23 Temmuz 1908 yılında II. Abdülhamid’in Avrupa destekli, İttihat ve Terakki örgütü tarafından devrilmesinden sonra, Osmanlı İmparatorluğu önce Balkanlar ardından, Ortadoğu’da kısa sürede ekonomik, sosyal, siyasal ve askeri bir yıkım yaşanmıştır. Libya’nın işgali, Balkanlar faciası ve I. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Anadolu’da nüfusları az olan Yahudiler arka planda ABD’ye, Rumlar İngiltere’ye, Ermeniler Rusya’ya, Müslüman Kürtler de son çare olarak Osmanlı’ya dayanmıştır. Savaşın sonuna doğru, Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet otoritesinin kaybolmasıyla da Anadolu’da korkunç katliamlar yaşanmıştır.
İlk kanlı isyan: İzmir ve Bursa
Osmanlı Devleti’nde 17. yüzyılda, Müslüman nüfus yüzde 60, gayr-i Müslüm nüfus ise yüzde 40 civarında olup, 35 milyon civarında insan yaşamaktaydı.
Yunanlıların 1821 tarihinde Mora’da başlattıkları isyan, uzun ve kanlı bir isyan olarak dünya siyasi tarihinde yerini almıştı. Bu isyan 500 yıla yakın bir süre birbirinden çok farklı etnik unsuru, kendine has iç dinamikleriyle bir arada barış içerisinde yönetmeyi başarmış Osmanlı için “kendi içerisinden çıkan ilk kanlı isyan” hareketiydi.
İsyancılar, Türkleri katlederken “Hiç Türk kalmayacak ne Mora ne de dünyada.” diye bağırıyorlar, ele geçirdikleri Türk ve Arnavutları minarelerden aşağı atıyorlardı. İngiliz tarihçi W. Allison Philips’e göre Türklerin katliamı savaş zamanlarından rastlanan bir durum olarak kabul edilemezdi. Çetelerce alınıyor ve öldürülüyorlardı. Tek istisna az sayıda kadın ve çocuğun köle olarak tutulmasıydı.
Tarihçi Justin McCarthy’ye göre sadece Mora Yarımadası’nda yer alan Tripoliçe katliamında üç günde öldürülen Türk sayısı 35 binden fazladır. Tarihçi McCarthy ise Yunan Bağımsızlık Savaşı’nı anlattığı Ölüm ve Sürgün isimli eserinde, katliamın boyutlarını şöyle anlatmıştır: Üç gün boyunca Türkler, cinsiyet ve yaş gözetilmeksizin bir vahşiler güruhunun şehvet ve zulmüne terkedildiler. Kadınlar ve çocuklar öldürülmeden önce işkenceden geçirildiler. Öldürülenler çete reisinin geliş yoluna bir halı gibi serilmişti. Kıyım öylesine büyüktü ki, çetenin başındaki Kolokationes “Atımın ayakları yerlerdeki cesetlerden dolayı neredeyse hiç yere değmedi” diyordu. Bu katliam süreci 1922 yılına kadar uzanır ve “Türklerin Küçük Asya’dan atılması” hedefiyle uygulanır.
1918 yılında Osmanlı’nın yenilmesiyle birlikte kısa sürede Yunan ordusu Anadolu’yu işgal eder. İşgal halkta soykırım ve kıtlık derecesine gelir. Fatih Rıfkı Atay’ın anlattığı olay durumun vahametine örnek oluşturmaktadır: “Ahali parasız, yiyeceksiz ve hayvansızdır. İlk geldiğim gün sokaklarda bir adamın dilsiz gibi bana işaret ettiğini gördüm. Meğer açlık ve susuzluktan sesi çıkmıyordu. Bu adam emekli bir miralaydı”. Bursa, İzmir, Aydın ve Kütahya’da Yunanlıların sebep oldukları menkul ve gayrı menkul zararı yaklaşık olarak, 1 milyar (eski rakamla 1 katrilyon) lira civarındaydı. Baştan sona yakılan İzmir, Aydın, Afyon diğer il ve ilçeler hesaba katıldığında, Batı Anadolu’da yaşanan Yunan işgali sonucu, maddi ve manevi açıdan soykırımın tüm unsurları uygulanmıştır.
Doğu Anadolu’daki durum
II. Abdülhamid Osmanlı Devleti’nin aleyhine olan ve bağımsız bir Ermenistan devleti kurulmasına yol açacak olan reformları uygulamadı. Berlin Kongresi’nde belirtilen reformların yapılmaması Ermeni komitelerini harekete geçirdi. Esasen muhtar bir Ermeni devleti kurmak isteyen Ermeni komiteleri konuya Avrupa devletlerinin dikkatini çekmek ve Osmanlı Devleti’ne baskı yapmalarını sağlamak amacıyla 1894 yılından itibaren Zeytun, Sason, Bitlis, Muş, Van ve Erzurum gibi yerlerde ses getirecek eylemler yapmaya başladı.
1894 tarihinde Ermeni komiteleri Ermenilerin yerleşik oldukları yerlerde genel bir isyan çıkarma hazırlıklarına hız verdi. Bu gayretlerin sonunda Hamparsun Boyacıyan (Murat)’ın yönetimindeki Hınçak Komitesi, Sason Talori’de kanlı bir eylem meydana getirdi. Hınçak üyelerinin Behran ve Zadyan aşiretlerine saldırıp sürülerini yağmalayarak başlattığı hareket, kısa zamanda bir Kürt katliamına dönüştü. İsyanları durdurmak amacıyla yetişen düzenli askeri birlikler, 23 Ağustos 1894 tarihinde isyanı çok zor bastırdı.
Zeytun’da 10 Ekim’de iki jandarmayı öldüren Ermeniler, 16 Ekim’de toplu bir şekilde isyan başlattı. Kasabanın telgraf tellerini keserek haberleşmeyi engelleyen yaklaşık 4 bin Ermeni, hükümet konağı ve askeri kışlayı kuşattı. Burada kaymakamla birlikte 50 subay ve 600 askeri esir edip şehit ettiler. Bölgede yer alan konsolosluk, kilise ve kolej bodrumları Ermeniler için birer kışla, silah deposu ve harekât merkezi görevi görmekteydi.
Ağaç bile bırakmadılar
Bitlis’te 25 Ekim cuma günü Müslümanların cuma namazında oldukları sırada Protestan Ermeni okulundan çan çalınmak suretiyle verilen işaretten sonra dükkânlar kapatılıp yollara barikat kuruldu ve cami abluka altına alındı. Kürtler camiden dışarı çıktıklarında pusu kuran Ermenilerin ateşi ile karşılaştı. Asker ve sivil görevlilerin müdahalesi ile olay kısa sürede bastırıldı.
Bu dönemde Ermenilerin en kanlı eylemlerinden birisi Van’da gerçekleşti. 1896 yılının 14 Haziran’ı 15 Haziran’a bağlayan gece, şehre bir buçuk saat mesafede devriye gezen askerlere bir Ermeni çetesi tarafından ateş açıldı. Yaşanan çatışmada ik asker ağır şekilde yaralandı. Aynı gece bağlık kesimdeki Ermeni evlerinden açılan ateş, şehir içindeki Ermeni evlerine de sirayet etti. Bazı eşkıyaların Müslüman evlerine saldırması üzerine olaylar büyüdü. Bölgeye sevk edilen taburlar ve devriye müfrezeleri ile alınan tedbirler sonunda şehir içindeki olaylar kontrol altına alındı. Ancak şehir dışındaki Ermeniler isyana devam etti. Diğer katliamlardan bazıları Akdamar ve Alaca katliamları…
Doğu Anadolu’da başta Kürtler ve Türkler olmak üzere yüzlerce yıldır Ermeni, Süryani ve diğer halklar, 20. yüzyılın başlarına kadar kardeşçe yaşamaktaydı. Bölgenin demografik yapısı ortalama şu şekildedir: 1912 yılına ait Ermeni Nüfusu: Erzurum: 99.018, Bitlis: 108.358, Dersim: 13.050, Mamüretülaziz: 91.290, Diyarbakır: 45.291, Sivas: 111.856, Toplam: 467.863.
Bu arşiv kayıtları tarafsız ve doğru bir sayımın sonunda vali raporları ile ortay çıkmıştı ve herhangi bir endişeyi de taşımıyordu. Osmanlı Devleti’nde en yoğun Ermeni yerleşimi Doğu Anadolu Bölgesinde idi ve bu rakamlardan da anlaşıldığı gibi Ermeniler bu bölgede ortalama olarak nüfusun yüzde 20’sini teşkil ediyordu.
Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’na dâhil olduğunda açtığı ilk cephelerden birisi Doğu Cephesi idi. Bu cephede Rus birlikleri içerisinde 150 bin Ermeni gönüllüsü vardı ve bunların çoğu Avrupa sınırından transfer edilmişti. Çetelerin görevleri, Rus düzenli birliklerine destek olmak ve bu bölgede onlara öncülük etmekti. Gönüllü birliklerinin başında 1890 yılından itibaren Anadolu’da birçok isyan olayına karışmış Ermeni çete reisleri vardı. Çeteler bölgenin temizlenmesi için Rusların desteğiyle vahşette sınır tanımıyorlardı. Doğu Beyazid’te yaptığı katliamları bir Ermeni çetesi olan Vahram şöyle anlatıyor: “Basargeçer’de yaşlarına bakmadan Türkleri öldürdüm. Bunları durumlarına bakmadan yok etmek gerekir”.
1916 yılında Kafkaslardan Balkanlara kadar sivil halka korku salan Antranik ve çetesi Van ve Bitlis çevresinde yakmadık köy bırakmadılar, on binlerce Kürt’ü katlettiler. Antranik’in emrinde çalışan Arşak adlı Ermeni çete reisi de birliğiyle Erzurum ve Erzincan’da yapılanları Bayburt ve İspir kazalarında yaptı. Bu çete gruplarına Avrupa ve Amerika’daki Ermenilerden devamlı yardım geliyordu. Antranik ve çetesi Erzurum’dan kaçarken, yanan, harap olmuş bir şehir, 9 bin 500 kadın, çocuk, ihtiyar ölü bırakarak kaçmışlardı. Şehirde bir tek ağaç bile bırakılmamıştı.
Tarihçi Ahmet Refik, Alman savaş muhabiri Paul Weitz, Avusturyalı gazeteci Dr. Stefan Steiner, Yüzbaşı Fahri Bey ve Almanya’nın eski Erzurum Konsolosu Edgar Anders’ten oluşuyordu. Bu heyet, 17 Nisan-20 Mayıs 1918 tarihleri arasında doğu vilayetlerini dolaştı. Heyette bulunan Ahmet Refik Bey bu seyahatle ilgili anılarında Doğu Anadolu’nun işgal sonrası durumunu İstanbul’a gönderdiği raporlarla şöyle belirtmiştir: “Erzurum’dan Karargâh-ı Umumi İkinci Şube Müdürü Seyfi Beyefendi’ye, Erzurum Ermeni mezaliminden harap bir haldedir. Ermeniler, Erzurum’dan çekilmezden evvel, 300 kadar İslâm’ı bir konağa doldurmuşlar, üzerine benzin dökülerek yakmışlardır.” 1914-1919 yılları arasında Doğu Anadolu’da Ermeniler tarafından Van, Bitlis, Muş, Trabzon, Erzurum, Sarıkamış ve Kars çevresinde toplam 363.141 kişinin öldürüldüğü Batılı konsolosluklar tarafından tespit edilmişti.
Osmanlının son Doğu Orduları Komutanı Kazım Karabekir Paşa, Erzincan, Erzurum, Sarıkamış, Kars ve ötesini düşmandan kurtardı. Paşa’ya göre durum şöyleydi: “Şehirlerde üçte bir ahali kalmamıştı. Erzincan yakılmıştı. Özellikle Erzurum’da 50 bin, Van’da 45 bin, Kars’ta 17 bin, Iğdır’da 15 bin, Erzincan’da 13 bin, Diyarbakır’da 12 bin, Muş’ta 10 bin olmak üzere birçok yerde sivil ahali Ermeni çeteleri tarafından katledilmiş. Halk Ruslara yalvarıyordu. Ne olur bizi siz öldürün Ermenilere teslim etmeyin.”
Ermeni meselesi
Ermeniler, Fatih Döneminden itibaren Osmanlı Devleti için güvenilmez Yunanlılara karşı özellikle mimaride yetenekli millet-i sadıka olarak görülmüşlerdir. İlber Ortaylı’ya göre Haç-Hilal farkı dışında Ermenilerle bir farklılığımız yoktur. Ermenilerle sadece dini bakımdan ayrıldığımız görülüyor ki onların dillerini kullanmalarına da engel değildir.
93 Harbi’nden sonra Doğu’da zayıflayan Osmanlı Devleti’nde, Rusların desteğiyle Yunan ve Bulgarların bağımsızlığa gitmeleri üzerine aynı yola Ermeniler de girmiş ve azınlıkta oldukları topraklarda yaşayan diğer halkları temizlemekle memur edilmişlerdir. Sarıkamış Hareketinin başarısızlığı üzere tek kurşun atmadan zafer kazanan Ruslardan önce Ermeni Çeteleri Van’ı işgal ederler.
Bugün Türk Ermeni ilişkilerinde en büyük sorun, sık sık Batı âleminde bazen Amerika Birleşik Devletleri’nde bazen de Fransa’da gündeme gelen Ermeni tehciri ve Ermeni soykırımı iddialarıdır. Öyle ki Türkler için bazen Birinci Dünya Savaşı içerisinde 1915’te Ermenileri bulundukları İstanbul, Doğu ve Güney Doğu Anadolu; hatta Orta Anadolu şehirlerinden sürmüşler, mallarına el koymuşlar, sürgün sırasında da 1,5 milyon Ermeni’yi katletmişlerdir denilmektedir. Bazen de bu rakam iki kat fazlalaştırılarak üç milyona kadar çıkartılmıştır.
Hâlbuki olaylar hiç de anlatıldığı gibi cereyan etmemiş; aksine Ermenilerin devlet kurma hayalleri doğrultusunda gerçekleştirdikleri faaliyetler neticesinde sevke tabi tutulmaları zorunlu hal almıştır. Bu zorunluluğun nedenleri Dâhiliye Nazırı Talat Paşa’nın Nisan 1915’de Sadarete sunduğu arzda şöyle dile getirilmiştir:
1-Savaş alanlarına yakın yerlerde bulunan Ermenilerin bir bölümü, harp halinde olan Osmanlı ordusunun hareketini güçleştirmektedir.
2-Ermeniler takındıkları tavır neticesinde erzak ve askerî malzemenin sevkıyatını zorlaştırmaktadır.
3-Düşman ile Ermeniler arasında emel ve işbirliği mevcuttur.
4-Hatta Ermeniler düşman saflarına katılmaktadır.
5-Memleketimizin çeşitli yerlerinde askerî birliklere ve masum Müslüman ahaliye silahla saldırmaktadırlar.
6- Osmanlı şehir ve kasabalarına katliam ve yağmacılık amacıyla tecavüzde bulunmaktadırlar.
7-Düşman deniz kuvvetine erzak temin etmekte, ayrıca önem arz eden mevkilerimizi düşmana göstermeye cesaret etmektedirler. Büyük devletlerden bağımsızlık vaadi alan Ermeniler, Anadolu’da büyük bir silahlanma hareketine girişti. Bu silahlanma hareketine girişirken parolaları şöyledir: “[…] Artık Türkiye Ermenileri adını taşıyan o kanlı tarihe son vermek zamanı gelmiştir.”
6 Eylül 1914 tarihinde elde edilen istihbarat çalışmaları Ermeni örgütlerinin topyekûn bir isyan hazırlığı içinde olduklarının anlaşılmasına vesile olunca, Osmanlı Hükümeti Ermeni Patrikhanesine, komite ve Ermeni milletvekillerine bu hareketlerinden vazgeçmedikleri takdirde, şiddetli tedbirlere başvuracaklarını ihtar etti ise de bu ihtarlara aldıran pek olmadı. Bunun üzerine Dâhiliye Nezareti, 14 vilayet ile 10 mutasarrıflığa 24 Nisan 1915 tarihinde meşhur genelgesini yayımladı. Genelgede, Ermeni komitelerinin kapatılması, belgelerine el konulması, zararlı faaliyette bulunanların tutuklanması, talimatı verilmişti. 31 Mayıs 1915’de yürürlüğe giren Tehcir Kanunun orijinal ismi şöyledir. “Vakt-i Seferde İcraat-i Hükümete Karşı Gelenler İçin Cihet-i Askeriyece İttihaz Olunacak Tedabir Hakkında Kanun-i Muvakkat”dır. Seferberlik yani savaş süresince hükümetin uygulamalarına karşı gelenler için, askeri makamlarca (savaş hali olduğundan) uygulanacak/ tedbirler hakkında geçici kanundur. Üç maddeden oluşan kanun aşağıdaki şekildedir (Takvim-i Vekayi, 18 Receb 1333/ 19 Mayıs 1331; Uras, 1987, 613):
Genel anlamda Ermeniler, başta Musul’un güneyi olmak üzere, Urfa, Halep, Şam, Lübnan, Suruç, Rakka, Harran, Deyr-i Zor (Ceylanpınar) ve Müslime gibi yerlere sevk edilmişlerdir. Bu şehirler, bazılarının iddia ettiği gibi çöl vs. değil.
Öte yandan bu illere Trakya ve İzmir de eklenince yaklaşık 300 bin Ermeni vatandaşın zorunlu göç uygulaması kapsamına girmediği görülecektir. Alman Konsolos Rössler’in raporuna göre, göçe tabi tutulmayan Ermenilerin toplamı 500 bin olarak gösterilmiştir. Batıda olup da göçe maruz kalanlar ise düşmanla işbirliği içerisine girdiklerinden, bir tehdit unsuru oluşturmaya başlayınca ihanet içinde olmayan Ermenilerden ayıklanarak sürgüne tabi tutulmuşlardır. Üstelik batıdaki zorunlu göç, Temmuz 1915’den sonra başlamıştır.
Osmanlı Devleti’nin bünyesindeki bütün gayr-i Müslim topluluklara olduğu gibi Ermeni toplumuna karşı da geniş bir müsamaha ve hoşgörü içinde olduğu görülecektir. Bütün bu toplumlar din, ırk, dil farkı gözetmeksizin Osmanlı Devleti’nin bir parçası olarak görülmüşlerdir. Bölgede görünürde Ermeniler kalmadığına göre ya sürgün ya ölmüş ya da din değiştirip halkın içinde erimişlerdir. Kanaatimize göre hepsi değişik oranlarda olmuştur. Bu olaylardan tüm Anadolu en az Ermeniler kadar olumsuz etkilenmişlerdir.
Açık Görüş / Hüseyin Şeyhanlıoğlu