İnsanoğlu, ne zaman ki kendisine bir nimet olarak sunulan bu hayatla ruhunu doyuramaz oldu, işte o zaman kendi hakikatinden de adım adım uzaklaşmaya başladı. Kendi bedeninden daha iyi bir beden, o bedeni örten elbiseden daha çarpıcı bir elbise, kendi yüzünden daha güzel bir yüz, kendi yaşantısından daha şaşaalı bir yaşantı aramaya çıktı. Yüzlerce yıl süren bu hikaye, insanoğlunun kendi gölgesine yetişmek uğruna hakikatten her geçen gün biraz daha uzaklaşmasının acıklı hikayesidir.
İnsandan sıkılarak yeni insana doğru hamle yapan bütün nesiller, varlıklarını eskitecek olan bir yeniliğin peşine takılmış oldular. Bu süreç, yani modernliğe atılan ilk adımdan bugüne yuvarlanan süreç, aynı zamanda insanlığın kendi kendini kemirme sürecidir.
Yeni olanı kutsamak için eski olanı gözden düşürmeniz şarttır. Eski olan size aslî hakikatinizi hatırlatıyor olsa bile. Uzun zamandır bu yanlış istikamete doğru yürüyor olmamıza rağmen, şükretmeliyiz ki, bizi hâlâ can toprağımızla irtibatlı kılan köklerimiz var. Aslında hayatı güzel kılan şeyler zaten yerli yerinde duruyor, yolunu kaybetmiş olan biziz!
Madem her şey yerinde duruyor ve eksik parça biziz; neden geri dönüp tamamlayamıyoruz o halde bu denklemi? Çünkü kelimeleri yan yana getirebiliyor olsak da hâlâ, anlamları eskisi kadar kolay bir araya getiremiyoruz artık biz. Yapabildiğimiz şey çoğu zaman sadece hatırlamaktan ibaret…
Kıyıya vuran dalgalar güzeldir ve eskimez. Yıldızların gökyüzünden bize doğru ışıldamaları da öyle… Üstüne giydirilen deli gömleklerinden kurtarabilsek güzeldir aslında her insan… Unutmakla bitiremediğimiz koca bir servet biriktirmiş insanoğlu, öylece duruyor hepsi derin hafızalarımızda. Bir annenin çocuğunu sımsıkı bastırması göğsüne… Bir gurbetin bin hasreti çoğaltması… Sinan minarelerinde çınlayan ezan… Yahya Kemal dizelerindeki şen akıncılar… Dostoyevski’nin “Beyaz Geceler”indeki aşk… Şekspir’in Hamlet’indeki insanlık halleri… Van Gogh’un güne bakan çiçekleri… Itrî’nin ya da Mozart’ın engin musikisi…
Daha az unutalım, daha sık hatırlayalım hayatın eskimeyen ve üstünden ne kadar hoyratça geçilirse geçilsin izleri tamamen silinemeyen güzelliklerini. Dedim ya, aslında her şey yerli yerinde… İstersek buluyoruz eskimezliğin eskimez tarifini içimizde, içimizin derinliklerinde…
Sorun ne o halde? Neden yürüdüğümüz bu yanlış yolu geriye doğru yürüyerek kendi özümüze, tabiatımıza, insanlığımıza geri dönemiyoruz? Dönemiyoruz; çünkü girdaplara girmek ne kadar kolaysa, çıkmak bir o kadar zordur. Bütün bu iğreti elbiseleri tek tek çıkartıp atmak, yalınkat olmak gerekiyor yeniden. Belli ki yalınkat olunamıyorsa, bulunamıyor tam olarak bizi insanlığımıza geri döndürecek olan o saflık.
Adeta bir firari gibi kaçıp sığındığımız uyuşmalardan elimizi eteğimizi çekip, canımızı yakacak bir zihin ve kalp berraklığına kendimizi teslim edebilir miyiz? Bu derece zıvanasından çıkmış zihinler, yanaşır mı böyle ağır bir bedeli ödemeye? Razı olur mu elindekileri bir çöp poşetinin içine bırakmaya? Vazgeçer mi, her daraldığında kendini içine bıraktığı zamane eczalarından?
Bütünlüğümüzle, aslımızla, esasımızla aramıza giren, adımlarımızın cesaretini kıran devasa soru işte bu!
Yeni Şafak / Gökhan Özcan