“Allah hidâyet versin.” Bu cümle Müslümanların çokça sarf ettikleri, dua kabilinden bir sözdür. Bir kişinin İslam’a aykırı bir fiilini, kötü yaşam biçimini duyduğumuzda ağzımızdan -gayrı ihtiyarî midir desem, acaba- bu söz zuhur ediyor.
Bir kimsenin Allah’ın tayin ettiği hidayetle müşerref ve muazzez olmasını temenni etmekte herhangi bir sakınca yoktur. Şaşırmış bir kimsenin doğru yolu, hidayeti, sırât-ı mustakiimi bulmasını, şaşkınlıktan kurtulmasını -kalbinde hastalık olanların dışında- kim istemez? Gelin görün ki, bu sözde de bir iç çelişki, mantıkî bir garabet hissedilmektedir. Bunu açmaya çalışayım.
Bir insana “Allah hidayet versin” diye dua etmek, mantıkî açıdan, sanki o kimseye Allah hidayet vermemiş, hidayetini ondan esirgemiş gibi bir anlam içermektedir. Oysa âlemlerin Rabbi, din gününün sahibi Allah, zaten herkese hidayetini vermiştir. Allah yeryüzünde bütün insanlık tarihi boyunca hidayetini bildirmiştir; bunun için rasuller/nebîler göndermiştir. Allah yeryüzüne vahiy indirmiştir. Vahiy demek, insanın hidayeti demektir. Vahiy, insanı hidayete erdirme talebidir. Vahiy (yani münzel Din) insanın hidayetidir, insanın bütün şerefi, izzeti, huzuru ve felahı vahiydedir.
Allah bütün insanlara hidayetini vermiş ama insanoğlu, Allah’ın bu lütfunu kaldırıp atmış veya elinin tersi ile itmiş, burun kıvırmış, surat asmış ve daha da ileri giderek, hidayete düşman kesilmiş, hidayetin elçilerini taşa tutmuş, ağızlarını kapatıp susturmak istemiştir.
Öyleyse, “Allah hidayet versin” sözü, -tabi ki iyi ölçülüp tartılmadığından, bir zuhûl eseri olarak- zaid olarak söylenmektedir. Bu durumda, Allah’ın hidayet vermesi için değil de, kişilerin, Allah’ın zaten verdiği hidayetini almaları, Allah’ın lütfunu reddetme küstahlığına düşmemeleri, hidayete ermeleri için dua etmelidir. Çünkü özne, insanın kendisidir. Allah, her insanın hidayete ermesinden razı, ermemesinden ise razı değildir. Allah, verdiği hidayeti alacak kullar istemekte, irade etmektedir.
Günümüzde insanın Allah’ın hidayetine karşı kör, sağır, dilsiz ve beyinsiz olması için çokça neden bulunmaktadır. Fakat bunun tersi de geçerlidir. Yani hidayete ermek için Allah’ın lütfettiği vasıtalar da o kadar fazladır. Her şeyden önce Allah’ın son elçisi Muhammed (sav) bizler için, bütün insanlık için Rabbimizin bir lütfudur.
Kur’an Allah’ın en büyük lütfudur. Kur’an baştan sona hidayettir. Kur’an varken bir insanın dalalette kalması, o kimsenin hamakatine değilse, hıyanetine (Ebu Cehilliğine) delalettir.
“Allah hidayet versin” sözünün mantıkî açıdan çelişik olduğu görüşümüzü isterseniz bir de şu sorularla test etmeye çalışalım:
-Allah kullarına hidayeti vermiyor mu ki, biz ‘versin’ diye dua ediyoruz?
-Hidayeti bulamamış insan, hidayeti elde etmek için çok ciddi çabalar sarf etti de, Allah onun çabalarını boşa mı çıkarttı?
-Hidayeti bulmamış insan, acaba Allah’ın hidayetini (Allah’ın doğru yolunu/doğru dinini/doğru yaşam tarzını) gerçek hidayet (gerçek yol/doğru din/doğru yaşam tarzı) olarak benimsedi mi?
Günümüzde, “Allah hidayet versin” duasını, İslam’dan uzak, İslam’a inanmamış şekilde yaşayan kimselere değil, en fazla ve öncelikle ‘dindar’ kimselere, cami cemaatine, Kur’an okuyan insanlara yapmak gerekmektedir. Çünkü adı ‘dindar’a, ‘müslüman’a çıkmış kesim üzülerek söylemek gerekir ki, -tümü değil, ekseriyet itibariyle- İslam’dan çok uzak bir kesimi oluşturmaktadır. Çünkü İslam, Allah’ın bizim için tensip ettiği bir DİN olarak değil de, şanlı atalarımızın gittiği bir yol olarak benimsenmiş görünmektedir. Kitleler İslam’ın bizatihi kendisine karşı, İslam’ın Elçisine ve İslam’ın Kitabına yani Kur’an’a karşı müthiş bir vurdumduymazlık içerisindedir. Zira Kur’an insanların kafalarına, gönüllerine ‘vuruyor’ ama duyulmuyor, insan duymuyor, duymak istemiyor. Kitleler, zevkleri, keyifleri, şehvetleri, çoluk-çocukları, eşleri ve teknik araç-gereçleriyle, İslam’ın bazı rükünlerini telif etmiş vaziyettedirler.
“Ben müslümanım” diyen bir toplumun yeryüzünde en büyük serveti Kur’an olmalı, Kur’an deyince akan sular durmalı iken, ilk başta ben müslümanım diyen kitleler Kur’an’ı bir paçavraya çevirmiş bulunmaktadırlar. Çünkü Kur’an cenaze törenlerinin ve düğünlerde uygulanan eğlence programlarının vazgeçilmezidir. Düğün eğlenceleri Kur’an tilaveti ile başlamakta; cenazelerde ise Kur’an çokça okunmaktadır. Ama bunca okunan Kur’an’a rağmen, herhangi bir cenaze evinden neredeyse bir tek kişi bile, imanını artmış hissederek ayrılmamaktadır. Bir tek kişi bile, ben şu haramı işliyordum artık bundan sonra işlemeyeceğim diyerek ayrılmamaktadır.
İçinde yaşadığımız ülke ve toplum her geçen gün daha da şirk, küfür, nifak, fısk ve fücûr bataklığına doğru gömülmektedir. Yeni nesiller küfrün ortasına/merkezine doğru İLERLEMEKTEdirler. Terör en büyük belayı oluşturmaktadır. Ülke, zorunlu bir savaşa doğru sürüklenmektedir. Toplumu toplum yapan değerler birer birer çürümekte, çökmektedir.
Bütün bunlara karşı ise içimizden birileri hala avazı çıktığı kadar “Kur’an İslamı” tehlikesine karşı insanları uyarmaya(!) devam etmektedir. Yani Kur’an’dan rahatsız olunmaktadır. Bu ne anlama gelmektedir? Bu, Allah’ın hidayetine karşı müstağnî ve müstekbir olunduğu anlamına gelmektedir. Allah’ın hidayeti ile insanlar arasına bu şekilde girilmektedir.
Şu hengâmede kim çıkıp da, bütün dertlerimizin devası Kur’an’dadır dese, insanların ekserisi bu söze acı acı güleceklerdir. Söyleyenin aklından, zekasından şüphe edeceklerdir. Sırıtacaklar ve uzaklaşacaklardır; tıpkı aslandan ürküp kaçan yabanî varlıklar gibi…
Ama bütün dünya bu söze gülse de, yine de bu bir hakikattir ki, Allah’ın hidayetinden başka hidayet yoktur ve din sadece İslam’dır. Bütün insanlık Allah’ın hidayetine muhtaçtır.