) kelimenin tam anlamıyla bir Müslüman modelidir. Mümin ve Müslim kimdir diye sorulacak sorunun cevabı, tereddütsüz odur. Rasulullah (sav)’in imanını Kur’an belirliyordu, hangi şeylerin imanın konusu, hangilerinin iman dışı olduğunu Kur’an’dan almıştı. Bütünüyle Allah’a yaptığı kulluğunu/itaatini sadece ve sadece Kur’an öğretmişti. Haramları ve helalleri sadece Allah tanımlamaktaydı. Rasulullah ne haramlara bir haram ilave etti, ne de helallere ekleme ya da çıkartma yaptı. Allah nasıl belirlemişse, onunla yetinmek durumundaydı.
Rasulullah’ı gerçek bir İslam modeli olarak öğrenen müminler hiçbir zaman mistik veya modern hezeyanlara kapılmazlar, mistik veya modern hezeyanlara pirim vermezler, kurtuluşlarını bu çirkef hezeyanlarda aramazlar. Risalet bu çirkeflere geçit vermez.
Rasulullah bugünün insanına en fazla, ahlakıyla, yaşam biçimiyle, kâfir sistemler karşısında takındığı tavırla, dik durmak demenin ne olduğunu göstermekle; hâsılı gerçek bir insan olmakla model olmuştur.
Dünyanın her bir köşesinde İslam adına ortaya çıkan bin bir türlü anlayış, görüş, düşünüş ve yaşayış biçimi İslam’ı bütün dünyaya, her türlü seviyesizliğe izin veren karmaşık bir inanç koleksiyonu gibi göstermektedir. Herkes her türlü sanrısını, kuruntusunu ve ideolojik edepsizliğini bir şekilde İslam’la bağdaştırıyor ve tıpkı Samirî misali, “bu İslam’dandır ama siz unuttunuz!” diyor. İşte tam da bu noktada Allah Rasulü’nin aziz mirası biz müminler için Allah’ın en büyük lütfu olarak karşımızda durmaktadır.
Rasulullah’ı en doğru şekilde takip edebileceğimiz kaynak hiç şüphesiz bu Din’in yegâne kaynağı olan ve Muhammed’i (sav) ‘Rasulullah’ kılan Kitabullah’tır. Önce Kitabullah’a bakmalı, siyer malzemelerine ondan sonra müracaat etmelidir. Kur’an’ın tanıttığı Rasulullah doğru Rasulullah’tır. Bu, onun hakkında oluşturulmuş devasa bir yazılı edebiyatı reddetme veya küçümseme anlamına gelmemelidir. Çöpe atma olarak hiç görülmemelidir.
İslam’ın tek kaynağı, Rasulullah’ın tebliğ ettiği Kur’an’dır ama ‘Kur’an İslamı’ adına bize Peygambersiz bir İslam(!) projesini empoze eden, İslam’ın namaz gibi, oruç gibi mukaddes ibadetlerini ortadan kaldıran münafıkça yaklaşımlar İslam’la alakalı olamazlar. İslam üzerinde diledikleri gibi at oynatmak isteyen nifak hareketlerinin, Peygambersiz bir İslam tasarladıklarında kuşku yoktur. İslam’ın, her isteyenin istediği şekli verememesindeki en büyük etken, Kur’an’ı bizim gibi beşer bir Elçi’nin tebliğ etmiş olmasıdır. O beşer elçinin nümune-i imtisal olması her türlü sapmanın önüne geçmektedir.
Bize yolumuzu, ibadet biçimlerimizi ve inancımızı öğreten Allah, içimizden/bizden birini bize elçi göndermekle bize en büyük lütuf ve ikramı vermiştir. Bize düşen, o Lütfa tabi olarak Allah’ın rızasını kazanmaktır.