Akıntıya kapılıp bu kadar uzaklara sürüklenmeseydim kim olurdum acaba?” diye bir soru gelip geçti içinden ve sonra belli belirsiz bir sesle, “İçim yanıyor” diye mırıldandı kendi kendine.
Herkes bizimle birlikte günün hayhuyuna kendini kaptırıyor, oraya buraya bizim gibi çılgınca koşuşturuyor zannediyoruz. Değil öyle… Bazılarının zamanı bizden daha yavaş, olan bitene intibakı daha zor, daha az… Bir şeyin, bir şeylerin parçası olma arzuları çok daha zayıf… Herkesin olduğu yerin dışında bir yerde yaşıyor sanki onlar. Kendi dünyalarında, kendi gezegenlerinde, kendi evrenlerinde… Herkesi kendine çeken şeyler onları çekmiyor, herkesi peşinde koşturan şeyler onlara ilginç gelmiyor, herkesin ilgisini çeken şeyler onlara bir şey söylemiyor. Yavaşlamakla, başka yerlere bakmakla, sezgilerinin peşinden gitmekle, kimsenin dokunmadığı şeylere dokunmakla, kimsenin umursamadığı yaraları kanatmakla her şeyin dışına düşürmüş, günlerimizi birer girdaba çeviren kör döngünün dışına çıkarmışlar sanki kendilerini. Sayıları az mı, çok mu, bilmek imkansız… Ama görünce hemen farkına varıyorsunuz her birinin. Herkesin birbirine benzediği şu hayatta, her şeyin dışında kalmak ve kendine benzemek sadece ayırmıyor onları kalabalıklardan; tedirgin de ediyor bizim gibi her şeyi herkesle aynı biçimde yaşayanları. Kendi olmaya dair bütün ihtimallere yüz çevirmiş kalabalıklar için, acı çekmeyi, bedel ödemeyi, yalnız, yapayalnız kalmayı göze alarak kendini kör döngünün dışında tutanlar, yani başka bir ihtimalin peşinden gidenler çok tehlikeli çünkü. İnsanın hiç yapmıyorken, herhangi bir sebeple bir gün bir anda kalbini hatırlaması ne kadar tehlikeliyse o kadar tehlikeli…
“Şimdi sen ne isen ben o değilim. Hayatımı senden ayrılmaya adadım, hiç bitişmeye çalışma. Herkes her şeye böyle bitişip yapışmaya meraklı olmasa, sen bir tepede, ben bir düzlükte, öbürü bir su kenarında mesela, ben düzlüğün hareketsiz sonsuzluğundan, sen tepenin itiverme korkusundan, öbürü de kararan sulardan alsa alacağını ve herkesin bulunduğu yerde yapacağı ile bitiriverseydik zamanımızı, kendimiz olarak gidiverme imkanımız olacaktı. Herkesin kendi yerine yaşadığı ve kendi yerine öldüğü söylenir hep, ama herkes kendi de değil, kendi yerinde de” diye yazmış Şule Gürbüz, ‘Zamanın Farkında’ kitabında.
Büyüyor olmaya hiç alışamamıştı. Her sendelediğinde korkuya kapılıyor, “Beni hiç kimse tutmayacak mı?” diye soruyordu endişeyle.
Hayat hakkında her şeyi bildiğimizi düşünüp kalemizi boş bırakıyoruz hep. Hayatın bize karşı maçı daima açık farkla galip sürdürmesinin sebebi bu!
“Yaşam, şimdi ancak kavranılması ve anlaşılması gereken; oysa yaşanması, gerçeğine inilmesi ilerideki yıllara atılan yabancı bir öğe gibi önümüze getirilmiş. Coğrafya derslerine getirilen yerküre gibi. Kimse yaşadığımız mevsimin, günlerin ve gecelerin yaşamın kendisi olduğundan söz etmiyor. Her an belirtilen bir öğretiye, bizler hep hazırlanıyoruz. Neye?” diyor Tezer Özlü, ‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde.
Bir şeyleri sıcak tutmak için hiçbir çaba sarfetmiyorsan, üşümekten hiç şikayet etmeyeceksin, hayat böyle!
Günün çeşitli vakitlerinde “Acaba hâlâ yaşıyor muyum?” diyerek kendini çimdikleyen insanlar da var.
“Şu gürültücü kalabalıklar seni kandırmasın” dedi beyaz saçlı adam, “kendi sesinin söylediklerine karşı tek başınasın!”
Yeni Şafak / Gökhan Özcan