Suriye’ye ilk kez, bundan tam 20 yıl önce, 2001’in yazında gitmiştim. Arapça’mı ilerletmek ve Müslüman coğrafyanın çok önemli bir parçasını içinde yaşayarak öğrenmek için çıktığım bu seyahat, aynı zamanda ilk yurtdışı tecrübemdi. Karayoluyla gittiğim için, Suriye’nin bütün önemli şehirlerini de görme imkânı bulmuş, güney komşumuzla aramızdaki tarihî ve kültürel benzerliklerin çokluğuna şaşırıp kalmıştım.
O zamanki Şam, şimdi kelimelerle tarif edemeyeceğim bir huzur ve sekînet atmosferi içindeydi. Gündüz Emevî Camii’nin hemen yanı başındaki bir Osmanlı medresesinde Arapça derslerine devam ederken, akşamlarımızı da ilim halkalarında, birbirinden farklı üsluplara ve bakış açılarına sahip âlimlerin sohbetlerinde değerlendirmeye çalışıyorduk.
Şam’daki tarihî mekânlar, geleneksel mimariyle sırt sırta inşa edilmiş evlerin fısıldaştığı ara sokaklar, ismini kitaplarda okuduğumuz büyük adamların kabir ve türbeleri, sıcak geçen gündüzleri takip eden serin ve keyifli akşamlar… Tüm bu tatlı hatıralar eşliğinde, 2001’in o aylarını, -yaşarken öyle olduğunu fark etmesem de- şimdi hayatımın en mutlu ve huzurlu dönemleri arasında sayıyorum.
Şam’a ikinci gidişim, 2004’ün kasımına denk geldi. İlkinden sonra sürekli yeni bir seyahatin hayalini kursam da, “nasip olmadan dayak bile yenmez” fehvasınca, Suriye’ye yeniden ayak basabilmem için aradan üç senenin geçmesi gerekmişti.
Bu üç senenin ardından kavuştuğum Şam, 2001’dekine hiç benzemiyordu. Irak’ın ABD ve müttefikleri tarafından işgaliyle birlikte, on binlerce Iraklı mülteci olarak yollara dökülmüş ve bunların ekseriyeti soluğu Şam’da almıştı. Mülteci akını şehirdeki havayı hızlı biçimde değiştirirken, kiralar astronomik seviyelere fırlamış, ekonomi alt üst olmuştu. Suriyeli yerliler, “Iraklı mülteciler”den şikâyet ediyor, Şam’daki mevcut düzenin bozulmasından dolayı onları suçluyordu. Gariban Iraklıların ise yapacak fazla bir şeyi yoktu. Ülkelerinin hali ortadaydı.
2006’da Suriye’ye üçüncü kez gittiğimde, “mülteci meselesi” artık kanıksanan bir durum haline gelmişti. Ancak ülkenin yerlileri, hâlâ konuyu şikâyet malzemesi halinde gündemlerinde tutuyor, bütün problemleri mültecilerin sırtına yüklüyordu.
Elbette o zaman, sadece 5 yıl sonra patlayacak bir fırtınayla birlikte, bu defa Suriyelilerin kendilerinin ülke içinde ve dışında mülteci konumuna düşeceğini, gittikleri yerlerde “düzen bozucu” olmakla suçlanacaklarını, binlercesinin “hayatta kalabilmek uğruna” çıktıkları deniz aşırı yolculuklarda menzile varamadan can vereceğini hiç kimse tahmin bile edemezdi. Ama işte, hayat insana neler neler gösteriyor.
Ömrü olan, ne ibretlere şahitlik ediyor…
Türkiye’de şu anda yine gündemi işgal eden “mülteciler” tartışmasında taraflara kulak verirken, ister istemez Suriye’nin mamur olduğu zamanlarda orada gördüklerim ve duyduklarım aklıma geldi. Yaşanan bazı entegrasyon problemlerini veya öngörülemez aksaklıkları iyi niyetle dile getirmekten ziyade, işi açıkça ırkçılığa ve Ortadoğu halklarına düşmanlığa vardıranları ikna edemeyiz, ama tekrarlayalım: İçlerindeki onca insanî, siyasî ve kültürel çeşitliliğe rağmen “Suriyeliler” parantezine alınarak toptan dışlanmaya çalışılan bu insanlar, ülkelerini keyiflerinden terk etmediler. Şam, Halep, Humus, Hama… Buralar öylesine güzel şehirlerdi ki, “Ne oldu da kaçtılar?” sorusunu mantıklı ve tutarlı şekilde cevaplamadan, meseleyi anlamak zor. Dert eğer anlamak ise tabii ki. Keza, “Mültecileri tıpış tıpış geri göndereceğim!” sözünü tutabilmek için de, o insanların onurlarıyla ve şerefleriyle, özgürce yaşayabilecekleri bir atmosferin tesis edilmesi şart. 500 binden fazla insanın kanına elini bulayan Suriye’nin mevcut yönetimi, geri dönecek insanların ciddi bir bölümü için yargılama, hapis ve ölüm vaat ediyor. Üstelik bunu gizlice de yapmıyor, açıktan söylüyor.
Mültecilerin konu edildiği tartışmalarda kullanılan üslup ve seçilen kelimeler, konuşan kişinin insana ve kendisinin dışındakilere bakışını çırılçıplak ortaya koyuyor. Üzülerek söylemeliyim ki, “çok insanî” bir şekilde söyleniyormuş gibi duran bazı cümleler, aslında gaddarlık ve vicdansızlıktan başka bir şey ihtiva etmiyor. Ve maalesef, içimize işlemiş bulunan bazı duygular ve ön yargılar, tedavi kabul etmez birtakım hastalıklara tutulduğumuzu gösteriyor. “Suriyeliler”den bağımsız olarak…
Yeni Şafak / Taha Kılınç