Birkaç yıl önce bir İmam Hatip lisesinde Fatma Aliye Uzak Ülke romanı üzerine gençlerle konuşuyoruz. Bir genç kız, Fatma Aliye’nin kusurlu bir kadın olduğunu, kızının Katolik rahibe olmasından mesul olduğunu söyledi. Bilmediğimiz hayatlar için yargıda bulunmamamız gerektiğine dair peygamberler tarihini örnek gösterdim. Hz. Nuh’un, Hz. Lût’un iman etmeyen oğullarını, Hz. Yakup’un kardeşlerini kuyuya atan oğullarını hatırlattım. Dedi ki, “Hz. Yakup Hz. Yusuf’u daha çok sevmeseydi, diğer oğulları da kardeşlerine böyle davranmazdı.”
Genç kızın itirazı zaman içinde yeni tanıklılarla içime içime işledi. Genç kızın bu ifadesini güncelleyen bir haber ile karşılaştım, Ağustos 2020 tarihinde. Babası kardeşini daha çok sevdiği için, babasını üzmek üzere kardeşini öldürdüğünü söyleyen henüz ergenlik çağındaki çocuk…
Yakup Aleyhisselam’ın “sevgisindeki eşitsizlik” yüzünden sigaya çekildiğine dair bir bahsi daha önce hiç duymamıştım. Literatürde böyle bir tartışma var mı bilmiyorum. Ama 21. yüzyılda, muhtemelen Z kuşağından bir genç kızın, ayrıntısını bilmediği hayatlarla, ayrıntısının bilinmesi mümkün olmayan uzak bir geçmişle ilgili, “ebeveyn sevgisi” üzerinden hükümler vermesi çok dikkat çekici. Bu genç kız, asıl haksızlığa uğrayan Yusuf olduğu halde, Yusuf’un kardeşlerinin zannı üzerinden; bu zannı, yani Yakup Aleyhisselam’ın kardeşler arasında ayrımcı ve adil olamayan bir şekilde davrandığı iddiasını gerçek kabul ederek soruyor bu soruyu. Yakup Aleyhisselam’ın Yusuf’a olan sevgisinin onun temsil ettiği “gönül”e, kalbe olan sevgi olduğunu ve onu 11 kardeş tarafından temsil edilen gurur, kin, ihtiras, şehvet, korkaklık, şüphe, zulüm… vb. gibi nefsin vesveselerinden korumaya çalıştığını söyler İşarî tefsirler. Elmalılı Hamdi Yazır ise Yusuf suresi 8. ayetin mealini veriyor: “(Yusuf’un kardeşleri) Hani demişlerdi ki: ‘Yusuf ve kardeşi (Bünyamin) babamıza bizden daha sevgili, biz ise güçlü ve tutkun bir grubuz. Doğrusu, babamız belli ki, çok açık bir yanılgı içindedir.” Ardından ayeti kısaca açıklayıp kıssanın geri kalanı üzerinde yoğunlaşıyor daha ziyade. Elmalı merhum oradaki “daha sevgili” ibaresi üzerinde durmuyor pek. Bu konularda konuşmak belli bir ilme sahip olmayı gerektirir. O yüzden cümlelerimi sakınarak kuruyorum. Ama o genç kıza bu soruyu sorduran vasatla ilgili zihnimi berraklaştırmak için gayret göstermem gerektiğini düşündüm.
Genç kızın cümlelerinde aşırı pedagojik yaklaşımın izi görülüyor. Anne baba davranışı ile çocukların akıbeti arasında kurulan ve yirminci yüzyıla damgasını vuran psikolojizm… Hasan Âli Yücel’in psikanaliz ile ilgili şöyle dediği söylenir: “Bir hakikat bulmuşlar ve abartmışlar.” Çocuk psikolojisi ile ilgili de aynı şeyi söyleyebiliriz. Evet bir hakikat var, anne-babanın çocuğa ilgisi, muamelesi, çocuğun kişiliğini, davranışlarını etkiler. Bu herkesçe kabul edilen bir tespit. Fakat anne-baba davranışının, çocuğun akıbetini, toplumsal, ekonomik, psikolojik içinde bulunduğu durumu, davranışlarını birebir belirleyen bir konuma yerleştirilmesi, çok yeni bir durum.
Çocukların davranışlarının sorumluluğu, böylece ebeveynlere yüklenmiş olmuyor mu? Kıskançlık ve bir başkasının daha çok sevilmesi, yanlış davranışın mazereti olabilir mi? Ya da gerekçesi? Bu çok derin bir mevzu. Bir çocuğun vehmettiği sevgisizlik, hissedemediği sevgi ya da anne-babanın gerçekten göstermediği sevgi ile çocuğun kişilik ve davranışını birebir etki-tepki ilişkisi içinde değerlendiren yaklaşıma eleştirel bakmalıyız.
İşin acı tarafı artık ebeveynleri suçlamak üzere sorulmuş sorularla o kadar çok karşılaşıyorum ki, hayret etme kapasitemin daralmasından endişe duyuyorum. Merhum Fethi Gemuhluoğlu’na atfedilen şöyle bir söz var: “Eskiden pederşahi aile var iken artık veledşahi aile var.” Pederşahi ailede büyükler hürmete doymaz iken veledşahi ailede çocuklar sevgiye doymuyor. Yaşlı alınganlığı ile çocuk ve gençlerin bitimsiz sevgi beklentisi yer değiştirdi.
Masallarda, büyüklerin çocuklarının sevgisini ve saygısını ölçmelerine ya da ölçememelerine dair ders verici örnekler yer alır. Ellisini devirmiş olanların hatırındadır muhakkak, ilkokulda Türkçe kitaplarında yer alan bir masal vardı. Padişahın üç kızı var ve padişah hangi kızının kendisini daha çok sevdiğini ölçmek/bilmek ister. Büyük ve ortanca kızı babalarına olan sevgilerini değerli taşlarla bezeli olarak ifade ederken; küçük kızı “Babacığım ben sizi tuz kadar seviyorum” der ve padişah babasının öfkesine maruz kalarak saraydan kovulur. Masalın devamında padişah, ağzının tadını kaybedecek ve hayatın kıvamının ancak tuz ile mümkün olduğunu fark ederek kızının sevgisinin ne kadar büyük, derin ve anlamlı olduğunu, yaptığından pişmanlık duyarak kabul edecektir.
Masaldaki padişah babanın sorusuna benzer sorularla günlük hayatta da karşılaşılır. Çocuklar sevgileri üzerinden sorgulanırlar: Anneni mi daha çok seviyorsun, babanı mı?
Bütün dinlerde yaşlılara hürmet ve saygı gösterilmesi önemsenir, Kur’an’-ı Kerim’de ayet-i kerime “Ana babanıza öf bile demeyin” der. Peygamber Efendimiz büyük günahların en büyüğü “Allah’a ortak koşmak ve anne babaya isyan etmek ve eziyet etmektir” buyuruyor (B5976 Buhari, Edeb, 6, Hadislerle İslam Serlevha Hadisler 2/23).
Bugün sevgiye dair bütün soruları, tüketim toplumu kodlarından aldıkları enerji ile çocuklar soruyor ve sadece kendi ebeveynlerini değil, tarihi de “ebeveyn sevgisi” üzerinden yeniden değerlendirmeye/ölçmeye tabi tutuyorlar. Birkaç yıl önce viral olmuş bir konuşma vardı. Kardeşinin ölümünü oldukça teatral bir şekilde anlatan 50 yaşlarındaki bir NLP’ci, kardeşinin ölümü ile bağlantılı olarak “Babam bizi hiç öpmemişti, sevmemişti” diye sözüm ona bütün Türkiye’yi ağlatmıştı.
Her dönemi kendi içinde değerlendirmek yerine bugünün değerlerini geçmişte arayarak geçmişteki duyguları, duygulanımları yargılayan bir tavır hızla yaygınlaşıyor. Çocukların her türlü davranışı “anne sevgisi/sevgisizliği” üzerinden değerlendiriliyor. Meselenin toplumsal, ekonomik boyutu parantez içine alınarak bütün aksaklıklar annelere yükleniyor. Dinî ve ahlaki hükümlerden arındırılan günlük dil, psikolojinin terminolojisine teslim ediliyor.
Günümüzde ebeveynin çocuklarına gösterdiği sevgi ve duygusal destek o kadar merkeze alınıyor ki, bunun, bireyi çevreleyen ve şekillendiren toplumsal, kültürel ve ekonomik yapının çok ötesinde bir etkiye sahip olduğu düşünülüyor. Bu sebeple gösterilebilir “sevgi”, bir annelik performansına dönüşmüş durumda. “Sevgi”nin bütün eylemlere ve zamana yayılan şefkatli bir duygu olmaktan çıktığını ve ebeveynliği icra ederken kullanılması gereken bir beceriye dönüşmüş olduğunu söylüyor Frank Furedi. “Çocuğunu seven beşikte…” denirmiş eskiden, ama bugün anneler bu beceri sınavı yüzünden, sürekli “bebeğimi seviyorum” diye ifade etmek, bu sevgiyi vurgulamak, görünür kılmak zorunda kalıyorlar.
Anne babanın çocukta, çocuğun anne babada yoğunlaşan duygusal beklentilerindeki artış, yani “aşırı duygusallaşma” durumu, sanki kalpli, çiçekli böcüklü bir Instagram paylaşımında “sevgi”sini izhar etmekten ibaretmiş gibi görülüyor ne yazık ki.
Gösterilebilen sevgi, ekonomik değerler üzerinden akıyor, emek verilen sevgi ise feragat ve fedakarlıkla. Sevgi, ekonomik karşılık üzerinden tartıldığında dar gelirli ailelerin çocuklarını sevebilme kapasitelerinin olmadığı gibi bir yargı çıkıyor ortaya. Çocukları ebeveynleri tarafından sevilip sevilmediğini test etmeye sevk eden bir dil hâkim. Yıkıcılığına dikkat edilmeyen bir reklam filmi vardı birkaç yıl önce. Çocuk “Arabanızı seviyorsunuz, ya beni?” diyordu.
Kendi çocukluğumuzdan bir şiir üzerinden iz sürerek, aynı cümlelerin, mısraların zaman içinde nasıl farklı bir şekilde algılanır hale geldiğini, değişen duygu yoğunluğunu görebiliriz belki. Türkçe kitaplarımızda yer alan, mayıs ayının ikinci pazar gününü içeren haftasında sınıfta okuduğumuz İbrahim Alaaddin Gövsa’nın Anne Sevgisi şiiri mesela:
Bir annenin iki yavrusu varmış/En küçüğü beş yaşında kadarmış/Bir gün anne küçüğünü severken/Çocuk demiş/Güzel annem seni ben/Ne kadar çok sevdiğimi bilmezsin/Belki beni sen o kadar sevmezsin/Neden oğlum? /Çünkü senin yavrun ikidir/Senin gönlün iki aşk ile çarpar/Benim yalnız bir sevgili annem var.
Biz bu şiiri okur geçerdik. Şiirden anladığımız tek şey her çocuğun annesine derin bir sevgi ve muhabbetle bağlı olması idi. O dönem yılda ancak bir iki defa seyrettiğimiz Türk filmleri, haftada bir dinlediğimiz radyo tiyatroları, her gün on beş yirmi dakika bir hikâyenin içinde aktığımız arkası yarınlar ya da çocuk bahçesi programlarında, hayat aşırı psikolojik bir renk ile akmazdı.
Hayatın kendine mahsus bir ritmi vardı. Hayatın aşırı teknolojikleşmesiyle o ritmi kaybettik. Bizim kuşağımız da bizden önceki kuşaklardan çok farklı bir hayat ritmi içinde değildi. Tarım toplumunun güneş saatine tabi değildik ama yine de mevsimlerin geçişini idrak ederdik. Gece ile gündüz birleşmemişti. Hayat 7/24 bir tempo ile akmıyordu.
Lafı nereye getireceğim?
Başladığım yere geri dönerek şunu söylemek istiyorum: Benim o genç kıza peygamberler tarihi üzerinden ibret dersi hatırlatmam, bana bugün çok doğru gelmiyor. Aynı şekilde Fatma Aliye Uzak Ülke romanı üzerinden artık geniş bir kitleye konuşmak da doğru gelmiyor.
Hem roman yazacaksın hem de roman hakkında konuşmayı yanlış bulacaksın!
Belki şöyle açıklayabilirim bu paradoksal durumu. Fatma Aliye Hanım’ın küçük kızının Katolik rahibe olması meselesi, okuyucu satırlara ibret bahsini yakalamak üzere dahil olduğunda bir sıkıntı teşkil etmedi. Ama bir mecliste roman hakkında konuşmak söz konusu olduğunda, o mecliste romanı okumamış insanlar da oluyor. Okumuş olanların sorularına verdiğim cevaplardan yola çıkarak romanı okumamış olanlar sorgulamaya başlıyorlar, metnin bütününe vakıf olmadan.
İçinde yaşadığımız fragmanlar çağında, her şeyden biraz haberdar olma, ama esasında hiçbir şeyi derinlemesine kavrayamama çağında, adının iletişim olduğu ama insanların bir türlü birbirini doğru anlayamadığı bu çağda, beni hayrete düşüren soruları tekrar tekrar düşünüyorum. Nitekim yazının başında naklettiğim olayı uzun bir süre zihnimde taşıdım. Ben Hz. Yakup ve oğullarını misal olarak vermiştim ve o genç kız da bana NLP diliyle müdahale etmişti. İlk bakışta “Z kuşağı bir değişik” deyip genç kızın tavrını negatif bir iklim içinde değerlendirip geçebiliriz. Ama hayır, burada ilk bakışta değerlendirilip geçilebilecek kadar yüzeysel değil sorun alanımız. Benim payıma düşen bir hata da olmalı. Bu sahneyi günlerce ve aylarca zihnimde taşıdıktan sonra Rabbim hatamı görmeyi nasip etti. Tam da Yusuf Suresi’ni Kuşeyri’nin Letaifü’l İşârât adlı tefsirinden okurken… Surenin “Sana bu Kur’an’ı vahyederek kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Halbuki sen daha önce bunlardan habersizdin” diyen üçüncü ayetini Kuşeyri şöyle tefsir ediyor: “Kıssaların en güzeli, emir ve yasaklamadan yoksun kıssa demektir. En güzel kıssa, emir ve yasaklamalardan yoksun olmasından kaynaklanır. Çünkü emir ve yasağı dinlemek, ihmal gerçekleştiği için kalbi yükümlü tutulduğu şeyle meşgul eder. Bu hikâye en güzel hikâyedir; çünkü onda sevenler zikredilir. Bu hikâye en güzel hikâyedir; çünkü onda Yusuf kardeşlerinin suçlarını affetti.” (Kuşeyri, Letaifü’l İşârât, s. 865-866)Ayetin tefsirini okuduğumda hatamı ete kemiğe bürünmüş olarak gördüm adeta. Aman Allah’ım ben ne yapmıştım! Allahu Teala’nın “en güzel kıssa”sını haddimi aşacak bir şekilde kendimce misal göstermiştim… Ekranlardaki değerler aktarımının zafiyetini kendi yaptığım hata üzerinden yeniden idrak etmiş oldum böylece.
Fatma Barbarosoğlu/Yeni Şafak