Doğu Batı ile Yaşamayı Nasıl Öğrendi?
Kitabın üst başlığı; “Yenilgiden Sonra”, alt başlığı ise; “ Doğu Batı ile Yaşamayı Nasıl öğrendi”. Yazarı Ayşe ZARAKOL. Kitap Koç Üniversitesi Yayınları arasında okuyucusu ile buluştu. Basım tarihi Ağustos 2012. Kitabın orijinali Cambridge Üniversitesi tarafından 2011 yılında basıldı. İngilizce’den Barış Cezar tarafından Türkçe’ye kazandırılmış olup 350 sayfadır. Kitap aslında Wisconsin-Madison Üniversitesinde tamamlanmış bir tez, bir proje.
“Bu kitap, Batılı olmayan faillerin uluslararası sisteme dahil edilme tarzının yol açtığı tedirginlikler ve bu tedirginliklerin dünya siyasetinin temel dinamiklerini nasıl biçimlendirdiği hakkındadır.” şeklindeki teşekkür yazısının giriş cümlesi ile kitap/proje çok çarpıcı bir şekilde özetlenmiş bulunmaktadır. Yazar, projesi ile ilgili okumalarını yaparken süreç içerisinde, salt Türkiye’ye özgü olduğunu düşündüğü bazı hususiyetlerin, sorunların, kısırdöngülerin, sınırlı bakış açılarının başka ülkelerde de olduğunu gözlemliyor. Bu noktadan sonra Türkiye, Japonya, Rusya karşılaştırması yapma kararına varıyor. Fiziksel coğrafi konumları, dilleri, kültürleri, dinleri, enerji kaynakları farklı bu üç ülkenin aynı saplantılarla niye boğuşup durduğu sorusuna cevap ararken bu üç ülkenin de batı tarafından mağlup edilmiş imparatorlukların devamı olduğu gerçeğinden hareketle bu mağlubiyete verilen tepkileri karşılaştırıyor.
Yazar okumaları sürecinde sosyolog Erving Gofman’ın “leke” teorisi ile Norbert Elias’ın “yerleşikler-dışarıdakiler” ayrımının, cevabını aradığı soruya ışık tutacak düşünceler olduğundan hareket ederek çalışmasını yürütüyor. Buna göre her toplumun yazısız kuralları vardır ve üyelerinden bu kurallara göre beklentileri vardır. Bu beklentilere uyanlara “normal”, uymayanlara ise farklı oldukları nitelemesi yanında “lekeli” de denir. “Lekeli”ler normaller tarafından hor görülür, şüpheli bulunur, kötü/eksik muameleye tabi tutulur. Ancak lekeliler de lekeli olduklarının farkındadır ve kendileri de bu durumdan utanç duymaktadırlar. Zira onlar da toplumun bir parçasıdır ve dahi eksik görülmelerini normal kabul etmektedirler. Ancak burada sorun, normalliğin standardını, ölçütünü kimin belirleyeceği hususudur.
Kitap baştan sona şu gerçekliğin izini sürmektedir. Modern uluslararası sistemin temeli Vestfalya Antlaşması ile atılmıştır. Bu antlaşmayı imzalayanlar kurucudur, mahallenin eski sakinidir, Avrupa demek esasen bu ülkeler demektir. Sistem küreselleştikçe sisteme sonradan dahil olan ülkeler ise mahalleye sonradan dahil olan bireyler (ülkeler) olarak değerlendirilmektedir. Bu yaklaşım neticesidir ki özellikle on dokuzuncu yüzyılda Avrupalı olmayan pek çok devlet sadece Avrupalı olmadığı için lekeli görüldü. Ancak bu muameleye maruz kalan ülke elitleri de bu lekeleri içselleştirdi. Bu tesbit bana çok tanıdık geliyor. Zira Osmanlı eliti de bu tutum ile maluldür. Yetmedi, onların ardılları da aynı patolojik tutumu sürdürmektedir, sanırım tedavi edecek ilacı da henüz keşfedilemedi.
Yazar tam da bu noktada “Modern Türkler sürekli itibarını kaybetme korkusuyla yaşarlar; Doğulu, geri, Asyalı, Müslüman, gayrı medeni, barbar, vb. gibi ”lekelerinin” kalıcı olması konusunda endişelenirler.” tesbiti ile durumun vahametini ortaya koymaktadır. Dolayısıyla lekeli yaşamak hep bir tetikte olma halini getirmektedir. Batıya ait olmamak, Batı’nın gerisinde olmak, yeterince modern olmamak, yeterince kalkınmamış ya da sanayileşmemiş ya da medeni ya da Hristiyan ya da demokratik olmamak belli başlı leke işlevi gören hususlardır. Bu hususların kabulü ile lekelilik kaçınılmaz olarak içselleştirilmektedir. Lekeli birey/toplum/ülke için bu aşamadan sonrası hep ikilemde kalmak, ikinci sınıf muameleye razı olmak anlamına da gelmektedir. Bu bağlamda Osmanlı’nın, Türkler’in modern standartları ve lekelenmişliklerini içselleştirdikleri bir yüzyılın sonlarına doğru çöküşünün getirdiği duygusal travma, Türkiye’yi en azından günümüze kadar, uluslararası konum, tanınma ve kabul saplantısı içinde bir devlet yapmıştır. Modern Türk kimliği de Türkiye’yi eski şanına kavuşmaktan alıkoyan tek şeyin batılı olmayan bir ülke olduğu saplantısı çevresinde inşa edilmiştir. Bu noktada Cumhuriyet ile birlikte yeniden yaratılan milliyetçi anlatıda modernleşme ve batılılaşmadaki başarısızlığının Osmanlı çöküşünün ana nedeni olarak gösterilmekte olduğu tesbiti yapılmaktadır. Dolayısıyla bir imparatorluğu kaybetmenin acısı yeterince batılı/modern olmama kaynaklı aşağılık hissiyle kaynaşmaktadır.
Kitaba konu her üç devletin benzer hikayeleri ele alınmakta ve karşılaştırmalar yapılmakta, “leke” ve “yerleşik/dışarıdaki” teorileri ile ilgisi kurulmaktadır. Bir örnek olarak da, bu üç imparatorluk seçkinlerinin kendilerini ve ülkelerini Avrupalılar gözüyle görmeye başladıkları gerçeği vurgulanmaktadır. Osmanlı’nın l. Dünya Savaşı’nda, Japonya’nın ll. Dünya Savaşı’nda ve Sovyetler Birliği’nin Soğuk Savaş sonrası yenilmelerinin yalnızca yönetici uluslara imparatorluklarına mal olmadığı, aynı zamanda kaçınılmaya çalışılan lekelerini de pekiştirdiği tesbiti yapılmaktadır. Çalışmaya konu üç devlet de yenilginin hemen sonrasında kendilerini lekeli kılan uluslararası normları anladıklarını ve kabul ettiklerini gösterme yolunda politika tercih ettiler. Medeni olmamakla suçlanan Türkiye tüm çabasını “doğululuğun” izlerini yok etmeye harcadı, militarizmle suçlanan Japonya pasifizmi benimseyerek ekonomik kalkınmada karar kıldı, gizemli Rusya ise şeffaflık ve tavsiyelere açıklık yolunu tercih etti. Türkiye seküler bir Avrupa tipi modernleşme ve ulus inşası, Japonya ise Amerikan ölçütleri çerçevesinde bir ekonomik gelişme yolunu tercih ettiler. Ancak Türkiye ve Japonya’nın yenilgi sonrası stratejilerinin uluslararası sistemde eskisi kadar geçerli olmadığının farkına varıyor olmaları da ironik bir şekilde vurgulanmaktadır.
Türkiye’nin, yenilgi sonrası, dış güçlerin işgali altında olmadığı bir dönemde batıcıl stratejiye geçiş yaptığı, ancak bu geçiş esnasında uygulanan reform paketinin batılı normlara bağlılıktaki boyutunun, katıksız bir sömürgecinin dahi cesaret edemeyeceği nitelikte olduğu büyük bir açıklıkla vurgulanmaktadır. Bu durumun, yenilgi öncesi kurumsal yapının ve meşrulaştırıcı dünya görüşünün ciddi bir yenilgisi olarak algılanan bir olaydan sonra gerçekleştiği, Türkiye’nin bu geçişi yaptığında Osmanlı’nın kesin şekilde yenilmiş olduğu ve yerini Kemalist Cumhuriyetin aldığı, Osmanlı’nın eski dünyaya ait, çok kültürlü, müdahaleci olmayan, tarımsal, seküler olmayan, tarih dışı bir dünya görüşü taşıdığı, yerine kurulan rejimin ise modernlik saplantısı olan katı seküler, etnik merkezci, üniter, müdahaleci, bürokratik ve her şeyden çok sanayileşme vurgusu yapan bir rejim olduğu örnekleriyle ele alınmaktadır. Vestfalya düzeninin ve bu düzenin ortaya çıkardığı Avrupa’nın bir parçası olmayan ancak daha sonra bu düzene katılmanın gereğine inanan Osmanlı’nın 17. 18. 19. Yüzyıllardaki serüveni, reform maceraları, ittihat terakki süreci, birinci dünya savaşı ve sonrasının konuyla ilgili yönleri çarpıcı biçimde ele alınmakta, Japonya ve Rusya’nın hikayeleri de aynı şekilde karşılaştırmalı olarak ele alınıp incelenmektedir. Bu bölümde Mustafa Kemal’in Jön Türk hareketinin doğrudan bir ürünü olduğu, Kemalizmin de İTP ideolojisinin kesintisiz bir devamı olduğu vurgulanmaktadır. Her üç hikayede de bir tür “oto-oryantalizm” sergilendiği belirtilmektedir. Fransız Devrimi ve sanayi devriminin sürece etkisi, emperyalizmin katkısı detaylı olarak ele alınmaktadır. Avrupa devletlerinin birbirlerine gösterdikleri medenilik ile dünyanın başka yerlerindeki halklara karşı zerre kadar saygı duymamalarının aynı modern, aydınlanmış dünya görüşünün sonucu oluşu çok ironik bir biçimde dile getirilmektedir. Batı’nın Batı olmayan dünya üzerindeki tahakküm süreci, tek bir Batı, tek bir batı öz kimliği yaratılması, batı kimliğinin üstünlüğünün kabul ettirilmesi, bunların bir medeniyet standardı olarak gösterilmesi, buna karşın dışarıdakilerin kendilerini lekeli olarak görmesi ve kabul etmesinin aşamaları detaylı olarak ortaya konulmuştur. Bu durum, “Rusya, Osmanlı ve Japonya’daki seçkinler yirminci yüzyıla aynı içselleştirilmiş dersle girdiler: Ülkeleri her açıdan Batı’nın “gerisindeydi” ve bu statükoyu değiştirmek için kökten bir şeyler yapılması gerekiyordu… her rejim Batı’yı yakalamak adına, milyonlarca yaşamın kurban edilmesi de dahil gerekli olan ne olursa olsun yapma konusunda neredeyse fanatik ısrar sergiliyordu.” cümleleriyle çok çarpıcı olarak dile getirilmiştir. Bu şekilde genel çerçeve çizildikten sonra her üç örnek ayrı ayrı değerlendirilmiştir.
Osmanlı sonrası Türkiye’nin seyri çok çarpıcı biçimde ele alınmıştır. 1920’li yıllarda dünya sahnesine çıkıştaki kararsızlıklar, öncelikle Bolşeviklere yakın görünme, devamında başka ittifaklara gitme ve Sovyetler ile gel gitler yaşanması, sonucunda Britanya ile müttefik oluş ve Moskova’dan uzaklaşma çabalarına kısaca değinilmiştir. İki savaş arası dönemdeki davranışların yerleşik-dışarıdaki dinamiği ile doğrudan ilgili olduğu, bu dönemdeki esas saikin ülke bir imparatorlukken giremediği “medeni uluslar” topluluğuna katılma ve gerilik, barbarlık ve doğululuk lekelerinden kurtulma yönündeki baskın arzudan kaynaklandığı belirtilmektedir. Bu bağlamda Lozan’daki pazarlıklar, halifeliğin kaldırılması, tepeden inme reformlar süreci ele alınmıştır. Yazar bir noktada, “çağdaş Türkiye hala iki savaş arası dönemin dünya görüşünün izlerini taşır. Bunun nedeni Batılılaşma/modernleşmenin kuşkucu ve muhaliflere uluslararası sistemde var olmanın ve güçlenmenin tek yolu olarak sunulmasıdır.” diyerek çok yerinde bir tesbit yapmak suretiyle aslında günümüzde de çok keskin olarak yaşanmakta olan toplumsal zıtlıkların arka planını vermektedir. Tam bu noktada ülkenin günümüzdeki problemlerinin izini Osmanlı’nın çöküşü sonrası seçilen stratejiye dek sürebileceğimiz vurgulandıktan sonra tercih edilen 1920’lerin laiklik anlayışı, medeniyet algısı ve 1932’de Belçika’da yapılan güzellik yarışmasında Keriman Halis’in ilk Türk Kainat Güzeli seçilmesi ve bunun yansımaları ele alınmaktadır.
Sırasıyla Japonya ve Rusya değerlendirilmiştir. Japonya pek çok açıdan Türkiye ile benzerlik taşımaktadır. Rusya örneği ise biraz farklılık arz etmektedir. Zira bu ülke topraklarının bir bölümü Avrupa’da bulunmaktadır. Öte yandan Ortodoks olması da birlikte ele alındığı zaman diğer iki ülkeden daha az lekelilik durumu söz konusu olmaktadır. Ayrıca Sovyet sonrası Rusya’nın performansı lekelilik durumunu çok da ciddiye almadığını ortaya koymaktadır.
Kitabın son bölümünde genel bir değerlendirme yapılmakta ve ne yapılırsa yapılsın lekenin silinmeyeceği, içeridekilerin bizi hep dışarıdakiler olarak görmeye devam edeceği, oyun sırasında ve habersizce kural değiştirileceği çok çarpıcı olarak belirtilmektedir. Ötekilerin bir gün varlıklarının kabul edileceği umudunun boşuna olduğu gerçeği dile getirilmektedir. Sonuçta, dışardakilerin sabit merkeze sahip düzenli bir dünyanın kendisinin bir aldatmaca olduğunu kabul etmeleri halinde belki kendilerini özgürleştirmeyi başarabilecekleri düşüncesini paylaşıyor. Bu yargı öncesinde AKP iktidarı sürecini ve dış politikada yapılanları değerlendiriyor. Kitap girişte Orhan Pamuk’tan bir alıntıyla başlıyor ve yine Orhan Pamuk’tan yukarıdaki yargıyı paylaşan bir alıntı ile sona eriyor.
Hazırlayan: Salih KAŞLI