Allah’a verilen söze sadık kalmadıkça Allah’ın bizimle bir ahdi olmayacaktır. Her gün kılınan beş vakit namazda “yalnızca sana kulluk eder ve yalnızca senden yardım dileriz” ahdini tekrarlamış olsak da kuşkusuz kulluğumuzu Allah’tan başkalarına yapıyor ve yardımı da onun dışındaki her şeyden bekler oluyoruz. Acı bugün bütünüyle İslam coğrafyasına yayılmıştır. Tebbet yeda… diye söyleyenler, gazetelerine manşet atanlar ne yazık ki ferasetini kaybetmiş şekilde başka zulümlerin içinde kaybolmaktadırlar. Elbet bir Musa çıkacaktır diye umutla bekleyenler gittikleri her yerde demokrasi ve laikliği ballandırarak anlatmaktadır. Biz Musa’yı ve diğer nebileri ona ihanet edenlerden dinleyecek kadar şuurumuzu kaybetmişsek Allah’ın bizimle ne ahdi olabilir ki!
Evet, bugün Suriye’de, Somali’de, Mali’de, Irak’ta, Sudan’da, Filistin’de, Filipinler’de, Arakan’da, Doğu Türkistan’da, Özbekistan’da, Azerbaycan’da ve daha bir çok yerde Müslümanlar bilfiil ölüm, işkence ve zulümle yüz yüzedirler. Bunun müsebbibi firavunlar olduğu kadar firavunlara yol veren kölelerdir aynı zamanda. Eğer ki mümin olma iddiasını taşıyanlar Muhammed’in (sav) Mekke’sinde olduğu gibi layıkıyla tağutu ve onun avanelerini terk etmiş olsaydı bugün Allah’ın bizimle bir ahdi olurdu ve bizde onun ahdine bağlı kalmakla onurlanmış olurduk. Oysa izzetimiz ve şerefimiz bugün kahrolası zalimlerin ayakları altındadır.
Bizim şerefimizin ve şanımızın içinde olduğu bir kitap varken ve o şerefi nasıl kuşanmamız gerektiğini bize en ideal haliyle göstermiş bir resul varken nasıl olurda bu şerefe yeterince sahip çıkamayız! Kahrolsun zalimler demekle kimse kahrolmuyor artık bunu görelim. Zalimleri kahredecek, onları başarısızlığa uğratacak bir işi başarıncaya kadar da onlar kahrolmayacaklar. Biz düşünürken, yaşarken kendi kavramlarımız ve inançlarımız üzerine yürümüyoruz. Hala batının dikte ettiği kavramları kabullenmeye ve onları en ideal haliyle hayata geçirmeye talibiz. En iyi demokrat ve en iyi laik olma yolunda hevesle koşuyoruz. Aslında Sisi gibi, Esed gibi zalimlerin demokrasiyi yaşatamadıklarını Mursi gibi, Erdoğan gibilerinin demokrasiyi daha iyi yaşatacağını düşünüyoruz. Dönüyoruz dolaşıyoruz yine Batılı düşüncenin sistematiğinde kalıyoruz. Neye “La” neye “İllallah” dediğimizin farkında değiliz. Ferasetten uzak, hikmetten uzak ve hep eklemlenmeye yüzümüz dönük bir şekilde yaşıyoruz. Kendi uzağımızdaki zalimleri görüyoruz da yanı başımızdaki zalimleri alkışlıyoruz. Bizim kafirimiz diğerlerinin kafirlerinden daha hayırlı diyoruz. Oysa zulüm dünyanın her yerinde aydınlığı aynı derecede yok eder. Bir zulüm başka bir zulme tercih edilebilir mi? Jakoben bir zulüm mü daha iyidir yoksa demokrat bir zulüm mü? Mümin iki izzetsizlikten birini nasıl tercih eder!
Kendi inancımıza olan güveni daha doğrusu Allah’a bütün kuşkulardan ve korkulardan sıyrılarak güvenmeyi başardığımızda Allah yolumuzu aydınlatacaktır. Kesada uğramasından korktuğumuz ticaretimiz, bizi terketmesinden korktuğumuz eşlerimiz, Allah’ın emaneti olarak değil de modern putlarımız olarak taptığımız çocuklarımız, itibarımız, sosyal statümüz, evlerimiz, vs dokunulmazlarımız, olmazsa olmazlarımız olduğu sürece hangi zihinle ve imanla vahyi kuşanabileceğiz. Dünyayı iyi okuyamayan ve her esen rüzgarda savrulan bir yapıda iken, kökü dışarda zayıf, kuru bir ağaç iken nasıl olurda güzel meyveler vereceğimizin zehabına kapılıveririz. İyi meyveleri ancak güzel ağaçlar verebilir.
Mümin olmak Allah’ın bildirdiği vahye ve onun taşıyıcısı, ilk prototipi olan resule bağlı kalmayı gerektirir. Tarihten bugüne bütün nebiler ve vahye iman edenler yalnızca Allah’ın buyruklarına karşı boyun bükmüşlerdir. Hikmet, feraset, basiret müminlerin vazgeçilmez hasletleri olmuştur. Oysa bugün düşüncelerimizi ekonomi üzerine inşa ediyoruz. Toplumları gayri safi milli hasıla oranlarına göre bir yere yerleştiriyoruz. Ahlaklı olmayı, faydalı olmayı, örnek alınabilecek karakter olmayı hep ekonomik değerler üzerinden yapıyoruz. Evlerimizi en modern dizaynlarla süslediğimiz zaman, mekanlarımızı varoşlarda değil de zenginlerin bulunduğu semtte kurduğumuz zaman kendimizi adam yerine koyuyoruz. Yüksek düzeyli bir bürokratla konuşacağımız zaman, aynı mekanı paylaştığımız zaman, aynı sofrada yemek yediğimiz zaman ve hatta aynı resim karesi içinde bulunduğumuz zaman kendimizi çok kıymetli bir adam görüyoruz. Kıymetli olmayı iman etmiş olmaktan daha çok dünyevi kriterlerde arıyoruz. Sonra kalkıp kahrolsun zalimler diyoruz. Evet, kahrolsun zalimler ama önce bizim zihnimizdeki zulümler ve zalimlere yaltaklanmalar kahrolsun.
Kendi nefsimizde olanları değiştirmeden zalimlerin zulümlerine son vereceğini düşünmek kuşkusuz ki safdillikten başka bir şey değildir. Bize düşmanı uzakta gösteren zalimlere söyleyecek sözümüz yoksa onları gerek ekran karşısında gerekse meydanlarda ellerimizi patlatırcasına alkış tufanlarına tutuyorsak ve her geçen gün onları daha da yücelterek başımızın üstünde tutuyorsak Allah bize nasıl hidayet etsin! Bizim ve tüm müminlerin başına gelen şeylerin asıl sebebi vahiyden uzaklaşmak ve batılı değerlerin dünyayı olumlu anlamda değiştireceğine inanmak olduğunu göremiyorsak Allah bize nasıl rahmet etsin! Kişisel egolarımız uğruna, çıkarlarımız, beklentilerimiz uğruna vahdeti bozabiliyorsak ve birbirimizin arkasından kahredebiliyorsak Allah bize niçin merhamet etsin! Öncelikle zihnimizi modern-postmodern putlardan arındırmalıyız. Çünkü bu putlar bize asabiyeti, milliyetçiliği, hazcılığı, şehveti, sınırsızca tüketmeyi, bencilliği ve insanın insanın kurdu olduğu yalanını telkin eder.
Dünün Mekke’sinde putlar Kabe’nin içindeyken bugün insanlığın yüreğine kazınmıştır hem de Kabe’de olan putlardan daha fazla olarak. Mümin olma iddiasını taşıyan bizler öncelikle kalbimizdeki ve zihnimizdeki putlardan arınmalıyız ki zalimler o zaman kahrolabilsin. Bizler mustazaf olarak kalmaktan şikayetçi olmadığımız için onlar bize hükmediyor. Onların iyi polis ve kötü polis numaralarını görmemiz gerekiyor. Bir yandan sopa diğer yandan havuç gösteriyorlar. Biz onların bize ne kadar şeytani oyunlarla yaklaştıklarını ve bizden hangi değerlerimiz karşılığında bize neyi vermek istediklerinden emin olmalıyız. Bize melek olmamız ya da ebedi olarak yaşamamızın kaynağı olarak gösterdikleri demokrasi, laiklik ya da liberalizmin ancak bizi rahmanı cennetinden çıkaracağını görmemiz gerekmektedir. İktidarlarla aynı safta, aynı söylevlerle yer alanlar bilmelidirler ki giderek saflar iyice kaynaşacaktır. Kimin hangi çizgide durduğu belli olmayacaktır. Mümin her türlü zalim olan iktidarların karşısında hikmet, feraset ve basiretle durmalıdır. Kendi zeminini asla kaybetmeden ve kendi kavramlarına yaslanarak bunu yapmalıdır. Kendi dünyasını kendi iman esaslarıyla inşa etmeyenler kuşkusuz başkalarının kavramsal dünyasında kaybolmaya mahkumdurlar. Allah, İsrailoğullarına nasıl sesleniyorsa bize de aynı şekilde seslenmektedir O’na kulak verelim: “Ey İsrail oğulları! Size ihsan ettiğim nimetimi hatırlayın, ahdimi yerine getirin ki Ben de size olan sözümü yerine getireyim ve ancak Benden korkun. Elinizdeki Tevrat’ı tasdik edici olarak indirdiğim (Kur’an’a) iman edin. Onu inkâr edenlerin ilki olmayın. Âyetlerimi az bir karşılığa değişmeyin ve bana karşı gelmekten sakının. Hakkı batılla bulayıp da bile bile hakkı gizlemeyin hem namazı dürüst kılın ve zekâtı verin, rükû edenlerle birlikte siz de rükû edin. Kendi nefslerinizi unutursunuz da insanlara iyilikle mi emredersiniz?! Halbuki siz Kitap’ı okuyup durursunuz. Artık aklınızı kullanmaz mısınız?” (2/40-44)