Kısa bir zaman evvel, emekli bir askerin açıklamalarıyla başlayan ve Türkiye’deki “sağ”ın, Soğuk Savaş devrinde NATO ile bağlantılı “karanlık” târihini gündeme getiren bir dizi tartışma doğdu. Türkiye’de “sol” bu bağlantıları eskiden beri dile getirir ve Türkiye’deki “sağ”ı topa tutardı. Ama son tartışmaların dikkât çeken tarafı, ilk defâ “içeriden” bâzı tepkileri de içermesiydi. Sâlih Tuna ve İbrahim Karagül’ün yazıları buna misâldir.
Doğrusu, Muhafazakârlık üzerine yaptığım çalışmalarda Türkiye’deki “sağ”ın, ılımlısından keskinine, bu bağ üzerine kurulu olduğunu başından beri dile getirmiş; Türkiye’de “sağ” kavramının kirli bir kavram olduğuna dâir yaklaşımımı korumuşumdur. “Muhafazakâr” olmak ile “sağda” olmak arasında bir sınır olmasının gerekliliği, dile getirdiğim diğer hususlardan birisidir. Bunu, “solda” veyâ “muhafazakâr” olduğum için savunmadım. Eleştirdiğim husus, insanların muhafazakâr olmakla sağcı olmayı kendiliğinden özdeşleştiren özensiz yaklaşımıydı .
Türkiye’de bir siyâsal düşünce birikimi veyâ târihi var mıdır? Bu suâlin en az bir kaç akademik sempozyumu dolduracak kadar tartışmaya gebe olduğunu söyleyebiliriz. Genel manâda, orijinâl sayılabilecek bir siyâsal-felsefî arkaplânı olmadığı hükmünden hareketle bu alanın küçümseme ile karşılandığı ve ihmâl gördüğü zamanların şâhidiyim. Bunun, mukayeseli bir bakışın ürünü olduğunu söyleyebiliriz. Modern felsefesinin katkısıyla haşmetli bir mimâriye sâhip olan Batı Siyâsal Düşünce Târihi düşünüldüğünde ,insan hakikâten de; “Haydi canım, bizimki de düşünce târihi sayılır mı?” demekten kendisini alıkoyamıyor.
Bu küçümseyici ve yoksayıcı bakış hayli yerleşik bir mâhiyet arz ediyor. Buna mukâbil, başta Hilmi Ziyâ Ülken , Ahmed Hamdi Tanpınar, Sabri Ülgener ve Şerif Mardin gibi ustaların çalışmaları öncü bir rol oynadı. Bu öncü çalışmalar “şöyle böyle”, “eksiği gediğiyle” de olsa bizim de anlaşılmayı bekleyen ve bunu “hak eden” bir düşünce târihimiz olduğuna dâir hâneyi açık tuttu. Mete Tunçay, Orhan Okyay, Şükrü Hanioğlu, İsmâil Kara, Zafer Toprak, Taha Parla vd akademisyenler, “akım” ve “monografik” düzeyde yapılan bir çok çalışmaya imzâ attılar. En son olarak, İletişim Yayınlarından çıkan, Tanıl Bora’nın genel editörlüğünü yaptığı , bu alanda çalışmış kişilerin birikimlerini biraraya getiren ve 9 ciltten mürekkep Türkiye’de Siyâsal Düşünce başlıklı mühim bir derleme ortaya çıktı. Dahası, üniversitelerin bâzı kürüsülerinde Türkiye’de Siyâsal Düşünce Târihi Dersi okutulmaya başladı.
Evet, her ne kadar âhım şâhım felsefî derinlikler taşımasa da, en azından bir “ideolojik akımlar” târihi olarak nitelendirilebilecek bir müktesebât var. Elbette bâzı sıkıntılar devâm ediyor. Çalışılan alanlar, akademik ilgilerden çok ideolojik yakınlıklardan neşv-ü nemâ buluyor. Yâni, ağırlıklı olarak; sağcılar, muhafazakârlar , solcu veyâ sosyalistler kendilerine yakın alanları veyâ kişileri çalışıyorlar. Belki de “içeriden anlamak” bâbından bunun hayra yorulabilecek tarafları vardır. Buradaki sıkıntı, “tarafsızlık” dengesinin tutturulmasında karşılaşılabilecek zorluklardır. Bunun “dışarıdan anlama”yı esas alan çalışmalarla dengelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Tabiî ki, “dışarıdan anlamanın” da “yargılayıcı” olmak riskini unutmadan..
Diğer bir husus, bizâtihi ayrışmış akımlar veyâ monografik sınırlar içinde kalarak yapılan çalışmaların kaçınılmaz olarak Düşünce Târihini ansiklopedizme mahkûm etmesiyle alâkalı görünüyor. Hâlbuki, Türkiye’de Siyâsal Düşüncenin en hayâtî taraflarından birisinin de “kültürel geçişler”le bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Eğer akademik-entelektüel açıdan bir sıçrama olacaksa burada olacaktır. Kültürel geçişler ,yüzeydeki basit ayrımları aşan derin bağları görmeyi mümkün kılıyor. Bu da Merhûm Hocalarımız Sabri Ülgener ve Şerif Mardin’in başlattığı,ama arkası pek de gelmeyen “târihsel-kültürel” temelde “zihniyet târihi” çalışmalarını hem bir eksiklik olarak görmemizi hem de onlara özenmemizi sağlıyor. Hâsılı, zihniyet iklimlerinin târihi doyurucu bir şekilde çalışılmadan, “karşılıklar” ve “kültürel geçişler” anlaşılamadan Siyâsal Düşünce Târihi çalışmalarının yoğunlaşması ansiklopedik bir obezite doğurmaktan başka bir işe yaramayacağı anlaşılıyor.
İkinci bir husus ise, düşüncelerin ve akımların şekillenmesinde başat rolü oynayan, pek çoğu devşirilmiş hâkim ideolojik paradigmaların toplumsallaştırıcı etkisini ve aralarındaki kültürel süreklilikleri anlamakla alâkalı görünüyor. İnsanlar “solcu” veyâ “sağcı” olmayı nasıl ve nereden öğrendiler? Bu, bir vahiy veyâ ilham konusu değildi. “Gelenekten hareket etmek” veyâ tersine “gelenekten kopmakla” da sınırlı olmayan karmaşık süreçlerdir bunlar. Herkes solcu veyâ sağcı olmayı “birilerinden” ,”bir yerlerde” ve “bir şekilde” öğrendiler.. Bu “öğrenme” ve “olma” süreçlerinin sıkı bir şekilde anlaşılması gerekiyor.
Tek yanlı olarak Türkiye’de “sağcılığın”ın târihinin “kirli” bir târih olduğunu söylemek yetmiyor. Bu solcuları rahatlatmamalıdır. Eğer “kirli” bir târih varsa, bu sağcılar kadar solcuları da tedirgin etmelidir. Eğer “kirlenme” varsa bu kapsayıcı ve bulaşıcı bir süreçtir. Eğer NATO Türkiye’de sağcıları şekillendirip kullandıysa, solcuları da şekillendirip kullanmasının önünde bir engel de yok demektir. Bâb-ı Âli’nin, Cağaloğlu’nun kıraathaneleri ile Beyoğlu’nun kafe ve meyhaneleri üzerinde dolaşan bulutlar aynı bulutlar değil miydi? Ve, “bizim evde” ,aynı silâhla , aynı günün sabâhında bir “Ülkücü” genç, akşamında da “Devrimci” bir genç toprağa düşmüyor muydu?…
Yeni Şafak / Süleyman Seyfi Öğün