Birkaç gündür Pavia’dayım. Burası İtalya’da Milano yakınlarında bir kasaba. Nüfusu 70 bin civarında. Oğlum İsmail Erasmus kapsamında eğitim yılının ikinci yarısını Pavia Üniversitesi’nde geçiriyor. Ben onu ziyarete geldim.
Pavia Üniversitesi dünyanın en eski üniversitelerinden biriymiş. 1361’de kurulmuş. Yani 658 yıl önce.
Taa eski Roma’ya dayanan zengin bir tarihi mirasa sahip.
Bu zenginliği kasabanın bugünkü nüfusuna göre çok büyük ölçeklerde inşa edilmiş olan kiliseleri, kaleleri, kuleleri görünce daha iyi fark ediyorsunuz.
Doğrusu, baş döndürücü bir yerel seçim kampanyasının ardından kafası bizim siyasi abuk-sabukluklarımızla ambale olmuş bir vatandaş olarak bu sakin üniversite şehrine gelince sudan çıkmış balığa döndüm.
Hem üniversite şehri hem sakin, nasıl oluyor?
Bu sıralar Paskalya tatiliymiş. Şehir boşalmış. Hani bayramlarda İstanbul boşalıyor ya. Ondan daha ciddi bir boşalma.
Belediye seçimlerinden sonra gelince, biraz şehircilik kıyaslaması yapıyorsunuz doğal olarak.
Hoş, başka zaman geldiğimizde de yapıyoruz ama, şimdi şehir mevzuu daha sıcak.
Bütün sokakları bir bir üzerinde çalışılmış gibi bu kasabanın. Tarihi doku korunmuş. Yeni düzenlemeler tarihi dokunun devamı gibi yapılmış.
Yollarda yürürken ‘acaba bizim belediye başkan adayları -şimdi bir kısmı başkan oldu- bize ne anlatıyordu’ diye düşünmeden edemiyorsunuz.
Buradaki bir belediye başkanının veya adayının bize anlatabilecekleri ile bizim adaylarımızın anlatıp durduklarını hayalimde karşılaştırıyorum.
Bizimkilerin iş, icraat yerine üzerimize boca ettikleri ‘vatan, millet, sakarya’ları düşündükçe içim daralıyor.
Noksanlıklarımızın tarihi mazeretleri olduğunu biliyorum.
Bununla beraber, siyasilerimizin, idarecilerimizin -maalesef- şehir ve medeniyetle ilgili konularda çok savruk, çok uyanık, çok fırsatçı ve çok lafazan olduklarını da biliyorum.
Bu kasabanın her tarafı yapılmış, tamamlanmış proje sanki!
Şehrin neredeyse yarısı nehir taşlarıyla döşenmiş. Bizim eski Arnavut kaldırımlarının bu bölgeye özgü olanı diyelim. Bununla kalmamış, daha açık renkli büyük dikdörtgen taşları eski Roma yollarına benzer şekilde arabaların tekerleklerine denk getirerek yollara hakketmişler.
Böylece, bozmak bir yana tarihi görünüme katkıda bulunmuşlar.
Ne bir döküntülük, ne bir keşmekeş.
Bizim başkanlar bir kaç yüz metre yaya bölgesi yaptıkları zaman devrim yapmış gibi kasılıyorlar.
Şimdi bunları anlatırken rahatsızım. Cümlelerim 19. Yüzyıldaki Avrupa hayranı Osmanlı yazarlarının izlenimlerini andırıyor.
Halbuki hayran mayran değilim kimseye.
Bizimkilere kafam bozuluyor sadece. Çünkü biz de güzel işler yapabiliriz, imkanlarımız var.
Biz, imkanlarımızı şeytanlıkta kullanıyoruz.
Hani hutbelerde okunan “İta-i zi’l kurba” ayeti var ya. “Yakınlarına vermek.”
Hatiplerin bu ayeti mealiyle birlikte okumaları kolaylık sağlamışa benziyor!
Ayetin sadece burasını özünden saptırarak alıp gereğini yapıyoruz.
Gereği ne?
“Yakınlarına vermek!”
Halbuki Ayet-i Kerime “Allah adaleti emrediyor” diye başlıyor.
Hadi ‘adalet’i es geçtin.
Sonra, ‘ihsan’ı emrediyor.
Ne demek ihsan?
Çok tarifi var.
En kapsamlısı… Ne yapıyorsan, yaptığını güzel yapmak.
Niye güzel yapmıyoruz?
Niye avuç içi kadar yeşilliğe ‘kupon arazi’ deyip hayvan gibi binalar dikiyoruz?
Ayet-i Kerime’de ‘rant’ var da hatipler mi tercüme etmiyor?
Ya da, katınlarımıza, az bir yağmur yağınca lök lök oynayan kaldırımlar yaptırıyoruz?
Tamam, vereceksen ver yakınlarına! Ama bari söyle, düzgün yapsın yakınların!
Allah ıslah etsin, hepimizi!
Karar / Yusuf Ziya Cömert
bir coğunda o kapasite- hem bilgi hem de kültür anlamında- yok .gezip görseler bile onu da anlayabilecek göz izan yok.