Olay 40 yıl önce geçiyor. Hikâye derin. Mevzu çetin. Bu satırların yazarı biliyor ki herkes kendi meşrebince dahil olacak anlatılana.
O halde anlatmaya başlayalım.
Afyonkarahisar’ın D. köyünden bir çiftçi, Akçaşarlı bir çiftçinin tarlasının üstüne öküzünü sürüyor. Kazara değil. Doğrudan. Neden sebep! Vardır köy yerinde öyle adamlar. Yol yordam bilmezler, izan bilmezler. Hani “Anadolu irfanı” diye son yıllarda dillere pelesenk olan o irfandan hiç nasipdâr olmamışlardır. Her türlü şiddetin vücut bulmuş hali gibi dolaşan bu adamlarla kendi köyünün insanları dahi başa çıkamaz.
Akçaşarlı çiftçinin tarlasına öküzlerini süren, böyle adamlardan biri midir? Bilmiyoruz. Fakat bu hikâyede bildiğimiz bir şey var ki o da öğrendiklerimizi kaç ayrı tarlanın mahsulü olarak kaldıracağımız konusunda zorlanacağımız. Hikâyenin en can alıcı noktası, Akçaşar’ın bir Alevi köyü oluşu. Ve hikâyeyi ziyankâr çiftçinin bizzat kendisinin anlatmış olması.
Akçaşarlı köylü, tarlasının öküzlerin ayakları altında tarumar edilmesiyle ilgili olarak hiçbir şey yapmıyor. “Sen de bunu niye yaptın ey ademoğlu?” demiyor. Ne şikâyet ediyor ne hikâyet.
Kış gelip geçiyor, ancak geçerken samanlıklarda saman bitiyor. Bahar gelince D. köylü adam, öküzlerini koşup saman peşine gidiyor. Saman bulma derdinde yolu yola eklerken öküzlerinin ayakları altında imha ettiği tarlanın sahibinin kapısından da geçiyor.
Akçaşarlı adam, selam vermeden geçip gideni durduruyor:
“Komşu nereye?”
“Saman aramaya.”
“Dön hele, bende saman çok.”
Akçaşarlı çocuklarına sesleniyor. “Gelin! Hatun! Bu adamın arabasını saman doldurun. Sen otur komşu. Bizimkiler halleder.”
Akçaşarlı, güzün tarlasını hayvanlarına yediren ziyankâr misafirini ağalar gibi ağırlamakta kesin kararlıdır.
“Kızım tut kazı. Bıçağın var mı? Sen bizim kestiğimizi yemezsin. Kes şunu.”
D. köylü, mahcup, bıçağını çıkarıp kazı kesiyor.
Sofra kuruluyor. Yemek yeniyor.
“Tamam komşu, serbestsin. Uğurlar olsun.”
D. köylü, cüzdanını çıkarıyor.
“Pazarlık etmedik. Ne üzerinden hesabı görelim…”
“Borcun yok” diyor Akçaşarlı.
Ziyankâr mahcup, tedirgin: “Ne diye borcum yok!?”
“Sen benim tarlamı hayvanlarına yedirdin. Bak sende saman bitti, ama bende çok.”
Başta söylediğim gibi, hikâyeyi anlatan, D. köylü ziyankâr çiftçinin ta kendisi. Hikâyesini anlatıp hitama erdirdiği cümle şu:
“Beni oracıkta vursa bu kadar gam yemezdim.”
Ders kitaplarında metnin sonunda öğrencinin metni daha iyi anlaması için sorular sorulurdu. Bazen o sorular metni anlamaya değil, bilakis anlaşılmış olanı da imha etmeye yarayan “Yazar burada ne demek istiyor?” kabilinden baştan savma sorular olurdu.
Ders kitaplarının klişe sorularının akıbetine uğramaktan korka korka, şu soruları soruyorum kendime. Benim kendime sorduğum soruları siz dahi kendinize sorabilirsiniz.
Ben şimdi bu yaşanmış, yaşanıp da zamana direnmiş hikâyeyi neden anlattım?
Okuyucu muhatap olduğu bu metin için hangi dosyayı açtı? Yoksa hiçbir dosya açmadan “E ne var yani bunda?” diyerek tüketip geçti mi?
Bugün benzer bir durum yaşansa ne olur?
Verdiği ziyandan mahcup olan kişi, mahcubiyetini bir başkasına anlatabilir mi?
Anlatmaya niyet etse dinleyecek birini bulur mu?
Meraklısı için notlar:
Yukarıda okuduğunuz satırların yer aldığı dosyayı “azınlığın emeğini imha etmek” başlığıyla kaydetmişim. Dosyanın kayıt tarihi, neredeyse beş yıl öncesi.
Bu kaydı açtığım zaman, muhtemelen başka bir bağlam üzerinden değerlendirecektim. Ama bugün, göçmen karşıtlığının Anadolu’nun pek çok şehrinde taraftar bulması üzerinden dikkatinize sunmak istedim.
Azınlığın emeğini imha eden, hatta bizzat canına kasteden hoyrat adamlar hep vardı, yine var.
Böyle ziyankârları, “millî hassasiyetler” gibi kavramların gölgesine sığınarak korumanın, savunmanın ne dinî ne ahlâkî bir karşılığı olmadığını ve dahi toplumsal meseleleri konuşurken “Anadolu irfanı” benzeri muğlak ve içine ne doldurursan alacak çuval gibi kavramlara başvurmanın yersizliğini hatırlamaya ihtiyacımız var. Anlatıl(a)madığı için yok sandığımız ikram üzerinden ders verenleri de…
Yeni Şafak / Fatma Barbarosoğlu