Kur’an kıssaları biz Müslümanlar için, gerçekten hayati değer taşıyor. Kıssalar üzerinden verilmek istenen mesaj, Müslümanlar tarafından doğru anlaşılırsa, Kur’an doğru anlaşılmış olacak. Çünkü Kur’an’ın büyük kısmı kıssalardan oluşuyor. Kıssalarda verilmek istenen mesajlar Allah’ın muradına uygun düşerse, sosyal yaşantımız da doğru istikamette olacaktır. Yani doğrudan doğru çıkar. Aksi halde iki yanlış bir doğru etmez. Bu küçük çaplı çalışmamız Kur’an kıssalarının doğru anlaşılması noktasında mütevazı bir çabadır. En doğru budur diye bir iddiamız söz konusu olamaz. Kıssalar üzerinden söylenen sözler, yapılan yorumlar ne ilk ne de son olacak. Mutlak doğru alemlerin Rabbi olan Allah’a aittir. Şunu da belirtmekte fayda var, bu yazımızda mümkün olduğu kadar Kuran ayetleri bağlayıcı olacak. Zira anlatılan kıssayı en iyi bilen yüce Rabbimizdir. Gayret bizden başarı Allah’tandır.
Başlıktan da anlaşılacağı üzere konumuz İmran ailesi. İmran ailesi Al-i İmran suresinin 33-34. ayetlerinde şu şekilde geçiyor: “Allah birbirinden gelme bir nesil olarak Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesi ile İmran ailesini seçip âlemlere üstün kıldı. Allah işiten ve bilendir.”
Ayette İnsanlığın ilk atası Âdem (as) Nuh (as) ile İbrahim (as) de anılarak söz İmran ailesine getiriliyor. Bu ailelerin âlemlere üstün kılınması karşısında insanın söyleyeceği, kuracağı hangi kelime veya cümle olabilir ki. Derler ya sözün bittiği yer. Bir dönem değil, beş dönem değil, dünya durdukça duracak olan bir değer. Bu üstünlük tabi ki, onların biyolojik veya ontolojik yapılarından kaynaklanmıyor. Konumuz olan İmran ailesini de Allah âlemlere üstün kılıyor. İnsanın dünya ve ahiret hayatında alacağı bundan daha büyük bir ödül ne olabilirdi? Bu örnek aileye baktığımız zaman İmran hakkında fazla bir bilgi yok. Fakat karısı hakkında kısa da olsa oldukça içerikli ve tüm zamanlara ışık tutacak bilgi veriliyor.
Kıyamete kadar gıptayla bakılacak ve her çağda tazeliğini koruyacak olan bir kıssayla karşı karşıyayız. Örnekliği ile insanları tefekkür ve tezekküre sevk edecek olan İmran’ın karısı tüm zamanların örnek bir annesi ve mümine bir kadın. Öyle anlaşılıyor ki, Ailenin tüm fertleri kendilerini Allah’a adamışlar. Fakat özellikle İmran’ın karısının ayette zikredilmesi dikkate değer kanısındayız.
Vahiyle muhatap olan her Müslüman’ın dikkatini çekebilecek bir özelliği var Kur’an’ın. O da Kuran’ın mucize oluşuyla alakalı. Öyle bir mucize ki, ebediyete kadar kendinden bahsettirecek ve güncelliğini asla kaybetmeyecek. Bu mucize kitap Allah’ın insanlığa hediye ettiği büyük bir hikmettir/rahmettir. Dikkat edin on yıl önce anladığınız ayetleri günümüzde daha farklı anlayabiliyorsunuz. On yıl önceki sosyolojik ve psikolojik durumunuz size ayetleri farklı yorumlamaya ve anlamaya sebep olabiliyor. İşte bu elimizdeki kitabın (Kur’an’ın) mucize olduğunun kanıtlarından birisidir. (Burada Allah’ın ayetlerini güncellemeden bahsetmiyoruz). İşte bu anlamda kıssalar ebedi âleme göç edinceye kadar bize ışık tutacak niteliktedir. Bizden yüz yıl sonra bu kıssayı okuyan ile yüz yıl önce okuyan kişi de kendi dönemiyle kıssalar arasında bir bağ kuracaktır ve hatta dilinden şu cümleler dökülecekti; Allah’ım Sen her anı ve her mekânı kuşatansın. Her peygamber ve kavim hak ve batıl konusunda birbirine o kadar benziyor ki. Biz kıssamıza dönelim.
İmran ailesi hakkında Kur’an’da fazla bir bilgi verilmiyor demiştik. Al-i İmran suresinde bulunan, bu konudaki birkaç ayet ise, işin ehli tarafından sayfalarca yazmaya, hatta üzerinde bir kitap bile yazmaya elverişli niteliktedir. Konuyla ilgili ayetler Al-i İmran suresinde şu şekilde geçmektedir: “İmran’ın karısı: ‘Rabbim! Karnımda olanı sırf sana adadım, benden kabul buyur! Sen işiten ve bilensin’ demişti.”
[1]
“Onu doğurduğunda, ‘Allah onun ne doğurduğunu bildiği halde: “Ya Rabbi! Kız doğurdum. Erkek kız gibi değildir ve ben ona Meryem adını verdim. Onu da, soyunu da kovulmuş kötü Şeytan’dan sana ısmarlıyorum’ demişti.”
[2]
Konumuz içerik olarak Adamak ve adanmak olduğu için can alıcı nokta burası; ne demek istiyoruz yani bir annenin karnındakini Allah’a adaması nasıl bir şey, bunu modern hayatta açıklayacak bir anne veya anne adayı var mı bilmiyorum. Yani Allah’ın, yükümlü kılmadığı bir işi üzerine almak. Ve kendini bu işi yapmaya adamak. Kavram olarak bir kimsenin üzerine zorunlu olmayan bir şeyi, bir işin olması için kendisine zorunlu kılmasıdır diyor Ragıp el- İsfahani. Modern hayatta bize gerçekten anlaşılmaz gibi geliyor. Fakat anlaşılmayacak olsa âlemlerin Rabbi olan Allah bu kıssayı bize anlatmazdı herhalde. Eğer haddimizi aşmayacak olsak söylenecek çok şey var. Ama mesele söz ve gevezelikten ziyade eylem istediği için fazla ileri gidemiyoruz. Meryem’in annesi olan İmran’ın karısı adanmışlığın da anası sanki, gözünü kırpmadan biricik yavrusun daha hiç görmeden çocuğun gerçek sahibine teslim ediyor. Bu adanmışlık, bu teslimiyet, bu iman ve bu asalet! Âlemlere üstün kılınmak böyle bir şey olsa gerek. İmran’ın karısı, o bir eş bir anne, bir kadın ve Allah’ın davasını kendisine dert edinen mümine bir kul. Demek ki vahyin inşa ettiği bir şahsiyet en kıymetli varlığını Allah için feda edebiliyor. Söylenecek bir söz olmadığının farkındayız. Ama aileye olan muhabbetimizden dolayı yine de bu örnek aileyi dillendireceğiz. İmran’ın karısı o kadar samimi ve içten ki onun bu teklifine ilahi irade hemen cevap veriyor. “Rabbi o (kızı) güzel bir şekilde kabullendi, onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Ve onu Zekeriya’nın korumacılığına verdi.”
[3]
İmran’ın karısı karnındakini Allah’a adıyor, doğum yapınca da Rabbim! Kız doğurdum kız erkek gibi değildir diyor. Öyle anlaşılıyor ki, İmran’ın karısı Allah’a bir erkek çocuk adamak istiyordu. Fakat Allah ona kız verdi. Bundan dolayı sanki mahcup oldu ve edepli bir seslenişle rabbim kız doğurdum diyerek sanki suçluymuş gibi utanarak kabul buyurmasını istiyordu. Öyle anlaşılıyor ki kadınların aşağılandığı ve erkeklerin söz sahibi olduğu bir toplumda Allah kadına onurunu yeniden bahşediyor. Allah bir tabuyu yerle bir ediyor ve kadının toplumdaki yerini hatırlatıyor. Diğer bir bakış açısı İmran Ailesinin geride temiz bir nesil bırakması için kaygıları olabilir. Bundan dolayı erkek çocuk isteyebilir. Örneğin Zekeriya. Meryem suresi 5. ayeti hatırlarsak orada Zekeriya (as) şöyle yakarıyor Rabbi’ne: “Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olan yakınlarımdan endişe ediyorum. Karım da kısırdır. Tarafından bana bir (oğul) veli ver.” Öyle anlaşılıyor ki İmran’ın karısı da böyle bir endişe taşıyor. Kendisinin ince kavrayışlı ve deruni düşünen bir anne olduğu Rabbi’ne karşı yakarışından anlaşılıyor. Yani toplumun bozulmuş halini gören mümine bir annenin bu kaygıları taşıyarak erkek çocuk istemesinden daha doğal ne olabilir. Zaten çocuğunu Rabbine adamış olması onun kaygılarının ipucunu veriyor. Kendi şahsi çıkarı için erkek çocuk isteyen bir anne onu asla başkasına adamaz/adayamaz. İmran’ın karısında yüksek seviyede bir dava bilinci olduğu hissediliyor.
İmran’ın karısını doğru anlamamız için konuyu biraz daha irdeleyelim. Onun erkek çocuk beklemesinin arka planını doğru anlamalıyız. Eğer mesajı doğru anlayabilirsek günümüze ışık tutacak ve yeni İmran aileleri meydana gelecektir. “Ya Rabbi! ‘kız doğurdum’ dedi”, o kadar yumuşak, o kadar edepli, o kadar mahcup bir söz ki, ona selam olsun. “Oysa Allah ‘ne doğurduğunu biliyordu.” “Erkek kız gibi değildir.” İmran’ın karısı kendi doğurduğu kız çocuğunu aşağılamak gibi bir derdi yok, Allah’a olan bir sözünü yerine getiremediği için mahcup. Allah onun ne doğurduğunu/doğuracağını zaten biliyordu. Şunu da düşünmüş olabilir; bir kız çocuğunun mabette insanlara imamlık yapamayacağını ya da bir peygamberin kızlardan olamayacağını gayet iyi biliyordu. Sosyal hayatta özellikle dışarı işlerinde erkek ve kız çocuğu çok farklı olduğu için İmran’ın karısı hayıflanıyor. “Erkek kız gibi değildir” ifadesini kullanıyor. Veya kız çocuğunun tebliğ görevini üstlenip sokaklarda, mabetlerde, çarşıda, pazarda erkek gibi çekinmeden görevini ifa edebilir miydi? Dağlarda tek başına koyun sürüsünü otlatmasını da düşünemeyiz herhalde? Anlaşılan o ki, daha çok fizyolojik ve sosyolojik sebepler ön plana çıkıyor. Bu sebeplerden dolayı İmran’ın karısı “erkek kız gibi değildir” diyerek içindekini dışarı vuruyor. Rahman ve Rahim olan Allah bir geleneği, tortulaşmış bir tabuyu, yerle yeksan etmek için böyle bir sebep yaratıyor olsa gerek.
“Onu da, soyunu da Allah’a emanet ediyor”, İmran’ın karısının bu içten tavrı karşılıksız kalır mı? Bu ifadelerin ardından inandığı ve güvendiği tek merci olan “Rabbi onu güzel bir şekilde kabullendi. Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi”. Şu ifadeye bakın! Bir anne tarafından yaratıcıya hediyelerin en güzeli sunulur da, O Rahman olan Allah bu hediyeyi en güzel şekilde kabullenmez mi? İmran’ın karısı bu fedakârlığının karşılığını fazlasıyla alıyor elbette. Bu karşılık onun âlemlere üstün kılınmasıydı. Doğurduğu kız da seçilmiş ve bir peygamber annesi olarak tarih sahnesindeki yerini aldı. O da, annesi gibi kıyamete kadar yaşayacaktı. Demek ki Allah yolunda en kıymetli olanı vermek Allah indinde kat be kat geri ödeniyor..
Bu tevhidi bilinci nereden almış İmran’ın karısı? Hangi kitapları okumuş olmalı ki Kararlı bir duruş, sarsılmaz bir iman, basiretli bir bakış oluşmuş kendisinde. Doktora tezini hangi alanda yapmış?
Anlaşılan o ki, İmran’ın karısı bütün dünyevî kaygılardan arınmış, kendisini Allah’a adamış erdemli bir kadın. Gözü adeta Allahın davasından başka bir şey görmüyor. Rızık korkusu yok. Ölüm korkusu yok. Yarın endişesi hiç yok. Yani dünyevi bağların tümünden sıyrılıp esaret bağlarını koparmış.
“Adını Meryem koydum. Onu ve soyunu kovulmuş şeytandan sana ısmarlıyorum” bir annenin bundan daha güzel duası ve isteği ne olabilir ki? Göz nurunu biricik yavrusunu asıl sahibi olan Allah’a adıyor. Onu yüksek okullarda okutayım, onu gelin edeyim, mürüvvetini göreyim gibi dünyevi kaygılar yok. Allah’ı gereği gibi tanımak bu olsa gerek.
Başka perspektiften baktığımızda İmran’ın karısı kıyamete kadar tüm Müslüman annelere ve babalara örnek gösterilen bir şahsiyet. Çünkü anne ve baba birbirinin tamamlayıcısıdır. Nasıl ki, İbrahim (as) oğlu İsmail’i (as) Allah’a adadı ve samimiyet testinden geçti. İmran’ın karısı da bu adayış testinden geçti ve başardı. Ama ödülü çok büyük oldu. Âlemlere üstün kılınan bir aile unvanını aldı. Anneliğin ve inancının edebiyatını yapmaktan ziyade, fiili olarak uyguladı. İmran’ın karısı şunu bilmiyordu Allah’a adadığı biricik kızı bir peygamberin annesi olacak. Dahası bu kız seçilmiş olarak tüm dünya kadınlarına örnek gösterilecek. Bir anne bundan daha büyük bir ödül alabilir mi dersiniz? “Son (ahiret) ilkten (dünyadan) daha hayırlıdır.” ilahi sözüne sadık kalarak çocuğunu Zekeriya’nın yanına, mabede bırakıyor. “Rabbim! Onu kabul buyur.” “Rabbi Meryem’e hüsnü kabul gösterdi; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriya’yı da onun bakımı ile görevlendirdi.” Öyle bir çiçek ki bakımını ancak bir peygamber üstlenebilirdi. Ey! İmran’ın karısı sana ve kızına selam olsun…
Toparlayacak olursak, İmran’ın karısı âlemlere üstün kılınan bir ailenin ferdi ve aynı zamanda bir anne. Maksadımız bu örnek aile ve anneyi günümüze taşımak. Onlar bir ümmetti gelip geçti, fakat bırakılan miras insanlık var oldukça değerini koruyacak cinstendir. Ancak bize bırakılan bu kutlu mirası Kur’an sayfalarından çıkarıp hayata taşımamız gerekiyor. Bu şahsiyetleri günümüze taşımalıyız ki, kızlarımıza, oğullarımıza, kadın veya erkek eşlere örnek olup, hayata buradan bakmalıyız. Bu asil davranışı Allah, karşılıksız bırakmadı ve bırakmayacak ta. Kızını Allah’a adayan İmran’ın karısı onun, bir peygamber annesi olacağını nereden bileceklerdi. Hem de babasız bir Peygamber. İnsanlığın yeni tarihini oluşturacak ve hakkında ne kadar yazılıp çizilecek kim bilir? Milyarlarca insan onu takip edecek ama onu, asla anlamadan hayattan göçüp gidecek. Bir anlamda hayır bildiğimizde şer, şer bildiğimizde hayır olduğunu bu kıssadan öğrenmiş oluyoruz.
Çağdaş anneler ve babalar, yani bizler başımızı ellerimizin arasına alalım ve bir kez daha hayatımızı gözden geçirelim. Aile olarak İmran ailesi bize ne kadar uyuyor. Ne İmran’ın karısı olağan üstü bir kadın, ne de doğurduğu Meryem. Onları değerli kılan şey sıra dışı hayatları ve Allah’a olan sadakatleri, teslimiyetleri, takvalı duruşları ve vahye kesin teslimiyetleri diyoruz vesselam.
[3] – 3/Al-i İmran, 37.