İlk olarak şunu sormak istiyoruz: Sizce 17 Aralık 2013 günü ülkede ne oldu ve şu anda neler olmakta?
SÜLEYMAN ARSLANTAŞ: Birinci Körfez Hareketi 17 Ocak 1991’de başlamıştı. Yaklaşık 697 bin Müttefik kuvvetlere ait asker, donanma, hava filoları ve istihbarat timleri Basra Körfezi’ni ve Irak’ı havadan, karadan ve denizden olmak üzere müthiş bir şekilde vurdular. Silah bakımından dev gibi güçlü olan bu kuvvetler, sahip oldukları silahları bir dev gibi kullanmaktan çekinmediler. Gerçi bu hareket fazla uzun sürmedi; ama fiilen Amerika başta olmak üzere müttefikleri Körfez’e ve Irak’a yerleştiler.
Yaptıkları ilk iş ‘uçuşa yasak bölge’ ilan ederek sekiz yıl süren İran-Irak savaşında; Irak’a vermiş oldukları silahların, bilhassa Irak Hava Kuvvetleri’nin gücünü kullanmasına mani olmak oldu. Hemen ardından Silopi-34. Paralel arası, 34-32. Paralel ve 32. Paralel ile Körfez arası olmak üzere Erbil, Bağdat, Basra merkezli olarak Irak’ı üçe parçaladılar. 17 Ocak 1991’den 20 Mart 2003’e kadar bu parçalanmışlığın olgunlaşmasını temine çalıştılar. Aynı zamanda Erbil merkezli Kürt, Bağdat merkezli Sünni ve Basra merkezli Şii yapılanmanın olgunlaşması için de bu saydığımız etnik ve mezhep temelli odaklar arasında iç çatışmaları körüklediler.
13 Kasım 2006’da Amerikan Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde, Ortadoğu haritasının değişeceğinden hareketle bu değişimin bir parçasının da; İran-Irak, Türkiye ve Suriye Kürtlerinin yaşadıkları toprakların birleştirilerek KÜRDİSTAN devletinin kurulmasının sağlanacağını iddia etmesi idi. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, farklı bir refleks göstererek neocon eğilimli, İsrail ve ABD Yahudi lobilerine yakın olan ve yine Nakkaştepe sakinlerinin hoşlanmayacağı bir girişimle ANASOL-M Hükümeti’ni erken seçime zorladı. Devlet Bahçeli Söğüt dönüşünde 2002 Kasım seçimlerini ifade eden bir konuşma ile erken seçim startını verdi. Kuruluşunun üzerinden kısa bir süre geçmiş olmasına rağmen AK Parti ülke genelinde teşkilatlanmasını tamamlamış olarak 2002 Kasım seçimlerine iştirak etti. Ancak partinin genel başkanı R. Tayyip Erdoğan YSK Başkanı’nın ‘muhtar bile olamaz’ ifadesiyle parlamento dışı kaldı.
Devletin muhalefet cenahında mutemet temsilcilerinden olan CHP Genel Başkanı Baykal’ın da engin katkıları ile Siirt seçimleri iptal edilerek yenilenen seçimde ‘muhtar bile olamaz’ denilen Erdoğan hem seçildi, hem de başbakan oldu. 1 Mart 2003 tezkeresinin mecliste geçmesi noktasında her ne kadar grubuna söz geçirememiş de olsa, kariyerindeki ilk çentik tezkerenin reddinde oluşmuştur. Erdoğan Başbakan olduktan sonra AB üyeliği konusunda beklenmedik bir performans sergiledi ve adeta klasik batıcıları, jakoben laikleri, Kemalist bürokrasiyi şaşkına çevirdi. Tırnak içerisinde adeta ‘hoop-hoop sen de bu işi ciddiye aldın haa!” dediklerini bizler vatandaşlar olarak hissettik. Ve tabii ki özellikle New-York sakinleri, Londra ve Berlin de bunu hissetti. Zira Türkiye’nin görevi AB’ye girmek değil, giriyormuş gibi yapmak ve fincancı katırlarını ürkütmemekti. Erdoğan’ın başında bulunduğu AK Parti Hükümeti (onlar) açısından maalesef Fincancı Katırlarını ürküttü.
Sonra 2008’in Haziran’ında başlayan ve adına Ergenekon ve Balyoz davaları denilen davaların başlaması ile İttihat-Terakki’nin devamı olan Jakoben Kemalizm’in tasfiye süreci fiilen başlamış oldu. Ergenekon davalarının başlaması ve sonuçlandırılması konusunda devlet iki önemli yapılanmayı devreye soktu. Bunlardan birincisi 1970’lerin başından beri kadrolaşmaya, bugünkü tabiri ile devlette paralel bir yapılanmaya başlayan, AK Parti iktidarında bu yapılanmasını, özellikle bürokratik kesimde doruk noktasına çıkartan ‘cemaat bürokrasisi’ ile ‘AK parti iktidarı’nı birlikte ele alarak Kemalizmin tasfiyesine çalıştı ve devlet bunda da başarılı oldu.
Cemaatin lideri konumunda olan Fethullah Gülen’in Haziran 1999’da iki konuşma kaseti ortaya çıktı. Bu kasetlerde birçok şeyden bahsediyor. Ancak günümüze ışık tutacak birkaç cümleyi izninizle paylaşalım:
“-Çok dikkatli olmalıyız. Erken harekete geçersek, tepemize binerler.”
“-Zamanı gelince, uygun boşluk bulunca hemen maratona geçeriz.”
-Adliyede, Mülkiye’de ve hayati müesseselerde bulunan arkadaşlarımız, geleceğimizin teminatıdır.”
“-Sizi görenler ‘bunlar kurallara riayet ediyor’ demeli. Sezilmeden, hissettirilmeden çok ilerilere gitmeli.”
“-Taa ilerilere gitme, can damarları içinde dolaşma meselesi çok önemli.”
“-Arkadaşlarımız cepheyi iyi öğrenmeli. Sistemin püf noktalarını bilmeleri lazım.” (Fethullah Gülen Olayı, Mehmet Ali Soydan, Birey Yayıncılık sh. 19).
Adı geçen iki kasette bugüne ışık tutacak çok önemli ifadeler mevcut. Gülen’in ifadelerinden çıkan sonuç şudur ki, gerçekten Başbakan’ın ifade ettiği ciddi bir paralel yapılanmanın hesabı uzun yıllardan beri yapıla gelmiş. Buradaki paradoks, dün de, bugün de AK Parti iktidarını adeta bir ‘NESNE’ gibi görmesidir. Dolayısıyla cemaat, bugün, hem devlete hem de devletin icra heyeti olan Hükümet’e meydan okumakta. Hem bu meydan okuma Şeyh Bedrettin’in ve Kavalalı’nın Osmanlı’ya meydan okumasından daha ileri düzeyde.
Hükümet bu tabloyu aslında çok erken gördü. Tedbirini de uzunca bir süreden beri almakta. Ancak Başbakan’ın halk kimliğinin bir tezahürü olarak: ‘alnı secdeye gelenden zarar gelmez’ anlayışı belki de alınan etken tedbirlerin uygulanmasına engel olmuş olabilir. Hükümet Aralık 2008’deki İsrail’in Gazze saldırısında, 29 Ocak 2009 Davos çıkışında, 31 Mayıs 2010’daki Mavi Marmara olayında ve yine 13 Mayıs 2010’da Hakan Fidan’ın MİT Müsteşarlığı’na atanmasının ardından o günkü İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak’ın tepkisinde ve Cemaatin de, keza bu saydıklarımız konusunda onların, neoconların, Nakkaştepe’nin yanında yer almasına bakarak, tedbirler alıyordu. Cemaat ve onların bilhassa yargı ve emniyetteki uzantıları, kadroları, Pensilvanya’nın direktifi ya da tavsiyesi ile harekete geçtiler. Zira artık Türkiye’de gelinen nokta, cemaat açısından her yönü ile geriye gitme noktası idi. Yine Hükümet ve Devlet açısından da cemaatin işlevlerinin yerel ve genel planda kontrol altına alınması noktasında idi. 17 Aralık 2013 kalkışması takiyyenin bir tarafa bırakıldığı, New-York sakinlerinin güvencesi ile devletin ve tüm bürokrasinin kontrol altına alınmasının zamanının geldiği gündü.
Hükümetle FG grubu arasındaki çatlakta, 7 Şubat 2012 tarihi başlangıç mıydı, yoksa sürecin önemli bir dönüm noktası mıydı?
S.A: Aslında 17 Aralık geçmişin bir patlaması, stratejik olarak geleceğin kotarılması hamlesidir. Bu hamlenin ilk başlangıç tarihi 31 Mayıs 2010’daki Mavi Marmara sonrası Fethullah Gülen’e atfedilen: ‘Meşru İsrail makamlarından izin alınmalıydı.’ İfadesi aynı zamanda Ehud Barak’ın Hakan Fidan’ın MİT Müsteşarlığına karşı çıkışına, ‘yanındayız’ mesajı idi. 7 Şubat 2012 tarihinde MİT Müsteşarına yönelik ifade, sorgu ve gözaltı yaklaşımları Hükümet-Cemaat arası çatışmanın başlangıcı değil bir evresi idi. Ama gerek devlet ve gerekse hükümet bu olayı ihmal etmedi, imhal etti. Eğer olayın bilincinde olmasaydılar, sonraki zaman dilimlerinde cemaate ‘zeytin dalı’ uzatmazlardı. Başbakanın son ABD gezisinde gazeteciler: ‘Hocaefendi’yi(!) ziyaret edecek misiniz?’ diye sorduklarında Erdoğan: ‘Gökten ne yağdı da yer onu kabul etmedi’ diyerek hem davete icabet edeceğini, hem de kırgınlığın olmadığını imaya çalıştı. Ne var ki Fethullah Gülen ve etrafı böyle bir daveti stratejik konumları ve New-York ilişkileri nedeniyle kabullenemezlerdi. Zira büyük patron(!) İsrail ve uzantıları bundan hoşnut olmazlardı.
2013, Türkçe Olimpiyatlarının kapanış oturumunda konuşan Başbakan açıkça Fethullah Gülen’e ‘ülkeye dön’ çağrısı yaptığı halde, maalesef Pensilvanya sakinleri buna istiskal ile cevap verdi. Tabir-i caizse; şimdiye kadar kimler bize dön demedi ki, onların hiç birisinin sözüne kulak vermedik de senin sözünle mi Türkiye’ye döneceğiz dendi. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç yine de tüm olup bitenleri dikkate almaksızın Pensilvanya’yı ziyaret etti. Ama artık 7 Şubat 2012’deki MİT Müsteşarına yönelik operasyon girişiminden Cemaatin geri adım atma niyeti yoktu. Dolayısıyla adı geçen tarih başlangıç değil ama devam eden süreçte önemli bir kırılma noktası oldu. O güne kadar Başbakan ve hükümet ‘kol kırılır yen içerisinde kalır’ ya da işler, ilişkiler belki düzelir söylem ve umudunda idiler. Ne var ki 7 Şubat 2012 tarihi, bunların yerine karşılıklı stratejik hesap ve adımların atılması noktasında çabaların yoğunlaşmasını beraberinde getirdi.
17 Aralık ve sonraki süreçte, Suriye’ye giden tırlar, değişik illerdeki operasyonlar gibi birçok olay yaşandı ve bu olaylar, ‘paralel yapı’ olarak nitelendirilmektedir. Sizce FG grubu, devlet içinde paralel bir yapı olabilecek kadar güçlü müdür? Değilse, bu gücü nereden almaktadırlar?
S.A: 17 Aralık 2013’de eş zamanlı olarak başlatılan yolsuzluk, rüşvet almak, rüşvete aracılık etmek ve SİT alanını imara açmak gibi suçlamalar nedeniyle toplam 71 kişi gözaltına alındı ve bunlardan 16’sı tutuklandı. Elbette yolsuzluk, rüşvet almak, rüşvet vermek, rüşvete aracılık etmek gibi suç ve suçlamalar ciddi suçlamalardır. Ve bu anlamda emniyetin ve yargı birimlerinin bunları savsaklama lüksü de yoktur ve olamaz. Bu tür suç unsurlarının olduğu yerde yapılacak meşru her türlü operasyona, erdemliliğini yitirmemiş hiçbir kimse karşı çıkamaz. Keza imar yolsuzluğu konusu da o kadar su götürür bir konu ki, en dindar belediyeciden, dinden en uzak olanına varıncaya kadar, bilhassa arsalarda-arazilerde emsal artışı, proje tadilatı, ruhsat izni, iskan müsaadesi nedeniyle neredeyse bu yolsuzluğa bulaşmayanı yoktur. Diğer yandan bilhassa Fatih Belediye Başkanı ve çalışma arkadaşlarına yönelik SİT alanı-alanlarını imara açmak suçlaması çok farklı bir konu. Zira Fatih Sultan Mehmet Han’ın fermanı ile statüsü 1453’lerde belirlenmiş olan Fener Rum Patrikhanesi Fatih ilçesindedir. Adı geçen Patrikhaneye her ne kadar özel bir statü verilmiş olsa da, Patrikhanenin fiziki alan olarak genişlemesi söz konusu değildir. Genelde adı geçen bölgede SİT alanı olarak belirlenen yerler Bizans döneminden kalmadır. Mesela şöyle bir soru ile konuya yaklaşsak ne dersiniz bilmem; acaba 1602’den bu yana Fener Rum Patrikhanesi arazisinde herhangi bir artış olmuş mudur? Şayet böyle bir artış söz konusu olması halinde, genelde o sit alanları tüzel kişiliklere yani vakıf amaçlı faaliyet gösteren kuruluşlara satılmakta ya da tahsis edilmektedir. Şimdi yine bir soru: acaba Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir ne ile suçlanıyor? Savcının iddia ettiği gibi ‘2683’ sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununa muhalefet etmekten mi, yoksa Marmaray güzergâhı üzerinde, aksi rapora rağmen 3 katlı bir otelin yapımına rüşvet karşılığı izin vermekle mi? Ama doğrusu Fatih Belediyesi’ne yönelik operasyonda sanki Hıristiyan dünyasına dolaylı da olsa bir mesaj var gibi geliyor. Zira son zamanlarda yapılan operasyonlarda dikkat edilirse büyük bir gürültü çıkartılıyor. Tıpkı Suriye’ye giden tırların aranmasında olduğu gibi. Suriye’de 1.5 milyon Türkmen yaşamakta. Türkiye özelde Türkmenlere, genelde Nusayriler de dahil olmak üzere tüm mağdur Suriye halkına gücünce yardım ediyor. Adı geçen tırlarda iddia edildiği gibi silah var mı yok mu onu bilemem, ama bildiğim bir şey varsa o da özellikle bu Tır operasyonları ile Başbakan, MİT Müsteşarı ve Türkiye UCM’ne (Uluslararası Ceza Mahkemesi) şikayet edilmektedir. Ya da ileride adı geçen mahkemede ilgili şahısların ve Türkiye’nin yargılanması için delil oluşturuluyor. Bu konuda kimse hüsn-ü zanna kapılmasın. Şayet niyet üzüm yemek olsaydı, sessiz-sedasız kontrolleri yapılır ve devlet politikası ve gizliliği ihlal edilmeden tırlar menziline varırdı ve mağdurlar da bundan faydalanırlardı. Düşünebiliyor musunuz, bir ülkenin yargısı ve jandarması kendi istihbarat örgütünü terörizme yardım ve yataklık yapmak suçlamasıyla yüz yüze bırakıyor. İlgili şahıslar kendi zâti eşyalarını tanıdıkları gibi o tırların mahiyetini bilir ve tanırlar. Tanımıyorlarsa bulundukları makama tesadüfen gelmişler demektir!
17 Aralık’tan bu yana olup-bitenler ve de olup-bitecek olanlar ve bunların müsebbipleri yaptıklarını kendiliklerinden değil; emir-komuta zinciri içerisinde yapmaktadırlar sanıyorum. Zira Fethullah Gülen’in 1999’da ortaya çıkan konuşma kaseti ve yine İslami kesimlere yönelik ifadeleri hiçbir şeyi tesadüfen yapmadıkları, attıkları her adımı hesap ederek attıkları, güçleri ile orantılı olmayan hiçbir faaliyete girişmeyeceklerini anlıyoruz. Mesela: “Sivrilmeden, mevcudiyetimizi hissettirmeden çok ilerlere gitme. Mutlaka riayet edilmesi lazım. Müslümanların belli bir noktaya ve kıvama gelmesine kadar bu şekilde hizmete devam etmeleri şarttır. Erken vuruş diyeceğim çıkışlar yaparlarsa dünya, Cezayir’deki gibi başlarını ezer… Bu hizmetin içinde bulunanlar, bu hizmete göre hizmet vermek isteyenler her birisi dünyayı idare edebilecek birer diplomat gibi hareket etmeli…” diyor. (F.G. Olayı, sh. 14)
Bugün cemaate atfedilen 17 Aralık ve sonrası gelişmeler ve öncesindeki Yahudi çocuklarına muhabbet, Ehud Barak gibi MİT Müsteşarına karşı çıkmak, ‘one minute’den rahatsız olmak, mümkün olduğunca hiçbir gayr-i müslimi gücendirmemek v.s. tüm bunlar zaten kendiliğinden F.G. ve Cemaatinde bir koruma, cesaret ve üstünlük duygusu oluşturmaktır.
Türkiye’de yaşananlar, basitçe zannedildiği gibi, AKP Hükümeti ile FG grubu arasında yaşanan bir çatışma mıdır, yoksa iki farklı güç odağının/odaklarının mücadelesi midir?
S.A: Türkiye’de yaşananlar aslında cemaat AK Parti çatışmasından daha çok; cemaat-devlet çatışmasını düşündürüyor. Öncelikle şunun altını çizmemiz gerekir. AK parti iktidarı halkın tercihi olmaktan çok devletin tercihi olan bir iktidardır. Zira devletler kendi bekalarının önünde engel gördükleri ile kendi imkan ve müsamahası sonucu ile belirli bir güce ulaşmış olan ve bu gücünü de devlete karşı kullanmak, ya da devlete hükmetmek şeklinde algılayan özel ve tüzel kişiliklere karşı her zaman hassasiyet gösterir ve bugün de, dün olduğu gibi bu hassasiyetini göstermektedir. Devlet 100 yıllık bir rejimi, Kemalizmi tasfiye ediyor. Meşhur bir atasözümüz var: “Dere geçilmeden at değiştirilmez” diye. Bu yüzden de devlet AK Parti atının alternatifini üretmiyor. Alternatif gibi gözüken CHP ve MHP’yi belirli bir oy oranında ayakta tutuyor. Ve de alternatif olma özelliği olmayan liderlerini de sanki devlet marifetiyle partilerinin başında tutuyor. CHP ve MHP’nin liderleri koltuklarını korudukları sürece mevcut AK parti iktidarı devam edecek demektir. Zaten o liderlerin de iktidar olmak gibi bir niyetlerinin olmadığı aşikar…
Gerek AKP’nin iktidar koltuğuna oturmasında ve gerekse iktidar olduktan sonra ‘muktedir’ de olması için gösterilen çaba sürecinde FG grubunun ciddi destek ve katkısı olmuşken, bugün Başbakanın ‘Firavun’dan ‘Yezid’e kadar bir yığın nitelemeye maruz kalmasını nasıl açıklıyorsunuz?
S.A: Cemaat ve onun lideri Fethullah Gülen 1970’lerden bu yana İslami aidiyeti öne çıkan hiçbir kişi, lider ve Partiye destek olmamıştır. Bu konuda Today’s Zaman Genel Yayın Yönetmeni Bülent Keneş’in ifadeleri oldukça açık ve net. Bakınız Keneş ne diyor: “Hizmet Hareketi, tıpkı geleneğini devam ettirdiği Bediüzzaman Said Nursi’nin yaptığı gibi radikal İslamcı hareketler kadar, siyasal İslamcı hareketlere de hep mesafeli durmuştur. Bu mesafeyi hasmane ve rekabetçi bir tutumdan ziyade, sadece uzak durmak şeklinde tanımlamak doğru olur. Bu anlamda Hizmet Hareketi, sosyal açıdan görünürlük kazandığı ilk günden itibaren, siyasal İslamcılığın Türkiye’deki temsilcisi durumundaki İslamcı siyasi oluşumlara hep şüpheyle yaklaşmıştır. Mesela, siyasal İslamcılığın çatı yapısı niteliğindeki Necmettin Erbakan’ın sürekli kapatıldıkları için farklı isimlerle yeniden kurulan hiçbir partisine destek vermemiştir. Bunun yerine Gülen’in takipçileri, özgür iradeleriyle kendilerine uygun ve yakın buldukları merkez partilere oy ve destek vermeyi tercih etmişlerdir.” Keneş devam ediyor ve niçin Gülen ve AK Parti yakınlaşması olduğunu izah ile diyor ki: “Sivil İslami çizgisini aynen sürdüren Hizmet Hareketi, eski Milli Görüşçüler tarafından kurulduğu halde siyasal İslamcılıktan vazgeçtiği izlenimi veren AKP’nin büyük ihtiyaç duyduğu medya desteğinin yanı sıra sivil, akademik ve bürokratik insan sermayesini bu yeni yapılanmanın istifadesine sunmuştur. AKP’nin Hizmet Hareketi’nin rotasıyla buluşmasının oluşturduğu sinerjiyle Türkiye, AB üyelik süreci manivelasını da kullanarak tarihi boyunca görmediği önemde büyük reform ve demokratikleşme hamleleri gerçekleştirmiş ve militarist vesayetçi yapıları geriletmeyi başarmıştır. Ancak bu süreç boyunca Hizmet Hareketi hiçbir zaman AKP sempatizanı olmamıştır…” (Zaman Gazetesi, 25 Ocak 2014)
Bülent Keneş’in ifadelerinden de anlıyoruz ki Fethullah Gülen Cemaati’nin AK Partiye desteği yalnızca devletin bekasının önünde engel olmaya başlayan Kemalist militarist yapının tasfiyesi ile sınırlı kalmıştır. Sonrasında ise onlardan boşalan yere kendisi oturmak istediği için çatışma çıkmıştır. Bu çatışmada da ‘kavgada yumruk aranmaz’ hesabı taraflar birbirlerine ha bire yumruk atmışlar ve atmaya da devam ediyorlar.
Sizce F. Gülen’in ABD’de ikamet etmesinin ve hiçbir yasal engel olmamasına rağmen ülkesine dönmemesinin arkasında yatan gerçek sebep ne olabilir?
S.A: Gelinen nokta itibariyle dün de, bugün de hiçbir kimse Fethullah Gülen’in Türkiye’deki yetkili makamların istemi ile ülkesine döneceğini sanmasın. Zira Pensilvanya’daki ikametini kimler temin etti iseler, yine onlar Fethullah Gülen’in Türkiye’ye dönmesini salık verirler. Hatırlarsanız 2013 Türkçe Olimpiyatları kapanışında Başbakan F.G’i davet etmişti. Onun Pensilvanya’da bulunuşu da, Türkiye’ye gelme istemi de onun inisiyatifinde değil sanırım..
Şu anda adeta yaylım ateşine tutulan FG ve grubunun, aynı ateş açanlar tarafından geçmişte hemen hiçbir faaliyet ve düşüncelerinin eleştiri konusu olmamış olmasını nasıl izah etmelidir?
S.A: Bunca zamandır Fethullah Gülen ve Cemaatine ilişkin kimsenin sesinin çıkmamasının önemli bir nedeni vardı. Bunlardan birincisi, tıpkı Osmanlı’nın son elli yılında, Osmanlı sonrası yeni oluşturulacak rejimin bürokratik kadrosunun bizzat devlet kontrolünde yetiştirilmesi gibi, Gülen Cemaati’nin de Kemalizm-militarizm sonrası ülkenin bürokratik kadrosunu yetiştirmesine müsamaha gösterildi. İkincisi, Osmanlı hinterlandında İslam soslu bir Türkiye algısının oluşması istendi. Cemaat eliyle ‘ılımlı İslam’ teması; Balkan, Ortadoğu ve Ortaasya’da yaygınlaştırıldı. Bu faaliyetler belirli bir düzeye geldikten sonra devlet kendi oluşturduğu TİKA, YUNUS EMRE KÜLTÜR MERKEZLERİ VE DIŞ TÜRKLER kuruluşları ile Gülen Cemaati’nin icrasına çalıştığı işlemleri resmileştirdi. Zaten Cemaatin en önemli yanlış algılarından birisi de bu tür resmi gelişmeleri sadece AK Parti iktidarının icadı gibi görmesidir. Aslında devlet açıkça Cemaate ve onun liderine diyor ki: ‘Harç bitti, amele paydos ve haydi herkes evine’ diyor.
Son olarak, bu çatışma nerede ve nasıl son bulacaktır? “Seçimlerden sonra” diyebilir miyiz?
S.A: 30 Mart yerel seçimleri ister AK Parti’nin oy kaybı ile sonuçlansın, isterse oy artışı ile sonuçlansın Cemaat her iki halde de zararlı çıkacaktır. Nasıl mı? Şöyle: Şayet oy kaybı olur ve bunun sonucu olarak da Ankara, İstanbul, Bursa gibi yerler kaybedilirse fatura Cemaate kesilir. Oy artışı olursa da; ‘bakınız, gördünüz. Abartılan bu cemaatin cürmü bu kadarmış’ denilir.
Unutmayınız, Osmanlı bürokrasisi, Cumhuriyetin ilanından itibaren Cumhuriyet bürokrasisi oldu. Ve beş yıl gibi kısa bir sürede köken itibariyle Osmanlı bürokratları olan kesim, 1928’de ‘Dini Islah Beyannamesi’nin ilanı ile fiilen rejim değişikliğini gerçekleştirdiler. Yeni düzene ayak uyduramayanlar da dindar olsun, dinsiz olsun yeni rejimin banileri, yani devlet tarafından etkisiz hale getirildiler. Cemaat de eğer ayak uydurmakta geç kalırsa kaybeden kendisi olur. Çünkü Erdoğan’ın yeni görevi devletle birlikte Cemaati tasfiye etmektir… Sonuç olarak birkaç hususa da değinmekte yarar var.
Cemaatin AK Parti iktidarına ve Başbakan’a yüklenmelerinin asıl nedeni Başbakan Erdoğan uluslar arası güç odaklarına ve tabii ki İsrail lobilerine karşı önemli suçlar işledi! Bunlar kısaca:
1) Kemalizmin tasfiyesine katkıda bulunmak.
2) Ülke ekonomisini küresel krize rağmen kaosa sürüklememsi.
3) Filistin, Hama ve Gazze’ye sahip çıkmak
4) Cemaatin prestij kaynaklarına hulul etmek.
5) TİKA, Yunus Emre ve Dış Türkler kuruluş ve faaliyetleri ile cemaatin ilgi alanına girmek.
6) 29 Ocak 2009’da ‘one minute’ demek.
7) 31 Mayıs 2010’da Mavi Marmara’ya sahip çıkmak.
8) Arap Baharına sahip çıkmak ve rejimlerin değil, halkın yanında yer almak.
9) 28 Aralık 2012’de çözüm sürecini ve PKK AŞ’nin tasfiye sürecini başlatmak.
10) 15 Mayıs 2013 itibariyle IMF’ye borçların ödenmesi.
11) Özellikle Suriye, Filistin ve Mısır konusunda BM’ye meydan okumak.
12) Şah Deniz ve Kuzey Irak petrollerinin Türkiye üzerinden pazarlanması girişim ve anlaşmaları..
Bu saydıklarımız ve daha sayabileceğimiz birçok konuda küresel güç odakları ve onların yandaşları Türkiye’den ve Erdoğan’dan rahatsız. Özelde Cemaat ve onun önderi Fethullah Gülen ise İslami çizgisi öne çıkan tüm siyaset ve siyasetçilerden rahatsız olmuşlardır. Bunu da ifadeden çekinmemektedirler. Gerek Bülent Keneş’in 25 Ocak Zaman gazetesindeki makalesi ve gerekse Fethullah Gülen’in BBC’ye verdiği röportajda bunu açıkça görmekteyiz. Dilerseniz sözlerimizi Gülen’in BBC’ye verdiği 27 Ocak 2014’te internette yayımlanan röportajından bir bölümle bitirelim: “Hiçbir siyasi partiye hiçbir zaman bütün bütün aynı çizgide olmadık. Hangi parti olursa olsun, yani bu MHP de olabilir, CHP de olabilir, AK Parti de olabilir..” diyor. (27 Ocak 2014).
Sorularımıza verdiğiniz cevaplardan dolayı teşekkür ederiz.