Emine, okuldan kaçıncı kez çağırıldığını artık saymıyordu. Zaten artık Can’ın sınıf öğretmeniyle de konuşmuyordu. Can’ın son kavgasından sonra Sınıf Öğretmeni Belma Hanım “bu çocuğu alın artık okuldan” diye isyan etmişti. Artık okul müdürü, Emine ile muhatap oluyordu. “Bakalım benim canavar yine ne halt etti de çağırdılar” diye söylenerek okuldan içeri girdi. Can, artık okulda CanAvar olarak biliniyordu. Soy isimleri Avar olunca üstüne de önüne gelene saldıran bir çocuk olunca adı Canavar oluvermişti okulda.
Müdür Haluk Bey, Emine Hanımı yine her zamanki gibi odasında karşıladı. Emine içeri girdiği anda “yahu ben babası da gelsin demedim mi!’” diye çıkıştı. Emine de artık saygı perdesi aralarında kalmadığı için “ne bileyim yine gelmedi babası olacak herif, kahvede zıkkımlanıyor” deyiverdi. Haluk Bey mahallenin adamıydı. Tanırdı Avar’ları. Bugüne kadar da Can’ı korumasının nedeni de Can’ın babası Nevzat ile çocukluk arkadaşı olmalarıydı. Sorumsuzdu Nevzat. Günlük işler yapar, kazandığını şans oyunlarına, kumara yatırır kaybederdi. Can da en küçük oğluydu.
- Ne yaptı yine Can?
- Senin canavar bu sefer çocuklardan haraç toplamaya başlamış. 2. Sınıflardan dört tane çocuğu döve döve harçlıklarını almış. Dövdüğü çocuklardan bir tanesinin babası da polis. Adam beni aradı çok sinirlenmiş ekip otosuyla geleceğim dedi zor ikna ettim. Emine Abla yeter artık bak, ben idare edemiyorum. Zaten Belma Hoca’ya da idare et diyecek yüzüm kalmadı. Alın bu çocuğu okuldan. 4. Sınıfı başka okulda okusun sonrasına bakarsınız.
Emine tam konuşacakken içeriye okul rehber öğretmeninin peşi sıra Can girdi. Haluk bey, okula yeni atanan Rehber Öğretmen Mustafa Bey’i Emine’ye tanıttı. Emine mahcup halde Mustafa Beye bakarken Can’a nefretle bakıyordu. Birden bağırmaya başladı
- Allah’ın cezası yine ne yaptın sen ha! Bıktım lan senden baban ayrı bela sen ayrı bela. Defolup gideceğim hayatınızdan. Ne haliniz varsa görün lan! Allah belanızı versin…
Haluk Bey, Emine’nin bu lafların alışıktı ses etmedi. Ama Mustafa Bey bundan çok rahatsız oldu:
- Emine Hanım sakin olun. İnsan evladına bela okur mu? Yapmayın. Can, sen sınıfına git oğlum. Annenle biraz konuşacağız.
Mustafa Bey Can’a dönüp bunları söylerken Can’ın annesinin bu bağırışlarına, hakaretlerine sinsice güldüğünü ve hatta intikamını almış gibi bir hazla annesine baktığını gördü. Mustafa bir an afalladı ve meselenin basit bir zorbalık hikâyesi olmadığını anladı. Bir anne çocuğuna nasıl olur da bağıra bağıra bela okurdu ve bir çocuk annesine nasıl intikam alırcasına gülerdi… “Aman Allah’ım” deyiverdi içinden.
Can odadan çıktıktan sonra Emine’nin karşısına oturdu Mustafa:
- Can’ın size nasıl baktığını ve nasıl güldüğünü gördünüz mü?
- Görmez olur muyum, Allah’ın cezası babası kılıklı çocuk. İşleri güçleri bana eziyet vermek zaten hocam.
- Neden böyle yapıyor sizce?
Emine’nin gözünden yaşlar gelmeye başladı. Haluk, işte buna alışık değildi. Bir tuhaf oldu ne yapacağını bilemedi. Mustafa asıl sorunun Can olmadığını anlamıştı artık:
- Emine Hanım, sizi dinlemeye hazırım. Dedi
Emine, şaşkın ve yaşlı gözleriyle Mustafa’yı süzdükten sonra içinde ona karşı bir güven peyda oldu. Mustafa tüm ilgisiyle onu dinlemeye hazırdı. Emine, bu ilgiye hiç alışık değildi. Üstelik Haluk Bey de izin isteyip odadan ayrıldıktan sonra daha da rahatlamıştı.
- Bunun babası olacak Nevzat ile kaçarak evlendik. Nevzat o zaman da şimdi olduğu gibi serserinin tekiydi. Bana talip olduğunda babamlar bundan koca olmaz demişlerdi. Ama bende ateş bacayı çoktan sarmıştı bir kere. Rahmetli anam çok yalvardı bana, yapma kızım bak bu serseri başına bela olacak. Evlilik sadece aşkla olacak şey değil diye amma benim kalbim Nevzat diyordu da başka bir şey demiyordu. Birkaç kere daha istetti beni babamdan. Babam da doğru düzgün iş bul, kumarı, içkiyi bırak bakarız diyordu. Nevzat ne onları bıraktı ne beni. Gizliden buluşurduk bana da içirirdi o zıkkımdan. Ben sandım ki birbirimize âşık olduktan sonra her şeyi aşabiliriz. Ben Nevzat’ın yanlışlarının farkındaydım ama onu adam ederim dedim. Hem babam mı evlenecek onunla ben istiyorsam kime ne deyip kestirip atardım. Anam, ailenin rızasını almadan evlenirsen arkanda durmayız derdi. Benim umurumda bile değildi. Ben ve Nevzat her şeyin üstesinden gelirdik nasılsa. Aşkımız her şeye yeterdi. Bir gün Nevzat gel kaçalım dedi ve kaçtık. O günden sonra ne babam ne rahmetli annem beni aradı.
Mustafa’nın söylediği çaylar gelmişti. Emine çaydan bir yudum almak için hafifçe eğildi. Çayın tadı tıpkı baba evinin çayına benziyordu… Bir yudum bir yudum daha içti, kokusunu içine çeke çeke içti çayı… Artık hıçkıra hıçkıra ağlıyordu Emine…
Çayın dibini gördüğünü anlayınca usulca bardağı elinden bıraktı Emine. Gözyaşlarını da sildikten sonra nispeten durulmuştu. Mustafa Hoca ortamdaki sessizliğin de iyileştirici olduğunu bildiği için sırf ortam şenlensin diye sessizliği bozmadı. Sessizlik iyiydi. Hele ki Emine gibiler için yargılanmadan dinlenilmek gibisi olamazdı. Dinleyecekti onu Mustafa…
Emine ise başta bu sessizlikten biraz ürkmüştü. Hatta Mustafa Bey’in konuşmadığını görünce başka konulardan konuşacak oldu. Ama Mustafa ile göz göze gelince bu sessizliğin Mustafa’nın kontrolünde olduğunu anlamıştı. Normalde şuan tam olarak Mustafa’nın kendisine tavsiye vermesi gerekirdi ya da onu teselli etmesi lazımdı ama o da gelmiyordu Mustafa’dan. Emine biraz kasılmıştı. Ama bu “ilgili sessizlik” yavaştan kuşatmıştı benliğini ve yüreğinden zihnine doğru bir rahatlama, gevşeme başlamıştı. Evet, Mustafa’nın amacı öğüt vermek, teselli etmek, avutmak değildi. Mustafa, Emine’yi yargılamadan sadece ve sadece dinlemek istiyordu. Emine buna çok yabancıydı ama aradığı şeyin de tam da bu olduğunu anlamıştı.
- Eşeklik ettim evet. Aşk denen şeyi abarttım. Her derde merhem sandım. Kandım ama pişmanım şimdi. İki oğlum bir kızım ve bir de aşkım dediğim bir sorumsuzla yaşamaya çalışıyorum. Evlere gündeliğe başladım. Belim artık tutmuyor. Nevzat ise her Allah’ın günü kahvehanede kumar oynuyor. Anam ben ilk çocuğuma hamileyken rahmetli oldu. Benim başımda hala kavak yelleri estiği için “beni istemeyeni ben hiç istemem” diyerek anacığımın cenazesine bile gitmedim.
- Perişan ve pişmansın.
- Perişan ve pişmanım. Perişan ve pişman…
Şaştı kendine Emine, bunu itiraf etmek yıllarını aldı. Ama ağzından çıktığı anda bağrındaki ateşin hafiflediğini hissetti. Dahası kendini daha güçlü de hissetmeye başlamıştı. Bugün Emine kendini tanıyamıyordu. Ya da ilk defa kendini tanımaya başlamıştı… Perişanlığını ve pişmanlığını başkası değil kendisi itiraf etti ve bunu kabul etti. Bu büyük bir adımdı onun için. Kabullenmek çözümün ilk safhasıydı çünkü. Meğer bugüne kadar Emine kabullenemiyordu ve tüm suçu Nevzat’a, çocuklarına, anne babasına atıyordu. Herkesin bir payı vardı elbet ama asıl çuvallayan kendisiydi kararı veren ve sonuçlarına da katlanacak olan kendisiydi. Mustafa ona bu gerçeği sessizlik, ilgi, yargılamama ve iki kelimeyle fark ettirmişti.
- Peki, nereden başlayayım hocam?
- En çok ihmal ettiğin kişiden başlamaya ne dersin?
- Kim ki o?
Mustafa hafif bir gülümsemeyle karşılık verdi. Anlamıştı Emine en çok ihmal ettiği kişi, kendisiydi. Kendisiyle yüzleşmesi gerektiği kadar dinlemesi de gerekiyordu. Halının altına çok şey süpürmüştü şimdiye kadar, kendine dönecekti anlamaya çalışacaktı.
- Peki, Can için ne dersiniz hocam?
- Kendinle iletişimini düzelttikçe Can ve diğer evlatlarınla da düzelteceksin. Ama unutma yıllardır yaşadığın sıkıntıyı bugünden yarına şak diye çözemezsin. Küçük adımlarla, yavaşça ama sürekli ileri… Mesela Can’a en çok kızdığın konu nedir?
- Sormaya ne hacet hocam tabi ki okuldaki hareketleri.
- Peki, Can’ın yaptığı hiç mi doğru bir şey yok?
Şöyle bir düşündü Emine hazırlıksız yakalanmıştı bu soruya. Bu çocuk hepten mi kötüydü hiç mi yaptığı iyi, doğru bir şeyi yoktu? Birden yüzü aydınlandı Emine’nin.
- Hocam babası eve sarhoş geldiğinde diğer çocuklarım korkup yataklarına çekilirken Can yanıma gelir Nevzat’ı ayıltmama yardım eder. Bense Nevzat’a olan hıncımı ona bağırarak çıkarırım. Sesini etmez sonuna kadar yardım eder bana.
Yine yaşlar hücum etmişti gözüne.
- Canım evladım… Meğer bana acırmış da yanıma gelir yardım edermiş. Bense…
- Sana neden öyle baktığını biraz anladım galiba.
- Hak etmişim hocam. Daha beterini hak ediyorum.
- Emine Hanım. Bakın bugün birçok şeyi fark ettiniz. Ve nefes alıyorsanız değiştirmek için fırsatınız da var demektir. Bugünden itibaren Can’ın yapamadıklarına değil, doğru yaptıklarına odaklanın. Ona ve diğer evlatlarınıza olan sevginizi açık açık belli edin. Onlarla konuşmaktan dertleşmekten çekinmeyin. Can’ın okulu ikinci planda olsun şimdilik. Önceliğiniz onunla olan paslanmış sevgi kanallarınızı temizlemek olsun.
- Vallahi haklısınız hocam. Ben çocuklarıma en son ne zaman sarıldığımı dahi hatırlamıyorum. Allah sizden razı olsun bana öyle şeyler fark ettirdiniz ki düştüğüm kör kuyudan bana ip sarkıttınız resmen.
- Eh, artık ipe tırmanmak senin azmine ve kararlılığına kalmış.
- Evet, hocam artık asıl canavarın kim olduğunu anladım. Şimdi izninizle gecikmiş bir randevum var.
- Tabi, müsaade sizin. Bu cesaretinizi tebrik ederim. Her zaman sizi dinlemeye hazır olduğumu unutmayın.
Derin bir minnetle ve birkaç damla gözyaşıyla selamladı Mustafa Bey’i. Ayağa daha güçlü şekilde kalktı. Evet, her şey düzelmiş değildi. Nevzat hala kumar oynuyordu mesela. Can ise hala yaramazlık yapıyordu. Ama Emine değişmişti. Ve bu değişim birçok değişimin de habercisiydi. Emine yargılanmadan dinlenebileceği bir yer daha fark etmişti, “gecikmiş randevu” dediği yer orasıydı. Okulun önünden şehir mezarlığına giden minibüse bindi ve rahmetli anacığının mezarına doğru ilk kez yol almaya başladı…
Her Taraf / Feyzullah Akdağ