Minarelerden ezanı arapça duymaya tahammül edemeyenlerin; Amerikan savaş gemisi ülkeye geldi diye, minarelere ‘welcome’ yazısı asmaktan duydukları gurur ve mutluluk, psikolojik bir araştırmayı gerçekten hak etmiyor mu? Ya da NATO denen eli kanlı örgüte ortak olmak adına Kore’ye asker çıkartmaya ‘cihat’, orada ölenlere ‘şehit’ fetvası verdirmek?
Kesinlikle bu kafa yapısını incelenmeye değer görmüş Mücahit Gültekin ve ortaya hacimli bir eser koymuş. 2017 Pınar Yayınları baskılı bu çalışma, ciddi bir okuma ve emeğin mahsulü olmuş. Okudukça kaynakçanın oldukça zengin ve çeşitli olduğunu görüyorsunuz. Gücümüz nispetinde, on beş bölümden oluşan kitabı özetleyip dikkatlere sunmaya çalışacağız.
Gültekin; 5 Nisan 1946 yılında ABD’nin Missouri adlı savaş gemisinin, İstanbul’a yaptığı ziyareti ve Truman Yardımını, Türk-Amerikan ilişkilerinin dönüm noktası kabul ederek kitabına başlıyor. Burada; siyasetçisinden, gazetecisine, medyaya ve hatta vatandaşa kadar gemiye ve içinden inen necis askerlere olan teveccühleri okuyunca inanın mideniz bulanıyor. Şehirde yapılan hazırlıkların içeriğini görünce utanıyorsunuz, bu kadar alçalmaya anlam veremiyorsunuz.
“Amerikan gemileri bize ne kadar yakın olursa o kadar iyi olur.” İnönü
“..Onlar karaya çıktıklarından ayrılacakları dakikaya kadar, Amerikanın nasıl sevildiğini gözlerin bakışlarında ve yüzlerin neşesinde görecekler.” Falih Rıfkı Atay
Sonraki bölümde Amerika’nın o kanlı tarihini de hatırlatmadan geçmeyen yazar, kuruluşundan 1945’e kadar ki zulüm ve sömürü dönemini özetlemiş. ‘Yerleşme, yayılma ve zenginlik’ başlığı altında; Kızılderili ve Afrikalılara yapılan zulümler, Florida, Teksas, Küba, Arjantin, Vietnam, Kore.. gibi sayısız yerlerde soykırım ve askeri müdahalelerini, sonrasında oraların yer altı ve üstündeki kaynakları ile nasıl semirdiğini anlatmış.
Amerika’nın nasıl bir devlet olduğunu hatırımızda tutarak devam ediyoruz. Batı’nın yanında olma hevesi Türk siyasilerin akıllarını başından almıştır. Onlar gibi olmak için her şeyden ödün vermeye razıdırlar. Öyle ki, kurulduğu günden beri tek parti-tek adam yönetilen ülke siyaseti çok partili sisteme evrilmiştir. Demokrat Parti seçimleri tek başına kazanmış, toplumda bazı görece rahatlamalar olmuştur. En bariz göstergelerden biri ezanın arapça aslıyla okunması olmuştur. Diğer en büyük alametse; DP iktidarı boyunca Amerika’nın, ülkenin en kritik mevkilerinde resmen söz sahibi edildiğidir.
“..Birleşmiş Milletler adına Kore’de kızıl kuvvetlere karşı ortak bir cephe kurmak üzere Amerika’nın bir çağrısı var. Ortak güvenlik ruhunu yürütmek ve itibarımızı yükseltmek bakımından bu, bizim hesabımıza yaman bir fırsattır. NATO’ya katılmamıza da köprü olabilir…” Adnan Menderes
Hükümetin samimiyetini göstermesi gereklidir. Bu arada Amerika boş durmamakta, üzerine hiç kondurmadığı şeytanlığı başkalarına yamamaktadır. Kominizm yeni iblistir. Ortaklarına savaş çağrısı yapar. Üstüne vazife olmazken Türkiye tereddütsüz icabet eder. Amacı; Amerika gibi dünyaya barış getirecek olan bir devletin yanında olmak, hem de bu yolla NATO’ya kabul edilirim inancıdır. Nitekim Kore’ye gidilir, kahramanca savaşılır! Savaşın bilançosu ağırdır. Sivil yerleşim yerleri, kadınlar-çocuklar vahşice katledilmiştir. 4 milyon insan ölmüş, 2 milyon 500 kişisi Kuzey Kore’nin kaybıdır. Türkiye’nin şehidi! 3277’dir. Savaşa katılan 14936 askerin %22’sidir.
“Kore’de bir avuç kan verdik ama büyük devletlerarasına katıldık.” DP bakanı Samet Ağaoğlu
Türkiye rüştünü ispat etmiştir. 18 Şubat 1952’de NATO’ya ilk müslüman ülke olarak kabul edilir. Bu tarihten itibaren başta ordusu olmak üzere eğitimi, siyasi yapısı, kültürü.. hepsi Amerikanlaşma yolunda ilerleyecektir. Ülkeye akan dolarlar ve fonlar gözleri kamaştıracaktır. Askeri olarak bağımlı hâle gelmek, yapılan sayısız ikili anlaşmayla ülkenin ABD’ye teslim edilmesinden kimse rahatsız değildir. Aksine gurur verici bir iş yapılmıştır.
“Atlantik Antlaşması (NATO) bizim için milli bir siyasettir.” DP Dışişleri Bakanı Fuat Köprülü
Dahası Türkiye; Ortadoğu’da Batı’nın sözcülüğünü yapmaya olan hevesi ve gayretiyle ve tabi ki de Amerika’nın öncülüğünde, Irak ile birlikte Bağdat Paktını kurar. Ama işler istendiği gibi gitmez. Türkiye’nin Batı yanlısı siyaseti ve komşularına sırt çevirmesi yüzünden diğer Arap ülkeleri bu birliğe girmeye yanaşmazlar.
“Bizler (Türkiye, Irak, Pakistan, İran) dört adet sıfırız ve toplamımızda sıfır etmektedir.” Irak Prensi”
Dünya’nın birçok yerinde sayısız üssü olan ABD’nin, 1963 yılında Türkiye’de de yüze yakın tesisi ve üssü bulunuyordur. Hemen her bakanlıkta ve önemli bazı kuruluşlarda Amerikalı uzmanlar istihdam edilmiştir. Eğitim kurumları ile de nüfus etmeye çalışan Amerika; Rockefeller ve Ford gibi vakıflarla fon sağlayarak, genç dimağları kendi kültürüne göre şekillendirmeye çalışacaktır. Bu okul ve kolejlerde okuyan çocuk ve gençler, ileride Türk siyasi hayatında belli mevkilerde bulunacaktır.
“İstikbaldeki kız okullarımızda İngiliz etkisinin yerleşmesi ve İngiliz lisanının öncelikli olarak öğretilmesi için elimizden gelenin en iyisini yapacağız…Özellikle İngiltere ve Amerika’da ziyadesiyle medenileşen kadınlığa bugünkü Türk kadınının haykırışı şudur: Medeniyet görmemiş yerlere gidin ve bize öğretin, kenar mahallelere doğru inin..” Halide Edip Adıvar
1960 yılına gelindiğinde DP hükümeti; ABD etkisinde olan ekonomik ve askeri işlerden sıyrılmaya çalışması, sonunun başlangıcı olmuştur. Moskova ile temasa yeltenen hükümet uyarılıp tehdit edilir. MİT’in içinde dahi nüfusu bulunan malum devletin, ülkedeki istihbaratı kontrol etmesinin önüne geçmek istemesi de iktidarın sabıkasını doldurmuştur. 27 Mayıs darbesiyle birlikte Menderes ve üç bakanı idam edilir. Radyodan darbe bildirisi okuyan kişi Alparslan Türkeş’tir ve son cümlesi manidardır: “NATO’ya ve CENTO’ya inanıyoruz ve bağlıyız. Düşüncemiz yurtta sulh, cihanda sulhtur.”
“.. Amerikalılar doğrudan doğruya bizim memurlarımıza para vermekte ve hatta memurlara, bizzat kendilerine doğrudan doğruya maaşlarını ödemekte oldukları için bizim memurları kendi memurları gibi kullanmaktadır. Dinleme servisindeki memurlarımızda Amerikalıların elinde, bilhassa telefon servisleri, Beyoğlu’ndaki bir nokta, bunların maaşlarını doğrudan doğruya Amerikalılar vermektedir. Bu vaziyeti böylece tespit edince geldim başvekile (Menderes) söyledim..” MİT Başkanı Ahmet Salih Okur
Darbe sonrası kurulan hükümet de kıbleden şaşmamış, her türlü itaatlerine devam edeceklerinin sözünü vermiştir. Lakin bu arada, Amerika ile olan ilişkilerde yavaş yavaş çatlamalar oluşmaya başlar. Bunlardan ilki; meşhur İncirlik Üssü’nden yani çoğu kişinin ABD’nin tek tesisi olarak bildiği yerden havalanan uçaklar, Rusya hava sahasında casusluk faaliyeti yapma meselesidir. İkincisi yine bununla bağlantılı olarak, Küba’ya tehdit olarak Türkiye’ye konuşlanan Jüpiter Füzeleridir. Sovyetler tehdidi ve Amerika’nın sinsi planları arasında bile Türk Siyasi aklı hâlâ müttefik, dostluk ve bağlılık mesajları vermektedir.
“Amerika bizim dostumuz ve müttefikimizdir. Amerika’nın tutumunu anlayışla karşılamak lazımdır. Biz Türk milleti olarak bağlı bulunduğumuz antlaşmalara mutlak surette riayet ettiğimiz gibi… dostlarımızın müşkül zamanlarında yanlarında kalmamız kadar tabii bir şey olamaz.” C. Başkanı Cemal Gürsel
Müttefikle olan ilişkilerdeki çatlaklar yarılmalara doğru evrilmektedir. Amerika ‘Barış Gönüllüleri’ adında başlattığı proje kapsamında Türkiye’ye gönderdiği; sempatik, güler yüzlü, ama tamamen ajan gibi faaliyet gösteren kişiler toplumda rahatsızlığa yol açar. Sokaklarda Amerika aleyhinde sloganlar duyulur.
Bu arada Kıbrıs’ta sular iyice ısınmış, Ada’da Türklere yönelik şiddetler ayyuka çıkmıştır. İnönü Kıbrıs’a kaç kez müdahale etmek istemiş lakin geçmişte sorgulamadan imzalanan anlaşmalar elini kolunu bağlamıştır. Üstüne Amerikan Başkanı Johnson, Türkiye’ye tehdit niteliğinde bir mektup yollar. 17 yıldır devam eden romantizm bu mektup sayesinde sarsılmıştır. Zira Kıbrıs’a çıkartma yapılmasını yasaklamaktadır. Mesajdaki ağır ifadeleri anlayamayan, sindiremeyen siyasi erk, bu vakayı 1,5 yıl kamuoyundan gizlemiştir.
“Denebilir ki, o zamana kadar dünyanın tek memleketi Türkiye idi ki, orada Amerikalılara ‘Go Home’ denmiyordu. Bu Johnson mektubundan sonra Türk kamuoyunda Amerika’ya güven çok sarsılmıştı ve ilk defa olarak Türkiye’de Amerika’ya karşı olumsuz bir kamuoyu meydana gelmeye başlamıştı. Bundan sonraki yıllarda bu daha da kuvvetlenmiştir.” Eski Başbakan Nihat Erim
Türkiye’yi avucunun içinde gören Amerika, iç-dış her türlü meselede söz sahibi olmak ister. Baktı ki olmadı darbe ile bu işi bitirir ve menfaatini gözetleyen siyasileri iktidara taşır. 12 Mart 1971 muhtırası ve Demirel hükümetinin istifası buna örnektir. ABD haşhaş ekimini tamamen bitirmesini istediği ve buna karşı bir direnç gördüğü için bu işi tezgahlamıştır.
“Bundan açık birşey olamaz: 12 Mart’ta CIA vardır. 12 Mart’ta haşhaş vardır.” Dış İşleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil
1974 yılına gelindiğinde Kıbrıs konusu yine gündeme gelir. Ada’da gerçekleşen darbe dengeleri değiştirecektir. Eğer müdahil olunmazsa; Yunanistan tek başına orada söz sahibi olacak, türklerin durumu da sıkıntılı hal alacaktır. Ecevit-Erbakan koalisyonundan oluşan hükümet, Amerika’nın karşı koymasına rağmen Kıbrıs’a hareket başlatır. Tabi ki bunun arkasından da ABD Türkiye’ye silah ambargosunda bulunur.
Burada Amerika’ya karşı bir mukavemet, baş kaldırı ya da ona rağmen bir harekat düzenlenmiş değildir. Türkiye’nin haklı gerekçeleri vardır; kamuoyunun tepkisi, meşruiyyet, güvenlik, psikolojik faktör gibi. Yine de müttefik ABD’nin gönlünü hoş tutarak, ilişkiyi kırıp dökmeden, dostane şekilde halletmeye çalışmıştır.
“Eğer, herhangi bir Türk Hükümeti, bizim Hükümetimiz veya başka bir hükümet böyle şartlar karşısında hakkını aramamayı kabul edecek olursa bundan sizin hiçbir kazancınız olmaz dedim. Çünkü, bu, Türk-Amerikan dostluğuna son derecede büyük zarar verir dedim. Şimdi biz hakkımızı herkes bizim Türkiye’de, ancak zordan anlar hale gelmiş bir rejim, bir defakto, darbe ile kurulmuş rejim karşısında garantör devlet olarak hakkımızı tek başımıza da olsa kullanmamızı bekliyor. Bunu kullanmadığımız vakit dedim, işte Amerikalılar geldi, Türklere baskı yaptı, kullandırtmadılar diyecekler. Bu, Türk-Amerikan ilişkilerini zedeleyecek halkımızın gözünde.” Bülent Ecevit, Amerika Elçisi İle Görüşmesi
Batı/ABD/NATO ile ilişkilerde meydana gelen kırılmalar Kıbrıs meselesi ile zirveye çıkmıştır. Böylelikle Türkiye birşey öğrenmiştir. Ulusal çıkarları uğruna bu güçlerle çatışabilecektir. Ne yazık ki bunu öğrendiğinde çoktan ABD’nin yapısal denetimine girmiştir. Ordusu NATO, askeri ABD’de eğitim görmüş, istihbaratı, ekonomisi, uzmanları, eğitimi, kültürü.. tamamiyle Amerikan perspektifi ile yoğrulmuştur.
Burada yazar, yaşanan ilişki biçiminin adını, ‘gönüllülük ve bağımlılık’ olarak koymaktadır. İlk dönem gönüllü olarak; sorgusuz-sualsiz, hesapsız-kitapsız, duygusallık, adanmışlık.. gibi haller ile hareket edip sonuçlarını hiç hesap etmemiştir. Bağımlılık döneminde ise aklın başına geldiği fakat geç kalındığı dönem olmuştur. Buna rağmen ulusal çıkarlar ön plana alınmaya çalışılmıştır. Lakin adı üstünde ‘bağımlılık’ hali Batı/ABD/NATO ile kopmayan bağları yansıtmaktadır.
Son bölümde bu haleti ruhiyenin köklerini Osmanlı’ya dayandıran Gültekin; Cumhuriyet’le beraber zirve yapan Batılılaşma temayülünün, psikolojik analizini yaparken verdiği misaller gerçekten ibretlik. 1699 Karlofça Antlaşması ile ilk toprak kaybı ve hezimet; güçlülük duygusunun aşağılık duygusu ile yer değişmesi, beraberinde kendini yenen gücü üstün görmeye evrilecektir.
III.Selim’in Nizam-ı Cedid’i, II.Mahmut’un getirdiği kurumsal yenilikler ve Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması, Tanzimat Fermanı Saray’ın idaresiyle gerçekleşir.
‘Niye o zaman Batı ile savaşıldı ki?’ denilecek olursa cevabı ortada; ‘Batılı olmak için Batı ile savaşıldı.’ Kendini Batılı gibi gördüğünü ispat etmek için mücadele edilmiştir.
Tabi bunlar yeni kurulacak Cumhuriyet için yetmeyecektir. Eziklik duygusu ile geçmişine ait ne varsa karanlık ve irtica görüp, Batı’nın aydınlık ve muasır medeniyetine koşacaktır. Toplumun sırtına da ilke ve inkılapların kırbacı vurulacak, cebren itaat istenecektir. Kurtuluş savaşını verdiği, tek dişi kalmış canavar medeniyete dahil olmak adına; dinini, kültürünü, dilini, adını, kıyafetini, geçmişini.. çekinmeden bu uğurda feda edecektir.
“Mesela karşımda kalabalığın içinde (eliyle işaret ederek) başında bir fes, fesin üstünde yeşil bir sarık, sırtında bir mintan, onun üstünde benim sırtımdaki gibi bir ceket, daha alt tarafını göremiyorum. Şimdi bu kıyafet nedir? Medeni insan bu alelacayip kıyafete girip dünyayı kendine güldürür mü?” M. Kemal Atatürk 1925 Kastamonu Konuşması
“Türkçeleştirme hareketleri sırasında bir aralık ‘Kemal’ adını ‘Kamal’ gibi kullanma hareketleri görüldü. Buradaki ‘Kamal galiba ‘Kale’ manasına alınıyordu.” Şevket Süreyya Aydemir, ‘Tek Adam’
…
Açıkçası kitabın adını ilk duyduğumda Türkiye-ABD arası ilişkilerin psikoloji ile ne alakası olabilir demiştim. Ama ilk sayfalardan itibaren yazarın baktığı cihetin ne kadar da ehemmiyetli olduğunu farkettim. Siyaset ve toplumla alakalı tüm katmanların analizini görebiliyorsunuz. Sanki psikolojik seanstasınız da eser sizin siyasi bakış açınızı irdeleyip, sorunları tespit ederek olması gerekeni veriyormuş gibi hissediyorsunuz.
Kitabın sonuna geldiğimde şunu da sordum; alanı Psikolojik Danışma ve Rehberlik olan bir öğretim görevlisi, ortaya böyle salih bir amel koyabiliyorsa, üniversitede başka bölümlerde hoca olanlar, akademisyenler, araştırma görevlileri de alanlarına has eserleri bu amaç için neşretmeliler. İlimle uğraşanlar insanlara, basiret ve feraset yollarını göstermelidirler.
Mücahit Gültekin hoca kitabın sonunu bir ayeti kerime ile bitirmiş. Bu da referansını Kur’an’dan aldığını gösteriyor. Duamız o ki; sırat-ı müstakim üzere yaşasın, ilimle uğraşsın ve o yolda can versin.
Bizde bir ayet ile yazımızı sonlandıralım,
“Onlar, mü’minleri bırakıp kâfirleri dost edinen kimselerdir. Onların yanında izzet ve şeref mi arıyorlar? Hâlbuki bütün izzet ve şeref Allah’a aittir.” Nisa Suresi 139. Ayet
Metin Mavuşgil