1: Müslümanlık, kişisel tarafta ferdi tavır ve tutumlarla; aile, komşuluk, ticaret, siyaset gibi toplumsal tarafta varlıklarla kurulan münasebetlerle bütünleşen ‘özel’ tanımlı bir kimliktir. Kimliğin icbar ettiği ‘özel’ bir haldir.
Başka bir deyişle enfüsi tutum, afaki işler ve münasebetlerin imani unsurlara göre ‘başkaca’ düzenlenmesidir. Özetle ‘ahlak’ olarak tasvir edilen, insani etkinlikler olarak ortaya konan bir bütündür; her hal ve şekildir.
Müslümanlık hali ya da İslam ahlakı dediğimizde,
kişide içsel tarafı düzenleyen iman unsurlarıyla
onun dışa yansıyan toplumsal taraftaki hayatla
bütünleşmiş bir tutarlılıktan bahsetmiş oluruz.
2: İman, bir şuurlanmadır; şuurlanma dışarıdan
aktarılacak bir şey olmayıp her kişinin kendisinin
yapabileceği bir eylemlilik ve kararlılıktır.
‘Kurtulan kendisi için kurtulmuştur’, peygamber
dahil başkaları kurtarcı değildir. Böyle vazifelendirilmiş kimse olmadı.
Şuurlanma, şirk unsurlarından arınma ön şartı ile
başlar, zihni, düşünceyi ve aklı selim kılmayla, nefiste olanları tezkiye etmeyle tamamlanır.
Nefiste olanlar nedir? Haksızlık, kibir, menfaatperestlik, kayırmacılık gibi kötü düşünce ve huylar; heva ve hevese uyarak işlenen ahlaksızlık, günahlar; harama dayalı münasebetlerdir.
Bir düşünceyi ve hali kötü, haram ve günah olarak
tayin eden yalnızca Allah’tır diyenler, Allah’tan
gelenlere itaat edeceğini taahhüt etmişlerdir. O sebeple iç alemini, düşüncesini ve nefsinde olanları değiştirenler taahhüdünü gerçekleştirmiş olurlar. Bu uğurda kararlılık gösterildiğindeyse şuurlanma ve şirkten kurtulup iman etme veİslam olma söz konusu olur. Başka bir deyişle:
Kelime-i tevhid ve kelime-i şahadet dediğimiz şey
bunun dile gelmiş ifadesi, mümin olmayan diğerlerine karşı ‘ben buyum’ tarzı pratikle desteklenmiş tescilli beyandır zaten.
3: Vicdan diye de bir şey var ki o da içseldir ama
fıtridir. Varlık aleminde, varlıklara yaratılışta verilmiş, şuurlanmaya bağlı olmadan var olan tabii haldir. İyiye güzele ve doğruya yatkınlıktır. Fıtrat gibidir; iman ile bütünleşmezse tek başına bir şey ifade etmez.
‘Müslümanlık’, dışardan bakıldığında fıtrat ve vicdan kaynaklı olarak her insanda görülebilir hallere de işaret eder. Erdem, fazilet, dayanışma, yardımseverlik, hılf-ul fudulculuk, insan haklarıcılık, haniflik gibi.
Lakin bunlar ‘salih amel’ sayılmaz çünkü iman
kaynaklı değildir. Bütünsel ve tutarlı olmazlar. Bedevinin İslamı gibidir.
4: Hz. Muhammed’e vahiy getiren ve onu peygamberlikle müjdeleyen Cebrail, ona itimat edip mümin ve müslim olan arkadaşlarına da görünüp ‘haberiniz olsun, arkadaşınız Muhammed peygamberdir’ diye şahitlik etmedi. Onlar da bu şahitlik üzerinden şuurlanıp değişip dönüşmediler.Bu husus, söylemek istediklerimize destek olarak kabul edilirse üzerinde düşüneceğimiz esaslı bir yol çatağını gösterir.
Nasıl oldu da onca insan, genci yaşlısı, kadını erkeği, yoksulu zengini, kölesi efendisi, lideri tebası, yerlisi yabancısı ‘ben peygamberim’ diyen birine inanıp güvendiler. Eski düşünce ve fikirleri ve hallerini değiştirip başka bir insana dönüştüler.
Burada, peygamberlik öncesi aralarında 40 yıl
yaşayan Muhammed’in öne çıkan baskın karekterine yahut elindeki ‘sermayesine’ bakmak bize bir ufuk açar. Neydi o?
Dürüstlük. Her hal ve şartta dürüstlük. Herkesin
kendisinden emin olduğu ve sözüne güvendiği
biri olmaklığı. Bilebildiğimiz tek sermayesi buydu. İnsanlardan Müslüman olanlar da bu sermayeye prim verdiler.
Çünkü O, savaş kazanmış bir komutan; servetiyle dikkat çeken bir zengin; sayısal çokluğundan
korkulan bir kabile şefi; kendisine itaat edilen
Mekke’nin siyasi bir lideri; şöhreti yaygın bir kahraman; ilahi kitaplardan haber veren bir ruhban; gözleri boyayan, akılları ve nefisleri etkisi altına alan bir hatip, bir sihirbaz, bir şair, bir kahin vs. de değildi.
Görünürde dürüstlüğünden gayri bir şeyi yoktu.
İkinci bir husustan daha bahsedilebilir; insanlar
arasından Müslüman olanlar imani unsurları, şirkin ve küfrün ne demek olduğunu vahiyden öğrendiler. Peygambere gelen nakilden bildiler. Peygamberi de bu nakilden hareketle test ettiler zaten.
O nakil iman unsurları ve şuurlanmayla ilgili tek
başına yeterliydi. Fakat Müslümanlık için yeterli
miydi? Kafir ve müşrik olma hali nasıl olunursa
terk edilmiş olacaktı?
5: İnsanlar, anlayışları, kavrayışları, fikirleri, kabiliyetleri, hassasiyetleri ve beklentileri bakımından aynı değildir; farklı farklıdır. Bunun birçok sebepleri de vardır. Bu farklılıklar doğal olarak Müslümanlıklarına da yansıyacaktır.
Şu halde işin doğrusu nasıl olacaktı? Bilgisi tamamdı da uygulaması nasıl olacaktı? Ortalaması nasıl tutturulacaktı?
İman unsurlarıyla toplumsal hayat doğru istikamette nasıl buluşacaktı? İslam ahlakı nasıl tahakkuk edecekti? Müminler neyi esas alacak, neye göre şekillenecekti? Bu hususta ölçü, mikyas, model neydi?
Allah’ın kitabında bizatihi övdüğü muhacir ve ensara baktığımızda soruların cevabını buluruz; onlar Müslümanlığı Muhammed’e bakarak gördüler. Ondan öğrendiler. Müslümanlık nasıl bir şeydir, İslam ahlakıyla ahlaklanmak nasıl bir haldir ona baktılar, onu takip ve taklit ettiler.
6: Peygamberden sonra yaşayanlar olarak bizlerin şanssızlığı aramızda bir Peygamberin olmaması olabilir mi? Elbette değil. Öyle olsaydı İslam onunla başlar ve biterdi.
Bilebilirsek başka bir şansa sahibiz oysa. İnsanlık
tarihinde hayatının her anı ve safhası neredeyse
tüm detaylarıyla bilinen son insan, hem Muhammed hem Hz. Muhammed’dir.
Onu nasıl tanıdığımız ve bildiğimiz elbette önemli
bir bahistir ama yeri burası olmadığı için söylenmeli ki:
‘Ben Müslümanım, ben de Müslümanlardanım’
diyenlerin İslam ahlakıyla ahlaklanması, diğer insanlardan bu sebeple farkını ortaya koyması nasıl icap ediyorsa, bu icabın test edilip onaylanacağı sahici örnek ve modele uygunluğu da gerekmez mi?
Elbette gerekir ve Allah kullarını bu örnek ve modelden mahrum bırakmadı.
Dolayısıyla hal tavır ve münasebetlerde aleni orataya çıkacak Müslümanlık kimseye özel ya da gizli değildir. Bilinmez de olmayıp isteyene ortadadır. Kıyası da mümkündür.
Geçerken demeli ki: ‘O’nun ahlakı Kur’an’dı’ sözünü tekrarlayıp duranlar afaki hallerinde peygambere pek benzemiyorlar ama ‘hüküm Allah’ındır’ sözünü tekrarlayıp durduğu halde peygamberin ahlakına/sünnetine rağmen davranan haricilere pek benziyorlar. Enfusi halleri zaten bizi ilgilendirmiyor.
7: Ahlak, ilkin ferdidir. Ferdin, ferdi tarafta dışa
yansıyan yanıdır; ferdi hali, tutumu ve münasebetleridir. Bu halin, toplumsal alana yansıması ve bu tarafta da belirginleşmesi şarttır. İkisi arasında uyum esastır.
Bunun için gerek şart; toplumsal hayatı düzenleyen ve yöneten yasa/nomos/namus ile ahlakın bütünleşmesidir.
Ahlak ile toplumsal yasa arasında bütünlük kurulmuşsa Allah’ın sözü hükümran, Müslümanların sözü yürürlükte olur. Bu sağlanmışsa şayet adalet ayakta tutulmuş, hak edenin hakkı verilmiş, güçlünün zayıfı ezmesinin önüne geçilmiş olur.
Ahlak ile toplumsal yasa arasında kopukluk veya
çelişki olursa şirkin hükümranlığı, fesadın yayılması, münafıklık mukadder olur. Çağımızda
sıklıkla rastlandığı üzere iki karakterli insan tipi
üretimi yapılır, denizler ve karalar içindekilerle
birlikte bozulur.
Değinmeden geçmemeli; Batı ülke ve toplumlarındaki şuurlanma, mesleki dürüstlük, hukukun üstünlüğü, görece refahın ve huzurun sebebi: Toplum kaynaklı etikleriyle, toplumsal ve siyasal yaşamlarını düzenleyen yasaları arasındaki uyumdur. Orada etik ile yasa arasında bir çelişki yoktur. Doğal olarak herkes aynıdır.
Onlarda toplumsal hayat değiştikçe etik de değişir, etik değiştikçe de yasa etikle uyumlu olarak değişir. Çelişkiye ve tutarsızlığa da düşmezler.
Müslüman toplumlarındaki temel sorun, ferdi ahlak ile toplumsal siyasal yasa arasındaki çelişki ve tutarsızlıktır. Ahlak İslam kaynaklı; yasa ise akıl, bilim ve Batı kaynaklıdır.
İkisi arasındaki uyumsuzluk ve çelişki, siyasal
alanda kutsal ve tek hükümran bir devlet ortaya çıkarırken toplumsal alanda, ahlaksızlığı, cehaleti,
hukuksuzluğu, yoksulluğu, sefaleti, partizanlığı ve
zorbalığı üretiyor ve besliyor.
8: İnsanlık tarihi bizimle başlamadı, bizimle de
nihayete erecek değildir. Modern hurafeye uyup
çağımızı ve kendimizi matah bir şey sanmayalım.
Müslümanlığı yalnızca biz keşfedecek de değiliz.
Had bilelim.
Tarih, toplumsal hafızadır, beşeri birikimdir. Yan-
lışı doğrusuyla birlikte total tecrübedir. Tarih içinde yol alan nesillere bakıldığında tarih, doğru ve eğrinin test edileceği büyük bir imkandır. O sebeple;
Hatırlamalı ki Allah kitabında, ‘salihleri anın’ dediğinde tarih içinde yaşamış, toplumsal şartlarda Müslümanlığı temsil eden salih mümin kadın ve erkeklerin hayatlarından kareler aktarıyor. Böylece bize rol modellerimizi tanıtıyor. Onların ahlakından örnekler gösteriyor.
‘Onlar da siz gibiydiler, benzer hayatları yaşadılar.
Yanılmayın. Şartlara ve mekanlara göre değişmeyin. Şartları ve mekanları siz düzenleyin. Siz de yaşayıp döneceksiniz. Onlar gibi olmaya dikkat edin..’ diyor.
Salihlerin hayatlarından kareler nakledilirken
aynı anda tersinden yaşanmış yanlış hayatlardan
da bahsediliyor. Ki dikkatli olmamızı, onlara benzemememizi ihtar ediyor.
Anılması gereken salih kulların başında elbette
peygamber hayatları öne çıkıyor, yekün tutuyor.
Şu halde esas olarak neye bakılacağı, neyin neyle
kıyaslanacağı hususunda bilgisiz, aciz değiliz.
Dolayısıyla Müslümanlık denen, insan özel halinin
testi, kitabi bilgiler kadar o bilgilerin hayata yansıması olan pratikle, yaşanmış örneklikle, ferdi ve toplumsal alanda tutum ve davranışın uyumuyla birlikte mümkün olacak. Tarih bize bunu gösterir.
Salt kitabi bilgiler, tekrarlanıp durulan teorik ezberler yaşanmış salih hayatlardan ve sahih modellerden soyutlandığında, test edilme imkanından mahrum kalır. Ukalalık meşruiyet sağlar. Günümüzde yaygınlaşan ahlaksız ‘Müslümanlık’ gibi ucubelik ortalığı kaplar.
İman etmek bir iddia ve taahhüt ise, iman kaynaklı Müslümanlık test edildiğinde ancak salihleşecektir. Salihlik ise doğru modele bakılarak doğrulanır. Had bilmek güzeldir.
Hüseyin Alan / İktibas Nisan Sayısı