Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse,
onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ derler.
(Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?
Bakara Suresi 170. ayet
Kendilerine ayetlerimiz okuduğu zaman, “Bunlar eskilerin masallarıdır” derler.
Kalem Suresi 15. ayet
Ali Durmuş
Belki takip edenleriniz olmuştur; geçtiğimiz Şubat ayı içerisinde Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV), “Türkiye’de Çoğulculuk Radikalleşmeyle Yüzleşiyor: Müslüman Çoğunluklu Bir Ülkede Din ve Radikal Tutumlar Araştırması” başlıklı bir rapor(1) yayımladı. Ekleri ile birlikte 113 sayfa olan ve üç bölümden oluşan rapor, Türkiye’de radikal dini tutumların yaygınlığının çok düşük olduğuna ve azalan bir eğilim sergilediğine dikkat çekiyor. Haliyle bizler için ‘yakîn’ bir bilgi anlamına gelmiyor olsa da, 2016 ve 2020 yıllarında 6.989 ve 7.280 kişiden oluşan temsili örneklemlerle yüz yüze görüşmeleri içeren büyük ölçekli anketler yapılarak hazırlanmış olan bu rapor, inkâr edilemez hakikatler de barındırıyor. Raporun tamamını geçtiğimiz günlerde itinayla irdeledikten sonra, içeriğindeki bilgilerin bir analize muhtaç olduğu ve Müslümanlara bir yazı kapsamında aktarılması fikri hâsıl oldu bende.
Böylesine önemli bir konuda anket/rapor hazırlama ve üzerinde tefekkür edip bir ‘salih amel’ ortaya koyma işinin, Türkiye’de yaşayan ve İslam’ı kendisine dert edinmiş yazar/alim/entellektüeller yerine, biraz sonra da bahsedeceğimiz gibi TEPAV gibi liberal muhafazakâr/milliyetçi muhafazakâr bir kuruma kalmış olmasının ve buradan (üzerine ne vazifedir bilinmez) ‘politika geliştirme’ye soyunmasının ne kadar acı verici olduğunu bir kenara bırakır ve “Ey iman edenler, herhangi bir fâsık size bir haber getirecek olursa, onu iyice tahkik edin, doğruluğunu araştırın…”(2) ayetinin icap ettirdiği araştırmayı da yaptığımızı düşünürsek, rapordan istifade edilebileceğini düşünüyorum.
Şöyle ki; toplumun, uluslararası ve yerel otoritelerin dünyada cereyan eden olaylar karşısındaki duruşunu, eylemlerini ve eylemsizliklerini, insanların baş döndürücü bir hızla değişen dinamiklere karşı tavrını, iktisadi ve kültürel hayata yön veren yaptırımları, Refah kapısında Gazzeliler bombalanırken yaşanan şampiyonluk sevincini, emeklilerin maaş dışında bir meseleyi gündem edinemeyişlerini, Suriyeli mültecilere bizler ‘muhacir’ duyarlılığı ile yaklaşırken birilerinin neden evlerini kundakladığını, ‘İslam Şeriat Değildir’ hezeyanlarının cesaretini, zayıfladı zannedilen ‘Kemalizmin’ devşirdiği gücün boyutunu, ayak ayak üstüne atmanın ayıplandığı veya Ramazan ayında lokantaların kapatıldığı bir memleketten gece elbiseleri ile kadınların ortada fink attığı bir topluma dönüşümün kodlarını, sosyal medyada indirilenleri ‘nass’ kabul eden ve gelecekte en çok para kazandıracak popüler meslekleri aramaktan heba olan bir neslin anatomisini, siyonist bir Firavun’un ABD meclisinde (Yaradan dâhil) tüm dünyaya kafa tutarcasına tirat atması ile eş zamanlı olarak sosyal medyalarında; dağda ATV ile safari gezisi pazarlamaya çalışan, gezdiği memleketten yarı çıplak deniz fotoğrafı paylaşan, sevabı bol(!) hacamat uygulamalarında yaptığı kampanyayı duyuran, şirk ve günah kokulu düğünlerinden en cafcaflı bir kareyi itinayla seçip durum yapan, PKK’lı bir teröristin sorguya götürülüşünü tamamen milli ve ulusalcı duygularla paylaşarak derin devlet sevinci yaşayan, kızının doğum günü pastasının başında yeni yaşını kutlarken çekilmiş bir fotoğrafla fakirlere nispet yapan, yeni keşfettiği yetenek analizini sanki minik beyinlerin salahiyetini düşünüyormuş gibi pazarlamaya çalışan, ikinci el aracını uygun(!) fiyattan satmak için ballandıra ballandıra kusurlarını gizleyen ve bütün bunlar arasında da Gazze’deki mezalimi gündemde tutmak için kendisinin veya kanaat önderlerinin gündemlerini gündemleştirmeye çalıştığı paylaşımlar yapan insanları çözümlemek/anlamlandırmak/anlamak ve toplum/insan gerçeği üzerinde hakikatli okumalar yapabilmek için bu tür raporların/anketlerin önemi aşikâr…
Raporun ilk bölümünde, ‘Türkiye’de Dindarlık ve Dini Kimlikler’ başlığı altında toplumun inançları ve dini tutumları anlaşılmaya çalışılmış. İkinci bölümde ise, ‘Farklı İnanç ve Kökenden Gelenlere Karşı Tutumlar’ irdelenmiş ve son bölümde, ‘Radikal(!) Dini Tutum’ sergileyenlerin oranı ortaya konmak istenmiş. Raporun kendine özgü ortaya koyduğu radikal tanımı çerçevesinde hazırlanan soru setlerinin yetersiz olduğunu tahmin etmişsinizdir. Ancak yine de sorular zihinlerimizde genel bir imge oluşturabilecek keyfiyette denebilir. Her bölüme ilişkin yapacağımız analiz aşamasında, bölüm sorularına değinmeye çalışmakla birlikte, (radikal betimlemesinin neye göre yapıldığını anlamanız için) üçüncü kısmın tüm sorularını sizinle paylaşıyor olacağım. Ayrıca ilgili istatistik verilirken, raporda bu bilginin geçtiği sayfayı parantez içerisinde zikretmeye de gayret göstereceğim.
Her ne kadar TEPAV, çalışmanın mahiyetini ‘radikal tutumları’ araştırma olarak isimlendirmişse de, esasında bilinçli veya bilinçsiz olarak ortaya konan tablo, (tam olarak) muhafazakâr diye isimlendirilen Türk toplumundaki değişim olmuştur. Raporu okurken, TEPAV gibi bir kurum hakkında muhtemel malumat eksikliği ve muhafazakârlık kavramının tanımındaki çetrefili ve kimliksiz yapısı, meramımı anlatmada beni teredütte düşürdü. Türk muhafazakârlığının yanlış anlaşıldığını ve kavramın Batı’daki kullanım farklılığını da hesaba katınca, ben de ilk olarak muhafazakârlık kavramı üzerine bazı hatırlatmalar yapmaya ve TEPAV’ı da tanıttıktan sonra analize geçmeye karar verdim.
‘Muhafazakârlık’ Kavramı Üzerine
Beslendiği kaynaklar açısından tarihi antik Yunan kaynaklarına götürülmeye çalışılan muhafazakârlık (conservatism), birçoğumuzun bildiği gibi 17. ve 18. yüzyılda kilise karşıtı Aydınlanma felsefesine ve feodallere karşı gelen liberalizme bir tepki olarak ortaya çıkmış, yani reaksiyoner bir hareket veya ideolojidir. Cambridge Sosyoloji Sözlüğü’nde muhafazakârlık, (temelinde) “devletin ve toplumun rolü, rasyonellik ve insanın doğası ile ilgili bir dizi ilkeler kümesini benimseyen siyasi bir hareket ya da ideoloji” olarak tanımlanmaktadır.(3)
Batı dünyasında modernizme doğru ilerleyen süreçte gerçekleşen devrimler ve köklü değişimler ve bunların sosyo-politik sonuçları ve özellikle geleneğe (tradition) yapılan saldırılar, modern manada muhafazakârlığın ortaya çıkmasında belirleyici olmuştur. Bundan dolayıdır ki, geleneği önemli bir referans olarak kabul eden muhafazakârlıkla gelenekselcilik sıkça birlikte ya da birbirileri yerine kullanılmaktadır. Oysa bu iki kavram tam olarak birbirini karşılamaz. Sözlük anlamının yanı sıra, muhafazakârlığın şümullü bir çerçevesini çizmek oldukça güçtür. Çünkü muhafazakârlık, belli olay ve tarihsel süreçler hakkında bir tutum olabileceği gibi, bir ideoloji olarak da anlaşılabilir. Her iki durumda da zamana ve coğrafyaya göre farklı biçimler alabilir, değişkenlikler gösterebilir.
Muhafazakârlar geleneği, bir bilgi ve bilgelik kaynağı olarak görürler. Onlara göre; toplumsal tecrübenin ortak hasılatı olarak oluşan gelenek, tek bir insanın spekülatif/teorik akıl yürütmesi ile erişebileceği bilgiden çok daha derin ve anlamlıdır. Geleneğin kurum ve normları, tarihsel tecrübenin somutlaşmış halidir. Ancak gelenek bir amaç değil araçtır. Toplumsal istikrar, düzen ve kalkınma için elzemdir. Faydası tecrübe ile ispatlanmış olan yöntemler ve pratikler, toplumun bölünmez bütünlüğünün ve sürekliliğinin en önemli teminatıdır. Gelenek, kişileri ve toplumu, değişmenin yol açtığı belirsizliğin yarattığı güvensizlik hissinden kurtarır. Bundan dolayı muhafazakârlar, geleneksel kurumların yerine, rasyonel aklın tasavvur ettiği yenilerini koymayı (zararlı sonuçlarının ortaya çıkacağı endişesi ile) reddederler. Aile, okul, üniversiteler, vakıflar, dini kurumlar vs. gibi sosyal kurumlar geleneğin bağdaştırıcısı olduğu donatılardır. Bu kurumlar, devletin ve toplumun temelini oluştururlar. Muhafazakârlara göre, bu kurumların ve yerleşik hale gelmiş normların faydasını sorgulamak, art niyetli değilse de işgüzarlıktan başka bir şey değildir. Bunda ısrar edenler derhal ötekileştirilir ve halkı kin ve düşmanlığa teşvik etmekle suçlanıverir.
Geleneğin kurumları arasında dinin önemli bir işlevselliği vardır. Ancak bu asla dindar veya dinci bir yaklaşım değildir. Din, muhafazakârlığın pragmatist tavrında işlevsel bir rol üstlenir. Toplumu bir arada tutmanın, bütünleştirme ve yönlendirmenin en önemli aracıdır. Hatta muhafazakâr bir entellektüelin, dinin toplumsal işlevini takdir etmesi için dindar olması bile gerekmez. Yani, milli görüş çizgisi ile başlayan ve yazımızın da ana omurgasını oluşturan (muhafazakârlık ile Müslümanlığın, Mümin olmanın veya mütedeyyin olmanın aynı anlamlara geldiği ile ilgili) mahzurlu algı tamamen yanlıştır. Niyetleri kendilerine münhasır bu gibi demokratik siyasal oluşumlar sayesinde, İslam’ı tüm hayatın merkezine oturtma emelini savunan siyasi görüşün adı olan ‘İslamcılık’ kavramı, AKP gibi sistemin muhafazakâr-demokrat partileri için de kullanılır olmuştur. Bu kirletmeyi göz ardı edecek olursak kastettiğimiz manada ‘İslamcılık’ veya İslam, müşriklerin geleneğine ‘ata dini’ benzetmesi ile karşı çıkarken, vahye ‘bunlar eskilerin masallarıdır’ diyenlere de tadacakları azabı haber verecek kadar adaletli bir yol tutar. Sürekli gelişim ve doğruya erişim konusunda kendisini günceller, geleneklere bağlı kalmak adına putçuluğa savrulmaz. Ayrıca İslam’ın esasları, ülkeden ülkeye göre değişiklik göstermez, sabiteleri vardır. Pragmatist esaslara göre hareket etmez. Bir kavme olan kinimizin bizi adaletsizliğe sevketmesine engel olur. Ancak geleneğe tâbi olan muhafazakâr kesim, farklı kavimlerin halklarına duydukları kinlerini nesilden nesile aktararak bu konuda bir ırkçı ‘gelenek’ oluşturup bununla övünebilirler.
Organik toplum yapısına inanan muhafazakârlar, bireyin toplumdan kopmasına (bireycilik) neden olabilecek her türlü şeye karşı çıkar. Bireyden önce de toplum vardır ve bireyi toplum yetiştirir. Ancak toplum dediğimiz organizma, bireyden bağımsız olarak kendi iç organları, duyguları, beyni ve işleyişi olan bir sistemdir. Organik toplumun her bir organının (aile, dini kurumlar, devlet, hükümet, iş dünyası vs.) düzenli ve sağlıklı işlemesi, toplumun sağlıklı(!) olmasına vesile olur. Organik toplumlarda, toplum dışardan dayatılma üçüncü kuvvetlerle, bilinçli yapılanmalar veya iradi sözleşmelerle doğmazlar. Kendiliğinden ortaya çıktığına inanılır. Toplumsal değişmelerin de bu şekilde devam etmesi gerektiği düşünülür. O yüzden darbe ve devrim gibi ani değişimler, muhafazakâr kesimler için oldukça kaygı vericidir.
Geleneğe olan bağlılığını vurguladığımız muhafazakârlığın en belirgin özelliği değişime kuşku ile yaklaşıyor olmasıdır. Faydalılığı yıllar içerisinde kanıtlanmış kurumların, geliştirilen pratik ve hizmetlerin, değiştirilmesine veya ortadan kaldırılmasına rıza göstermezler. Ancak, işlevselliğini kaybetmiş olanların da tedrici olarak daha faydalı olan bir hale evirilmesine de memnun olurlar. Siyasal muhafazakârlığın kurucu babası kabul edilen Edmund Burke, muhafazakârların değişim karşısındaki reflekslerini ‘değişim’ ve ‘reform’ kavramları ile açıklamaya çalışır. Fransız devrimindeki köklü değişiklikleri (değişim) yapan zihniyet, geleneksel kurumların faydasını anlamadıkları için terör ve anarşi çıkarmış olmaktadırlar, dolayısı ile kabul edilemez. Bunun yanı sıra, Amerikan devrimi de reform niteliğinde olduğu için muhafazakâr düşünürler tarafından kabul görmüştür.(4)
Muhafazakâr toplum aklın rehberliğini büsbütün inkâra yeltenmese de, aklın toplumsal ve siyasi sıkıntılı meselelerde olumlu ve iyileştirici rolünün sınırlı olduğuna inanır. Yeri geldiğinde ‘devlet aklı’ mefhumunu kullanarak, geleneğin aklının birey aklından üstün olduğunu vurgular ve zihinlerde yarattıkları sırrın hakk olduğuna koşulsuz iman bekler. Muhafazakârlar, soyut akli ilkelerle veya teorilerle toplumun yeniden inşasına karşı çıkarken, aklın kötülük potansiyelini toplumsal kurumlar aracılığı ile sınırlandırmak gerektiğine inanır. Bu yüzden muhafazakâr kesim, toplum mühendisliğine ve dış mihrakların(!) oyunlarına da, göze hitap edecek kadar reaksiyon verirler.
Muhafazakârlara göre ticaret, üretimle zenginleşme ve özel mülkiyet birer haktır ve hiçbir otorite tarafından engellenemez. Hatta bunlar bizzat muhafazakâr devlet yapısı tarafından teşvik de edilir. Ayrıca muhafazakârlar birçok faziletli davranışın (yolsullara yardım etme, iftar daveti düzenleme, mescid inşa etme, Kur’an kursu, kütüphane veya kültür merkezi açma, hacc ibadeti, zekat verme vs.) sergilenebilmesi belli düzeyde bir mal varlığı gerektirir ve gereklidir. Gençlerin ilerde çok para kazanacakları işler bulmalarının sebebi onlara göre tamamen vatan-millet meselesidir. Maddi olarak güçlü olan bireyler, toplumu da ayakta tutacak muhafızlardır. Bu muhafızların, geleneği koruyarak sonraki nesle aktarma görevi vardır. Ayrıca dünya saadetinin yakalanabilmesi için insanın ticari faaliyetlerde bulunabilmesi engellenmemelidir. Bu noktada liberal iktisatçılara benzer şekilde ekonominin müdahalesiz, planlamasız ve kontrolsüz bir ortamda optimal bir düzeyde işleyeceği düşüncesini desteklerler. Ancak, temel gıda maddeleri, kamu yararı, sağlığı ve güvenliği hizmetlerinin özelleştirilmesine de karşı çıkarlar. Çünkü kamu yararına olan kaynakların devlet tarafından işletilip, oluşan artık kârın toplumla paylaşılması gereklidir. Bu manada da sosyalistlerin görüşlerine yakın dururlar. Daha önce yukarıda da ifade ettiğimiz gibi, girdiği kabın şeklini almada üstün maharetleri olan muhafazakârlık, bu yönüyle kimliksiz (pragmatist) bir ideolojidir.
Muhafazakârların demokrasiyi benimsemesi çok zaman almıştır. Klasik muhafazakârlar aristokrasiyi yönetimin esas unsurları arasında görmekteydi. Mülkiyet sahibi olmayla yönetime katılma hakkı arasında yakın bir ilişki görülmüştür. Devlet yönetimi bir yetenek işiydi ve bu çoğu zaman aristokrat sınıfına mahsustu. Aristokrat sınıfının daha bilge, tecrübeli ve zengin olduğu ifade edilmekte ve yönetime diğer sınıflardan daha fazla katkı sağlayacağına inanılmaktaydı.(5)
Zamanla demokrasinin kaçınılmaz bir süreç olduğunu gören muhafazakârlar iktisadi perspektifleriyle de alakalı olarak görüşlerini devlet yönetiminde üst sınıfların daha fazla oy hakkına ve yetkiye sahip olması, mülkiyet ve statü haklarının korunması ve refah devleti harcamalarının üst düzeyde tutulması gerektiği yönünde değiştirmişlerdir. Modern ulus devletlerde, ‘itibardan tasarruf olmaz’ söyleminin arka planında, muhafazakârların bu görüşü yatmaktadır.(6) Dolayısı ile geleneğin sürdürülebilirliğinin teminatı olarak görülen devletin bağımsızlığı, bekası ve iktisadî kalkınması, her şeyin üzerindedir.
Muhafazakârlıkta aile, kültür, tarih ve medeniyet, geleneğin yapı taşlarını oluşturduğu için sıkı sıkıya bağlılık gerektiren ve eleştirel bakılamayacak kutsallıkta görülen değerlerdir ve kökü ‘ulus’ kültünden beklenir, ırk temellidir. Onların maddi ve manevi olarak korunması ve aktarılması, ibadet mertebesinde makbuldür. Geleneksel ailenin yapısının özellikle korunması, tüm toplumun huzur ve güveninin, devletin bekasının teminatıdır. Farklı ideolojiler tarafından aile bireylerinin zehirlenmemesi için var gücüyle çalışır muhafazakârlar.
İslam’da/Müslümanlarda ise, kültür ve medeniyet insanlığın faydasını gözetir ve vahy temellidir. Bir ulusa ait değerlerin değil, İslam’a ait değerlerin kuşaktan kuşağa aktarımını önemser. Önemli olan ırkın devamlılığı veya yeryüzü krallığı değil, İslam’ın adaletinin ve tevhidin yeryüzünün tamamına hâkim kılınmasıdır.
Son olarak, muhafazakârların din gibi ahlak kavramına da yaptıkları vurgu, daha çok onun işlevsel öneminden ileri gelir. Muhafazakârlara göre, dini ve ahlaki emirler insanları dengeli, barışçı, yardımsever olmaya davet eder. Bu şekilde insan hayatı huzur ve istikrara kavuşur. Din ve ahlak insanları yalnızlıktan, yabancılaşmaktan, asosyallikten ve bunların sebep olduğu psikolojik sorunlardan korur. Ayrıca dini kurumlar etrafında şekillenen sivil toplum örgütleri, devlet üzerinde bir etki mekanizması kurarak keyfi ve kötü yönetimlere karşı baskı oluşturur.(7) Bu baskıyı muhafazakâr devlet yapıları genelde seçim zamanları dikkate alır.
Genel manada özelliklerini ve bakış açılarını vermeye çalıştığımız muhafazakârların, tüm görüşleri arasında daha ön plana çıkardıkları tutumlarındaki farklılıklardan dolayı, zamana ve ülkeden ülkeye farklı muhafazakârlık çeşitleri türemiştir. Örneğin Türkiye’de bir zamanlar cumhuriyetçi muhafazakârlar, militarist muhafazakârlar iş başında iken, daha sonra milliyetçi muhafazakârlar iş başına gelmiş ve şimdi de demokratik/toplumsal muhafazakârlar tarafından yönetilmektedir. Kemalist muhafazakârlık zaman zaman gücünü arttırırken, demokrat/milliyetçi/dinî muhafazakârlar zaman zaman daha fazla çoğunluğa sahip olabilmektedir. Yeri gelmişken belirtmekte fayda var, Türk insanının muhafazakârlık adı altında dini değerleri yıkan bir kurucu ideolojiyi (kemalizmi), dindarlık adına savunması, muhafazakârların en büyük açmazlarından/çelişkilerindendir. Batıda Hristiyanlığın ve kilisenin dışlanmasına bir tepki olarak doğan bir ideoloji, Türkiye’de her ne kadar geleneğin muhafazasını temsil etse de, fiiliyatta devletin ve statükonun muhafazasını (devamlılığını) temsil eder. Bu manada yönetim her ne kadar farklı siyasi partilere geçerek el değiştiriyor gibi gözükse de, temelde siyaset hep muhafazakârların elinde olmuştur. Sağ görüş de sol görüş de muhafazakâr olmuştur.
Bunların dışında ise uluslararası arenada Almanya’da devrimci muhafazakârlar, Amerika’da neo-muhafazakârlar farklı muhafazakârlık çeşitleridir. Neo-muhafazakârlar, ABD’nin özellikle ulus ötesi devletlere adalet ve huzur(!) götürmede aktif rol oynaması, bu süreçte diplomasiden çok askeri yöntemlere yer vermesi ve uluslararası camianın onayını beklememesi gerektiğini savunurlar. Neo-muhafazakârlara göre, ABD dış politikası dışişleri bakanlığınca değil savunma bakanlığı tarafından yönlendirilmelidir. ABD diğer ülkelerle kurmuş olduğu ittifak ve ortak savunma antlaşmalarını terk etmeli ve dış kaynaklı ülke sorunlarına hızlı bir şekilde gerektiğinde askeri yöntemlerle çözüm getirmelidir.(8) Dış politikada ABD çıkarlarına öncelik verilmeli ve uluslararası toplumun çıkarları ikinci planda tutulmalıdır. Margaret Thatcher başkanlığındaki İngiliz Muhafazakâr Partisi ve Ronald Reagan başkanlığındaki Cumhuriyetçiler ise liberal muhafazakârlığın en önemli temsilcileri olarak karşımıza çıkar. Liberter muhafazakârlar, diğer muhafazakârlık tipleri arasında eşcinsellik ve aile dışı ilişki konularına en serbest bakan kesimdir. İşte biz de bu çalışmamızda bahsi geçen anketin verilerini kullanarak, dışardan yeşil bir türbeyi andıran muhafazakârların duyuş ve düşünüş yapısını net bir şekilde ortaya koyduktan sonra, Müslümanca bakış ile (hangi çeşidi olursa olsun) muhafazakâr düşünce yapısının hayata bakışı arasındaki farkları ve Türkiye’de muhafazakârlığın nereye evrildiğini anlatmaya çalışacağız.
Bilgiyi üreten TEPAV vakfı hakkında da biraz maluat verdikten sonra, TEPAV’ın toplumdaki dinsel yapıyı ve İslam algısını ortaya koyma anlamında yapmış olduğu çalışmanın değerlendirmesine geçebiliriz.
TEPAV Hakkında
Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV), kendi ifadesi ile; “veriye dayalı politika analizi yapmak ve politika tasarım sürecine katkı sağlamak üzere bir grup iş insanı, bürokrat ve akademisyen tarafından” 2004 yılı Aralık ayında kurulmuş ve kâr amacı gütmeyen bir kurum.
Raporu yayımlayan kuruluş hakkında bilgi sahibi olmak isteyenler, kuruluşun web sayfasına girdiğinde (‘Hakkımızda’ bölümünde)(9) ilk olarak Namık Kemal’e ait bir cümle ile karşılaşıyor; ‘Barika-i hakikat müsademe-i efkârdan çıkar’.(10) Kurumun düşünce yapısı hakkında doğru intibaı uyandırmak için, milliyetçi muhafazakâr bir yazara ait bu (Müslümanların ‘sözü dinleyip en güzeline uymak’ nassı ile eş anlamlı) sözün paylaşılmasında, anlayanlar için elbette bir kasıt var.
Kurum 2012 yılında yürüttüğü Anayasa Platformu çalışmaları ile 2014 yılında İngiliz Spectator dergisinin düzenlediği düşünce kuruluşları Oscar’ında Avrupa’nın ilk üç düşünce kuruluşu arasına girmiş. 2015 yılında ise, Pennsylvania Üniversitesi’nin düzenlediği dünya düşünce kuruluşları listesinde dış politika ve uluslararası ilişkiler alanında faaliyet gösteren dünya düşünce kuruluşları listesinde ilk 40 içinde yer alıyor. Sekiz çalışma merkezinde TEPAV uzmanları dört farklı çalışma programı için çalışıyor.
20 yıldır binlerce kişi ile anket çalışmaları yaparak raporlar hazırlayan ve bunun sonucunda politika önerileri geliştirecek kapasitede 47 personeli çalıştırırken kâr amacı gütmemek, finansal destek gerektirir. Zira TEPAV’ın yönetim kurulunda TOBB Başkanı ve Cemil Çiçek yer alıyor. Mütevelli heyeti ise, illerdeki Ticaret ve Sanayi Odalarının başkanlarından müteşekkil. Vakıf, ulusal ve uluslararası kamuoyunda gündem olan her konu ile ilgili görüşlerini ve çalışmalarını, her ay düzenli olarak bir bültende yayımlıyor. Geçtiğimiz son on ayın bültenlerinde yer alan konu başlıklarını inceledim. İklim değişikliği ve karbon gazı salınımı konusunda küresel hegemonyanın hoşuna gidecek çıkışlardan tutun hayvan haklarına, yapay zekadan nüfus planlaması, kadın ve aile konusuna, yargı ve hukukun özgürleşmesinden AB ve ABD ile olan ilişkilere ve ülkelerin seçim sonuçlarına kadar her konuda geniş bir etki alanı var. Anlayacağımız ekonomi politikalarını araştırma adı altında kurulan TEPAV, Türk sanayicisinin fonlaması ile ülke politikalarını küresel sisteme entegre eden, göstermelik tarafsızlık ile cambazlık oyunları oynayan, algı operasyonu ve manipülasyon yeteneği gelişmiş bir kurum. Bu anket ve raporu değerlendirirken kullanılan dili ve bilgiyi süzerek sizlerle paylaştığımızı ve farkındalığımızı okuyuculara haber vermek için bütün bu izahatı yapma gereği duydum.
Anket Sonuçlarının Analizi
Raporun giriş kısmı, ankete katılanların inanç ve mezhepleri ile ilgili sorularla başlıyor. Kendileri her ne kadar farkını bilmese de, Türkiye’de ‘amelî’ mezhepler arasında en fazla rağbet(!) göreni Hanefilik. 2016 yılında insanların %69’u kendisini Hanefi mezhebinden olarak tanımlarken 2020 yılında %73’ü Hanefi olduğunu söylemiş. Şafîlik %14’ten %12’ye düşerken, en fazla yüzdeye sahip Alevilerin oranı ise %5’ten %4’e gerilemiş. %3’lük bir kısım ise mezhepsiz olduğunu söylemiş. Ancak bütün bunlardan çok daha fazla dikkat çeken bir husus var ki; 2016 yılında (çoğunluğunu Hanefi olduğunu söyleyenlerin oluşturduğu) %59’luk bir kesim itikadî mezhebini bilmediğini söylemiş. Üstelik bu oran 2020 yılında bu oran %70,5’e çıkmış. Hanefîlik’te itikadî mezhep İmam Maturidî’nin görüşü olmasına rağmen, Hanefilik ülkede artarken itikadî mezhebinin Mauridîlik olduğunu söyleyenlerin oranı %14,6’dan %8,6’ya düşmüş. Dolayısı ile bu durum itikadi mezhep meselesinin toplumsal karşılığının olmadığının bir göstergesidir. İnsanlar mezhep kavramını ve Hanefilik mezhebini, babalarından gördükleri an’aneye göre sürdürmekte ve anlamını bilmemektedir. Bundan dolayı %3’lük kendisini mezhepsizlik ile tavsif eden kesime de (benzer bilinçsizlikte olduğunu düşünürsek) toplumun köpürmesinin, onları düşmanlaştırmasının bir gereği yoktur. Taraflar cehalette müsavîdirler. Durum o kadar vahimdir ki, (2020 yılı verilerine göre) resmi ideolojinin kontrollü dini eğitim verme amaçlı kurduğu imam hatiplerden mezun olanların %50’si itikadî mezhebini bilmemektedir.(s. 93) (Not: Bu mezunların bir kısmı, Türkiye’deki camilerde imam ve müezzin olarak görev yapmaktadırlar.) Yine dinin hayatta çok önemli bir rol üstlendiğini belirten kesimin %69’u ve şeriat hukuku istiyorum diyenlerin %65’i itikadî mezhebini bilmemektedir.(s. 94)
Yine rapora göre Kürtlerdeki en güçlü mezhebi eğilim olan Şafîlik eğilimi ve Türklerdeki en güçlü mezhebi eğilim olan Hanefilik eğilimi 2016’dan 2020’ye artarak devam ediyor. Fakat hem Türk hem de Kürtlerin ileriki bölümlerde sorulara verdikleri cevaplara baktığınızda, bu iki kavmin ve iki mezhebin de İslam ile seküler bir bağ kurduklarını görüyorsunuz.
2020 yılında katılımcıların %51,25’i, Müslümanların Kur’an ve İslamî konularda rehberlik sağlayan yapıların bir parçası olmaması gerektiğine inanmaktadır. “15 Temmuz 2016 tarikatlar/cemaatler hakkındaki görüşlerinizi etkiledi mi?” sorusuna ise, %40,36’lık bir kesim “olumsuz veya çok olumsuz etkilendim” cevabını vermişlerdir.(s. 95) Dolayısı ile, toplumsal olarak muhafazakârlar arasında yaşanan bu değişimin özünde, (içeriği ve hedefi halen tam olarak çözülememiş) 15 Temmuz kalkışmasının çok etkisi bulunmaktadır. Muhafazakârlık kavramı başlığı altında anlatmaya çalıştığımız gibi, yıllardan beridir tedrici olarak Gülen camiasını tüm unsurlarıyla bağrına basan muhafazakârlar, (Edmund’un görüşüne uyarlarsak) 15 Temmuz’da yaşatılmak istenen değişimi güvensiz bularak tepki göstermiş ve derhal milliyetçi (ulusalcı) muhafazakâr kodlarına dönerek, geleneğin güçlü tecrübesi ile kurulu devletin yanında yer almışlardır. Bu tipik bir muhafazakâr reaksiyondur.
‘Türkiye’de Dindarlık ve Dini Kimlikler’
Muhafazakârlar için Dinin Hayattaki Önemi
Hem 2016 yılında ve hem de 2020 yılında Türkiye’de anket yapılan insanların %85’i dinin hayatlarında önemli olduğu cevabını vermişlerdir. Aynı yıllarda ‘önemsiz’ diyenlerin oranı %5’tir. İşte bütün mesele de bundan sonra başlamaktadır. Zira bu cevabı veren insanların diğer sorulara verdikleri cevaplarda ‘ed-Din’in tesiri yok gibidir. Bu da onların din kavramına işlevsel baktıklarının bir göstergesidir. Din, gerektiğinde mahfazasından çıkartılmakta, Hz. Muhammed’e hakaret eden veya tevhid bayrağını aşağılayanlara hadd bildirmek amaçlı kullanılmakta ve tekrar hak ettiği yere konmaktadır. Bu da geleneksel muhafazakâr tavır ile yüzde yüz örtüşür.
Raporda bu konuda ortaya konan çok çarpıcı bulgulardan birisi de, farklı mezheplerdeki insanların ‘Dinin hayatınızdaki önemi nedir?’ sorusuna verdikleri cevaptır. Caferiler ve Aleviler haricinde diğer tüm mezheplerde “önemli ve çok önemli” diyenlerin oranı 2016’dan 2020’ye düşüş göstermiştir.(s. 25) Bu durum, kendilerini ‘sünni’ olarak isimlendiren kesimlerde inanç kaybını açıkça tescil eder. Ancak kendisini mezhepsiz olarak tanımlayanlar arasında “din hayatımda önemi/çok önemli” diyenlerin oranının %44’ten %62’ye yükselmesi de umut vericidir. Bunun yanı sıra en fazla düşüş de Hanbeliler’de kaydedilmiştir. Hanbeliler arasında 2016 yılında “din hayatımda önemsiz” diyen hiç kimse yokken, rapora göre 2020 yılında ‘önemsiz’ diyenlerin oranının %43’e ulaşması, ciddi ciddi üzerinde tahlil yapılması gereken bir konudur.
Cumhuriyet rejimi tarafından verilen eğitimin, kitleler üzerindeki dönüştürücü etkisinin bir göstergesi olarak da, raporda farklı eğitim kategorilerindeki insanların, ‘dinin hayatlarındaki önemine’ ilişkin verdikleri cevaplara bakabiliriz. İlkokul mezunu vatandaşlar %94 oranında dini hayatlarında önemli olarak isimlendirirken (dinin icap ettirdiklerini yapıp yapmamalarını bir kenara bırakıyoruz), ortaokul ve lise yıllarında bu oran daha da azalmakta ve üniversitede %71’e kadar düşmektedir.(s. 26) Rapordaki bu veriler, genel olarak demokrat muhafazakâr AKP iktidarının işbaşına geldiği tarihten itibaren yaptığı ‘dindar nesil yetiştireceğiz’ çığırtkanlığına akıl sahiplerinin itibar etmemesi için yetip de artacak cinsten.
Dinin Türkiye insanının hayatındaki önemine ilişkin verilere devam edecek olursak, 2016 ve 2020 yıllarının her ikisinde de 25-44 yaş grubundaki insanların %85’i dinin hayatlarında önemli bir yeri olduğunu söylüyor. Ancak 45-65+ yaş grubunda ilginç bir şey ortaya çıkıyor. 2016 yılında bu ileri yaş grubunun %53’ü dini hayatları için önemli addederken, 2020 yılında bu oran %43’e düşüyor.(s. 28) Özellikle Türkiye’nin 2023 yılında yaşadığı 6 Şubat depremi ve Gazze katliamının gündemdeki sıcaklığını koruması ile bu oranlar 2024 yılında muhtemelen değişiklik gösterecektir. Ancak geleneğin çok önemli bir yerinin olduğu muhafazakâr dünya görüşünün en bariz taşıyıcısı olarak bilinen yaşlı kesimdeki bu dönüşüm, hayata bakışlarında yaşanan değişimi anlatmaya yetmektedir. Ev hanımları, işsizler ve öğrencilerde de genel olarak ‘dinin hayatta önemli bir yer tuttuğu’ düşüncesi 4 ila 9 puan azalmıştır.(s. 30)
Tüm Muhafazakârlar ‘Ahlaklı Nesil İsteriz’ Diyorlar
Dinin hayattaki önemi konusunda verilen cevaplara benzer bir durum, ebeveynlerden ‘çocuklarının sahip olmalarını istedikleri en önemli değerleri’ belirtmelerinin istendiği soruda da karşımıza çıkmaktadır. 2020 yılında ebeveynlerin %89’u çocuklarının ahlaklı olmalarını en öncelikli temenni olarak belirtirken, %80’i vatansever olmalarını, %65’i dindar olmalarını, %48’i başarılı olmalarını (ancak başarı ile ne kastedildiği de tamamen muammadır, maddi veya manevi başarılar arasında derin farklar bulunabilir) ve %16’lık bir kesim de zengin olmalarını önceliklendirmiştir.(s. 20) Dolayısı ile, dindarlık üçüncü sırada yer almaktadır. Ayrıca, büyük çoğunluğu Hanefi olan bu insanların, dindar olup da ahlaklı olamama endişeleri olmuş olacak ki, ahlaklı olmak ilk sırada yer almaktadır. Bir diğer deyişle, ahlakın kaynağı olarak ‘İslam’ görülmemekte, seküler bir ahlak paradigması benimsenmekte; ahlaka toplumu düzenleyen, kargaşayı önleyen ve huzurun teminatı olarak işlevsel bakılmaktadır. Müslümanlar ise ahlakın kaynağı olarak vahy ve sünneti baz alırlar. Ahlaklı olmak dindar olmak ile farklı iki temenni olarak değerlendirilmez. Herhangi bir fayda sağlamasından dolayı değil, ahlaklı olmak (salih bir amel olduğu) için ahlaklı olunur.
Maneviyatçı Muhafazakârlar ‘out’ Liberter Muhafazakârlar ‘in’
Türkiye 1997 yılında (özellikle 35 yaş üstü kimselerin çok iyi hatırlayacağı) bir post-dönem darbe dönemi geçirdi. Bu dönemde başörtüsüne özgürlük için uzun süreli oturma eylemleri, el ele tutuşma ve dualı gösteriler hiç eksik olmazdı. O yüzden başörtüsü konusunda Müslümanlara o tarihlerde yaşatılan (aslında rahmet olduğunu sonradan anladığımız) zulümleri bilenlerin, ‘aile veya ev ortamı dışına çıkarken başörtüsü takma’ oranlarını görünce yaşayacakları hüznü bizler tahmin edebiliyoruz. Şöyle ki, 2013 yılında başörtüsü kullanma oranı %60 iken, 2015, 2016 ve 2020 yıllarında aşamalı olarak azalmış ve %54’lere düşmüş durumdadır. Türkiye genelinde ise sadece Orta Anadolu Bölgesi (%71) ve İstanbul ilinde (%65) başörtüsü kullanımında artış meydana gelmiş, diğer bütün bölgelerde başörtüsü kullanımı ciddi oranda azalmaktadır. Örneğin Doğu Karadeniz bölgesinde %74’ten %45’e düşmüştür. Dışarda insana bakarak ‘ekmek’ dahi yiyemeyen Anadolu kadınının bolca bulunduğu Karadeniz’de bile bu kadar düşüş yaşanırken aynı toplum tarafından ‘başörtülülerin otobüste saldırıya maruz kalmaları’na ustaca tepki vermeleri, tam de mukaddesatçı muhafazakârlıktan liberter muhafazakârlığa geçen kitlelere özgü bir harekettir.
Bu arada, en fazla değişimin ve sekülerleşmenin gençler arasında daha yaygın ve hızlı olduğunu söyleyenlerin yanıldığına dair bir notumuz daha var. 2016-2020 yıllarında 18-24 yaş aralığındaki başörtüsü kullanma oranı % 36-37 oranında ve 25-34 yaş aralığındaki %51-52 oranında sabit kalırken, 55-64 yaş grubundaki insanlarda başörtüsü kullanım oranı %73’ten %56’ya düşmüş.(s. 33) Bu durum, kız torunlarına giyim ve adap konusunda gerekli nasihatleri yapabilecek babannelerin ve dedelerin artık hayatta olmadığının da göstergesi. En azından mukaddesatçı muhafazakârlar arasında, televizyondaki haber spikerinin kendisine baktığını zannedip utanacak kadar hayâ duyan bir nesil varken, liberter muhafazakârlığa doğru kabuk değiştiren toplumda bunlar sadece birer nostaljiden ibaret. Eğitim seviyesi arttıkça başörtüsü takma oranının düştüğünü artık sağır sultan bildiği için, bu kısmı geçiyorum.
2011 yılında Ramazanda oruç tutma oranı %70 iken, 2020 yılı itibariyle bu oran %55’lere kadar düşmüştür. Ramazan orucunda yaşlı muhafazakâr kesimin daha sebatkâr olduğunu düşündüğünüzü biliyorum. Ancak 18-34 yaş grubunda 2016 ve 2020 yıllarında %50-60 oruç tutma oranı değişmezken, 65 yaş üstünde oruç tutma oranının %80’den %67’ye düşmesi bu algınızı değiştirebilir. Ev hanımları, işsizler ve emekliler arasında oruç tutma oranı geçmişe göre düşse de, halen öğrenci ve çalışan kesimden daha yüksek.(s. 40)
2013 yılından 2020 yılına kadar namaz kılma oranları %44’den %36’ya gerilemiş durumda. Yani toplumda neredeyse her üç kişiden sadece birisi namaz kılıyor. Erkeklerde namaz kılma oranı 2020 yılında %31’e, kadınlarda %40’a gerilemiş.(s. 43) Dolayısı ile, kadınların namaz ve oruç konusunda biraz daha duyarlı oldukları söylenebilir. Başörtüsü kullanma konusunda duyarsızlık artış gösterirken kadınlarda bu iki ibadeti yerine getirme konusunda düşüş yaşanması, tevhidi söyleme sahip Müslümanlar için ‘ayetlerin bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr etmek’ gibi meydan okuyucu bir anlama gelse de, muhafazakâr kesim için vaka-i adiyeden sayılıyor. Özellikle yaş ilerledikçe namaz kılma oranlarında görülen artış ise, ‘sıralı ölüm’ beklentisinin yansıması olsa gerek.
Raporda, Kur’an’ın anlaşılmasına yönelik bir soru seti bulunmamakla beraber, ankete katılanların %48,7’sinin namazların dışında Kur’an okumadığı tespiti yapılmış. %90’ı kendisini Hanefi olarak belirten bu insanların %74’ü ise Kur’an’ı arapça olarak yüzünden okuyamıyor. %53’lük bir kesim Kur’an’ı tek başlarına anlayamayacaklarını ve anlamak için bir tefsire veya âlime başvurmak gerektiğine inanıyor. (Ki bu durum birçok kanaat önderi cemaat liderinin ağzıyla da söylediği bir durumdur. Kur’an’ı anlamak ile hüküm çıkarmak arasındaki fark unutulmaması şartı ile Allah, kitabını Müminlere anlaşılması için gönderdiğini defaatle birçok ayeti kerimede tekrar etmiştir.)
İslam’a ilişkin bilgilerini ailelerinden aldıklarını belirtenlerin oranı %63. Diyanet kurumlarından bu bilgiyi edindiğini belirtenler %6 iken, %17’si kendi araştırmaları ile öğrendiğini (muhtemelen sosyal medya aracılığıyla), %2,3’ü vakıf ve derneklerden edindiğini ve %6’sı da arkadaş ve tanıdıklardan öğrendiğini söylemektedir. Dolayısı ile, günümüzde yakın çevremizdeki akrabalarımıza Kur’an’dan bir bilgi aktarmak istediğimizde yaşadığımız ‘talepsizlik’ halinin çok da anormal bir durum olmadığını öğrenmiş oluyoruz. Kur’an’daki ifadesi ile ‘ata dini’ halen en baskın dinî eğitim metodu. Önceki yıllarda katılımcılara bu soru sorulmadığı için, bu konuda yaşanan değişim konusunda çok somut bir yorumda bulunamıyoruz.
Demokratik ve Seküler Yaşama Öykünme
Laik bir ülkede yaşamaktan memnun olanların oranı 2016 yılında %76’dan 2020 yılında %82’ye çıkmıştır. Özellikle 15 Temmuz kalkışması ile hız kazanan ‘dindarların devlet geleneğine zarar verdiği’ algısı(11) ile, insanların laik devlet taleplerinde artış olmuştur. Ancak burada dikkat çeken bir husus da, (2020 yılında) ülkede giderek oy kaybeden jakoben/liberal/seküler/Kemalist muhafazakâr kesimlerin umutsuzluğu, demokrasi konusundaki cevaplara kısmen yansımıştır. Meselenin yavaş yavaş, demokrasi ile hallolamayacağına inanmaya başladıklarından olsa gerek, demokratik bir ülkede yaşamaktan memnun olanların oranı 2016 yılında %84 iken, bu oran 2020 yılında %81’e düşmüştür. Son seçimlerde seçimlere katılma oranında yaşanan düşüş de bunu destekler niteliktedir. Son olarak, kendisini dindar olarak tanımlayanların %78’i ve ‘dindar değilim’ diyenlerin %84’ü 2020 yılında laik-demokratik bir ülkede yaşamaktan memnun olduklarını belirtmişlerdir. Görüldüğü üzere, her iki kesim için de dinin kamusal alandan ve hayattan kovulması rahatsızlık verici değildir. Bu özgürlükçü/liberter/liberal muhafazakârlıklarda görülebilecek bir durumdur.
Bir sonraki sayıda, değerlendirmenin devamında buluşmak üzere, Allah’a emanet olun…
(1) Raporun tamamı; https://www.tepav.org.tr/upload/mce/2024/turkiyede_cogulculuk_radikallesmeyle_yuzlesiyor.pdf
(2) Hucurât Suresi 6. ayet
(3) Hoffman, J. (2006), Conservatism, (Edt: B. Turner). Cambridge Dictionary of Sociology (s. 86). Cambridge: Cambridge University Press.
(4) Ted Honderich, Conservatism (London: Hamish Hamilton, 1990), 6-7.
(5) Honderich, Conservatism, 132-135.
(6) Frank O’Gorman, British Conservatism: Conservative Thought from Burke to Thatcher (London & New York: Longman, 1986), 29-52. Soyluların daha fazla oy hakkına sahip olması gerektiği görüşlerini muhafazakârlar güçlenen liberal hareketler neticesinde terk etmek zorunda kaldıysa da diğer görüşlerini uzun sure sürdürmüşlerdir.
(7) Nisbet, Conservatism, 68-74
(8) James Mann, Şahinlerin Yükselişi: Bush’un Savaş Kabinesinin Gerçek Hikayesi, çevirenler: Hakan Köni, Mehmet Durmuş, Çağrı Çobanoğlu (İstanbul: İlk Yayınları, 2004).
(9) https://www.tepav.org.tr/tr/html/250/Hakkimizda/
(10) Hakikatin aydınlığı fikirlerin çatışmasından doğar.
(11) İslam’ın şirk ile yönetilen düzenlere karşı inkılapçı, reddiyeci ve ıslah edici söylemler içerdiği ve sistemler tarafından tehlike olarak görüldüğü doğrudur. İslam mevcut şirk düzenlerinin yerine kendi ‘tevhidi’ dünya düzenini kurmak ister. Ancak burada FETÖ olarak isimlendirilen milliyetçi/menkîbeci muhafazakârların sistem tarafından kasıtlı olarak ‘dindar’ gösterilip sonrasında terörist ilan edilmesi farklı bir durumdur. İkincisi demokratik sistemlerin kendi iç meselesi iken, ilk anlattığımız durum hak-batıl mücadelesidir.
Ali Durmuş / İktibas Dergisi Ağustos Sayısı
Esselamu aleyküm ve rahmetullah, Ali bey çok güzel bir yazı olmuş, Allah razı olsun ve size ve ehlinize en güzel şekilde karşılık versin İnşallah
Aleykümselam kardeşim. Allah razı olsun güzel duaların için….