Yeni bir gün başlıyor!” dedi perdeleri açan. “Sonunu biliyorum!” dedi perdeleri hep kapalı olan.
Kurgunun krallığı, hayatın geniş coğrafyasında bütün kaleleri tek tek ele geçiriyor. Hayatın ritmini değiştiriyor, olan biteni aslî yapısından, kendi özgül ağırlığı ve derunî anlamından kopararak daha kolay, daha hızlı, daha rahat tüketilebilir ve dolayısıyla daha gerçeksiz kılıyor. Bu, insanın hayatın önüne geçme çabasından başka bir şey değil… Hayatın getirdiklerini yaşamak yerine, kendine yaşayacak bir hayat kurgulama arzusu, ihtirası içindeyiz az çok hepimiz. Bir çocuğun elindeki oyun hamurunu yoğurup biçimlendirebildiği gibi biçimlendirebileceğimiz günlerimiz olsun istiyoruz. Öngörülmüş, planlanmış, sürprizlere kapalı… Bu sadece hayatın gündelik faaliyetleri için böyle değil; zihnimizin ve kalbimizin de çizdiğimiz güzergâh dışına çıkmasını istemiyoruz. Hangi sosyal çevrede bulunacağımızı, kimi seveceğimizi, kimlerle aramıza mesafeler koyacağımızı, neyi ne zaman ne şekilde hatırlayacağımızı, günleri neye göre sıraya koyacağımızı hep kendimiz belirlemek istiyoruz. Sanıyoruz ki böyle yaparsak, hayatın tadını kaçıracak kötü sürprizlerden yakamızı kurtarır, daha mutlu yaşarız. Oysa insanı zenginleştiren şey hayatın ona getirdikleridir. Kendini tamamen hayata kapatarak yaşamak diye bir şey mümkün olsaydı, kupkuru bir döngünün içinde, adeta bir girdaba kapılmış gibi dönüp dururdu insan. Yaşamak ve hayatın karşımıza çıkardığı iyi-kötü sürprizleri tecrübe etmek cesaretini gösterebildiğimiz için aslında hayatlarımız yaşamaya değer… Yeni insan, her şeyi kurgulama ihtirası ve vehmiyle aslında hayatı kısıtlıyor ve daraltıyor. Ne yaparsak yapalım tatmin olamıyor oluşumuz, kendimizi varacağı yer belli kurgulara tutsak kılışımızdan. Yaşama korkumuz, bizi hayatsız bırakıyor.
“Trajiğin ne olduğunu artık bilmediğimiz bu ortamda roman nasıl mümkün olabilir ki? Ulvi olan yok olmuşsa, tüm öngörülebilirliği ve daha da kötüsü, yıkıcı tesadüflerinin cılız gizemiyle hayatımızda sadece gündelik olan kalmışsa, romanın düşüncesi bile nasıl mümkün olabilir ki?” diye soruyor Georgi Gospodinov, ‘Doğal Roman’ adını verdiği kitabında.
Edebiyatın yeni zamanlardaki hikâyesi, insanın yeni zamanlardaki açmazını aşikâr ediyor. Tasvirlerden sıkılan, aramayı bırakan gözler… Derinliğine idrakin yerine hızı önemseyen, ritmik, akışkan, hafif, sıçramalı bir kurgusal zihin… Mesele edinmeyi bırakan eğlenmeyi, haz almayı, hiç olmadığı süreçlerde kendi gerçekliğinden kaçmayı zevk edinen tüketici, güdülerin peşinden giden taklit kişilikler… Sadece edebiyat değil, mesela sinema, mesela müzik, mesela görsel sanatlarda da durum böyle… Hayatın gerçekliğini neredeyse tümüyle terketmeye ve kendini kaygısız kurgunun sürükleyiciliğine bırakmaya meyyaliz artık hepimiz. İnsan hayata dair bütün ağırlıklarını bırakarak yeni insana taşıyor. Gerçekten gerçek olmayana, gerçekte olmayana…
‘Kötülüğün Şeffaflığı’ kitabında şöyle diyor Fransız düşünür Jean Baudrillard: “…insanlar özgün ve dâhi makineler düşlüyorsa, kendi özgünlüklerinden umut kestikleri ya da bundan vazgeçip üçüncü şahıs olan makineler aracılığıyla bu özgünlükten yararlanmayı yeğledikleri içindir. Çünkü bu makinelerin sunduğu şey düşüncenin gösterisidir; insanlar da makineleri kullanarak, kendilerini düşüncenin kendisinden çok düşüncenin gösterisine verirler.”
“Başlarını kaldırıp yıldızlara bakmayanlar için” dedi beyaz saçlı adam, “Mehtap kartondan bir dekordur!”
Yeni Şafak / Gökhan Özcan