İktibas dergimizin 541. Ocak 2024 sayısının kapak manşeti ve o sayının yorumu şu başlıkla çıkmıştı: ‘Gazze Tarih Yazıyor, Tarihi Değiştiriyor’… Giriş cümlesi de şu şekilde; ‘İslam, tarihi yorumlamak için değil, tarihi bizatihi yazmak, belirlemek için Rabbimiz tarafından kullarına bildirilmiş hayat nizamının adıdır…’. Başka söze ne hacet, her şey açık ve net!
Gazze’de tarih yazılıyor… Bu hengamede nihai galip belli de tarafların diğerlerinin akıbeti, bertaraf oluşlarının te’hiri veya üstün gördükleri değerlerin göreceliliği zaman içinde anlaşılacak. Belki birilerince hiç ve de asla anlaşılmayacak! Zira asıl değerlerden, aslî değerlerden, asalet verilerinden bîhaberler! Sonuç ne olursa olsun, her iki halde de ‘Allah taraftarlarına’ ahirî galibiyet, kesintisiz ecir ve nihayetsiz nimetler rabbimizin va’didir. Diğer tarafların, tarafını batıldan yana seçenlerin, gözünü yalnız bu dünyaya dikenlerin, sömürü ve yağma düzeni sahiplerinin, Allah’ın kullarını kul, nefislerini, heva ve heveslerini ilah edinenlerin te’hirli akıbeti ise ‘cehenneme zümera’! Bu yeryüzünün tüm zalim ve müfsitlerine rabbimizin bir vaididir! Temenni ve sa’yimiz bu dünyada da cezalarını müslümanların ellerinden tatmalarıdır. Elbette azgın, zalim, iflah olmaz taifeden bahsediyoruz.
Hayat bir imtihan sahnesi… Herkes kendi zamanının sınavına tabi! Kimse başkasının hesabını veremeyeceği, yükünü yüklenemeyeceği gibi, başkalarının iyilikler olarak ortaya serdiklerinden hiçbir çaba ve katkı sunmadan nemalanamayacaktır da! Güzel, iyi, mahza hayr olana şefaat ayrı! Rabbimizin kimseye çekemeyeceğinden fazlasını yüklemediği, teklif etmediği de izahtan varestedir! Hepimiz kendi rollerimizi oynuyoruz, kendimize dair senaryo çerçevesinde. Bu senaryonun fıtrata dair bir dış, genel dairesi, çerçevesi, senaryosu olduğu kadar, kişinin kendince ve zamanının, döneminin seyr-ü seferindeki akış, kültürel bakış, yönelim ve eğilimleri dahilinde aldığı pozisyon ve verdiği kararlar neticesinde belirlenen ve kulun edimlerine bırakılan bir iç dairesi, çerçevesi ve senaryosu da vardır.
Ve bunlardan hesaba çekileceğiz…
Tarihin bu evresinde hakikaten çok büyük ve etkileri yaygın gündemlerle karşı karşıyayız. Bunlara bigane kalmak olası değil! Evet, mesafeleri metrelerle ifade ediliyor olsa da buradaki uzaklık ve yakınlık gerçekten izafi bir durumdur ve oldukça yapaydır! Bu yakınlık ve uzaklıklar, nicelikten ayrı olarak niteliklerle, aidiyetlerle alakalı bir durumdur. Kimlik ve kişiliklerle yakinen alakalıdır. Bakış, duruş ve düşünüşle…
Yeryüzünün herhangi bölgesinde ve her ne uzaklıkta olursa olsun insanı ilgilendirmeyen, hele müslüman olanlarını alakadar etmeyen bir durum olgu ve olay olmasa gerektir. İnsanî olan bazı yönleri ile İslamî olsa da, İslamî olan her hal-ü karda insanîdir. Bunları birbirinden ayırmak kıldan ince dokuma, kılıçtan keskin bir bakış gerektirir! Esasen biri (İslam) burada norm, diğeri (insan) ise formdur. Etle tırnak gibi birbirinden ayrılmaz ve birbirlerinin lazımı, melzumudurlar ya da zarf ve mazruf… Asıl olanın norm olduğu da izahtan varestedir.
Bizler ki hemen hiçbir gündemden muaf ve ilgisiz değiliz, olamayız. Ve fakat bu hakikat ortada iken aynı oranda da yetkin ve de etkin değiliz! Zira yetkin olmadığımızdan etkin değiliz! Dahası bu gündemlerin çözümü, tekrarlanmaması, bir daha bunlara tevessül edilememesi noktalarında yetkinlik ve etkinliğimizin olmamaklığından daha vahim ve incitici olanı ‘bu gündemlerdeki edilgenliğimiz meyanında, bu gündemlerin çok büyük oranda ‘müslümanım diyenler’ üzerinde cereyan ediyor oluşudur. Onlardan ‘götürüyor’ olmasıdır! ‘Müslümanlık bilmem ama galiba göklerdedir.’ diyen merhum Akif haklı çıkmaya devam ediyor…
Evet, Gazzeli Müslümanlar duruş, direniş ve kıyamlarıyla el’an tarih yazıyorlar. Birilerinin, egemenlerin, medyaya da tahakküm eden batıl güçlerin dezenformasyonlarına rağmen bu böyle… Bakmasını görmesini bilen, duyması işitmesi sağlıklı, daha doğrusu kalpleri körelmemiş, duyarlı, irkilme melekesi sağlam kişilikler, kimlikler için. Kalbi körelenlere de kimsenin, hiçbir şey duyurabilmesi olası değil!
Bu, ‘Öküzler kendi tarihçilerini bulana değin, tarih hep aslanların zaferini yazacak!’ deyişiyle de örtüşen bir vakıa! ‘öküz’ ve ‘aslan’ figürleri örneğimiz ölçeğinde ters ve yanlış anlamalara mahal vermeyecek, meramımız doğru anlaşılacaktır umarım! Hem ‘Teşbihte hata olmaz!’ da demişler, değil mi? Ayrıca savaş sadece meydanlarda kazanılamıyor! Sonra ‘kazanma’ denilen olgu da nerede durulduğu, nereden ve hangi duyarlılıkla bakıldığıyla alakalı da bir durumdur! Algı yolları enfeksiyonu, zihinsel dumur hali bu farkındalığı gölgeleyip ketmeder!
Meselenin bir boyutu böyle iken ileriye, gelecek zamanlara dönük boyutlarında da tarih (öküzlerin tarihçileri!) gerçekleri, dahası ‘hakikatleri’ yazdığında, yani tarih Gazze’yi yazdığında karşımıza nasıl bir tablo çıkacak, bir bakalım:
Tarihin bu anına değin, hal-i hazırdaki dezenformasyonları, sübliminal mesajları, klişeleri, algı manipülasyonlarını, kendi ellerimizle ve egemenler marifetiyle örülmüş zindanlarımızı, dogmalarımızı bir tarafa bırakırsak –ki bu çok kolay bir süreç de değildir, üstelik şeytan ve avanesi (insan kılıklı yaverleri) bu konuda çok da mahirken…- karşımıza, geleceğin şahitlerinin karşısına şöyle bir tablo çıkacaktır; o malum vaidi hak eden taifenin durumları zaten ortada, onlar rollerini oynamaya, yalana-talana devam edecek, yeryüzünü ifsat için koşuşturmaya gayret edeceklerdir. Gazzeleri bulmaya, olmadı icat etmeye, ‘kurtla kuzu’ hikayesindeki gibi hiçbir meşru mazereti kabul etmeden, kendi kuruntu ve zehapları ile çaldıkları minarelerin kılıflarını hazırlamaya, üstelik o kılıfın bedelini de yine sömürdüklerine, mal ve canlarına kast ettiklerine fatura etmeye devam edecekler. Ta ki ‘müslümanım diyenler’ de topluca, ümmet bilinciyle hak ve hakikat uğruna hareket edene değin… Öncesinde hakkıyla, hakikaten teslim olup iman edinceye kadar! Bunda ne şek var ne şüphe! Zira tüm insanlık tarihi bunun örnekleriyle dolu… Yeter ki doğru okumalar, doğru kaynaklara müracaatlar yapılabilsin! Kitab-ı Kerimimiz de bunun örnekleriyle dolu! İnsanlık tarihi ‘hak-batıl’, ‘tevhid-şirk’, ‘adalet-zulüm’ ve ‘ıslah/ihya/imar-ifsat’ mücadelesinin örneklerinin bir sahnesidir. Bu, kıyamete değin de böyle olacaktır; el’an tüm dünyada, hasseten Gazze’de yaşananlar özelinde olduğu gibi… Ve maalesef çoğunluk da hep bu ‘batıl, şirk, zulüm ve ifsat’ taifesinin öyle veya böyle yanında, tarafında olanlar olmaktadır!
Mücadelenin diğer tarafında da maalesef bir yeknesaklık, böylesi bir çoğunluk, birörneklik bulunmamaktadır. Her ne kadar amaç, hedef, istenen, arzulanan, dahası bizlere müktesebatımızın sunduğu, rabbimizin emri (Enfal 73 gibi…) o meyanda olsa da! Rabbimiz bu azınlık kısmın farklı tutumlarına, farklı ecir ve karşılıklar vaadiyle nihai bir kurtuluş, ecr-i mensubat, felah sunsa da ‘asgari müşterek’; ‘hak ve hakikate şahitlik’, ‘emanete sadakat’, ‘gücünce mücadele ve mücahede’, ‘ihlas ve samimiyet’, ‘sahih bir iman ve salih amel’ farkındalığı olarak dikkatlerimize sunulmuştur. O ince nüansı Batı Şeria ile Gazze ikileminde dahi görmek mümkün! Bir kısmı ne yazık ki tecavüze ve zulme direkt veya dolaylı ses çıkarmayıp rıza gösteriyor olsa (birilerinin zevk almaya baktıklarını, devam ettiklerini- ki hiç de az değiller, azımsandıklarını fark etmeseler de!- anmaya bilmem gerek var mı!? Bunlar anılmaya değer mi!?) da diğer kısmı ölümüme de olsa itiraz ediyor, zulme ve tecavüze karşı direniyor; insanlık, dirilik, İslamlık örneği gösteriyor.
Evet, ‘Gazze’de yazılan tarih’, ‘Gazze’de verilen mücadele ve mücahede’ vesilesiyle bir turnusol kağıdı gibi, neyin hayır ve neyin şer doğurabileceği ortaya çıktı, çıkacak… Kimler diri, kimler ölü ortaya çıktı, çıkacak! Müslümanlar için asıl kayıp, yitim ve son kertede ölümün, izzet ve şeref kaybı olduğu ve bunun da İslam’ın gereklerinden, vücup ve lazımlarından uzak, bunlara bigane kalmak olduğu ortaya çıkmış oldu. Ölüm zaten insanoğlunun kaçamayacağı mukadderatı! Lakin bunun nasıllığı, niceliği, ne adına verildiği, sonucu değiştiriyor, hükmü de! Ya hayvanat gibi bedenle ruhu amaçsızca harcamış ve leş oluyorsunuz ya da ‘emrolunduğumuz vechile bir ömürle’ ilahi rızaya mazhar oluyorsunuz. Bu bir tercih ve farkındalık meselesi.
Nasıl cephenin bir tarafında yeknasaklık yoksa; iman dışı bir süreçte batılın müntesipleri de farklı kriterlerle ayrıştırılabiliyor; bir kısmı en şedid haliyle zulmün tarafında iken, diğer kesim ya tarafsızlık içinde veya vicdanının sesini dinleyerek bir şekilde o zulme karşı bir duruş ve tutum içinde, mağdurların yanında bulunabiliyorsa, diğer/bu tarafta da bu yeknesaklık yok; birileri, Gazze’deki kardeşlerimiz canlarıyla ve mallarıyla bu zulme karşı direniyor, tarihe şahitlik ediyor, şehadetle buluşuyorlarken, diğerleri de ya gerçekten bir çaresizlik içinde sadece dualarıyla, zulme ve zalime karşı buğzlarıyla, ulaştırabilecekleri kısmi yardımların peşinde olarak taraflarını belli ediyor, yaşadıkları bölgelerde elinden ve dilinden daha çok yaptırımlar gelebilecek kesimleri, iş başındakileri elden, dilden geldiğince de uyarmaya çaba gösterirken, diğer kesim de deve kuşu misali başını kuma gömüp üç maymunu oynamaya devam ediyor. Hatta oradaki zulüm ve katliamdan, soykırımdan nemalanmaya gayret ediyor. Üstelik ‘günah çıkarma’ işini de gayet mahirane işe koşarak! İki yüzlü siyaset de cabası!.. Bir taraftan kitlenin gönlünü alacak hamasi, duygu sömürüsüne dayanan söylemler, nutuklar, tertipler ve diğer tarafta zalimle ve işbirlikçileriyle sürdürülen, siyaset ve ticaret!.. Merhum Şeyh Ahmet Yasin’in ve Aliya’nın dedikleri, şikayetleri gibi; ‘…En kötüsü dostların (bilinenler!)/ümmetin sessizliği ve suskunluğudur!’, bundan daha büyük ah mı olur, sitem mi olur! Hala da aynı aymazlıklar, vurdum duymazlıklar, ‘mış gibi’ davranmalar sürüyor. Bu ar, bu utanç müslümanım diyenlere yeter! Öncelikle ellerinde imkan ve yetki olanlara…
Bir tarafında da bu yamulmanın, yine o malum güç sahiplerini sahiplenen, onlara o fırsatları elleriyle, defaaten sunan, ‘açık çek’ veren, çoğu akredite, bir kısmı da sessiz sadasız, iki arada bir derede, sakal bıyık arasına sıkışmış stk, vakıf ve dernekler! Tencere kapak misali… Hangisine daha çok kızacak, vebal atfedip kahredeceğiz! Daha ne olması gerekiyor ibret almak için, bundan daha kötüsü ne ola ki? Bunda elbette yıllara sari irtifa kaybı, başkalaşım, ahlaki değerlerde çöküntü, dini değerlerde tahfif ve tahrip söz konusu, o tencere kapak misali simbiyotik ilişki neticesinde!..
Birilerince çizilmiş sınırları, daha dünkü gerçeklikleri görmezden duymazdan gelerek bir halt sayıyor, meseleyi, ırka, yerelliğe, dışımızda bir meseleye, tarihi müstehaklığa(!) (Arapların güya Osmanlıya ihanetleri!), daha kötüsü şii-suni kamplaşmalar gözlüğüyle bakarak çözümsüzlüğe, ötesinde devletlerin –sözüm ona- ticari/ekonomik, siyasi anlaşmaları, çıkarları açısından bakarak mevcut ikircikliklerine/ihanetlerine farklı bir meşruiyet arayışında bulunuyor birileri, bazı akl-ı evvelller! Tarih bunları da yazacak; birilerini övgü ve sitayişle, birilerini de yergi ve kalleşlikle…
Bu bir müslümanlık sınavı olduğu kadar, insanlık sınavı da! Herkes olduğu, durduğu yerden bakıyor elbette… Gerçi, ‘bu bir müslümanlık sınavı’ dedikten sonra ‘insanlık sınavı’ diye eklemeye bilmem gerek var mı? Bir gerek varsa o da bahsettiğimiz üzere imanî bir farkındalık izhar etmeyen, imani/itikadi/inançsal ideolojik tercihi farklı da olsa ‘vicdani duruşu çürümemiş’, sağduyu sahibi, fıtratını tam olarak örtmemiş ve yeryüzünün bir kesiminin içinde bulunduğu, bu süreçte görülebilen ‘insanlık’ olgusudur. Filistin davasının belki de en büyük faydası bu kesimin arayışına, belki hidayetlerine, İslam ve müslümanlar üzerindeki mevcut önyargılarının kırılmasına ve yeryüzü egemenlerini sorgulamalarına vesile olması olacaktır. Diğerleri ise zaten ‘bel hüm edall’ cinsinden ‘kel en’am’ durumundadır! Ama meseleyi salt ‘insanlık meselesi’ olarak vasfetmek, resmetmek, biraz resmî bir ağza kaçıyor ve müslümanım diyenlerin süreçteki ekstra, din, iman kardeşliği vesilesiyle farklılaşacak ilave sorumluluklarını gölgelemiş, ketmetmiş oluyor.
Tarih, bundan önce olduğu gibi bundan sonra da ‘ hak-batıl’ mücadelesi olarak devam edecektir. Birilerinin bunu farklı/gri alanlara çekmesi neticeyi değiştirmemekte ve fakat bu tanımlama maalesef yine müslümanım diyenleri, içinde bulundukları edilgen, reaksiyoner, eklektik, ve başkalarınca tanımlanmış rol ve pozisyonlara tav olmuş hallerini daha da kanıksamaya, kavurgalaşmaya, dikkatlerin başka yöne çekilmesine sebep olacaktır. Gri alan meselesi elbette insanî ilişkilerde, hayatın serencamında olası bir durumdur, muamelatlarla alakalı olarak… Lakin bu durum, safları ayrıştıran, dünyayı okuma biçimimizden kaynaklanan, ahiret olgusuna yer veren aslî bakışın netliğini ve niteliğini kabul ve fark etmekten sonraki bir durumdur.
Meselede içimiz acıtan, zulmün kabalığı ve zalimlerin kalabalıklığı, yaptıklarının çirkeflikte had tanımaz boyutları –ki peygamberler tarihi bunun daha feci yönlerini bize aktarmaktadır, hele Ben-i İsrail taifesinin akla iz’ana sığmaz edimleri, hasılı peygamberlerini dahi öldürecek hadsizlikleri düşünüldüğünde- değil, sözüm ona bırakınız müslümanlığı, insanlıktan bile nasiplenememişçesine ‘bizden’ denilen, üstelik meselenin hemen çevresinde yaşayan halklarından yönetenlerine -ki cürümleri güçleri oranda farklılaşsa da- değin meseleye şahit olanların kör, sağır, dilsiz kesilip umarsızlıkları, duyarsızlıklarıdır. Süreçte ‘ölen-öldürülen’ kim, iyi bakmak, anlamak lazım! ‘Diri’ kim, şahitliklerini hakkıyla yapan şehitler kim (Bakara 154), sürünen kim!?
Verilen tepkiler o kadar cılız ve yaptırımdan uzak ki ne zalimi tırstırıyor, geri adım attırıyor ne de dostlara güven veriyor! Aksine oradaki kardeşlerimiz o zulümlere maruz kalırken, bizlere de aba altından da değil üstünden sopa gösteriliyor, hepimiz hizaya getiriliyoruz! Var mı böyle bir acziyet, var mı böyle bir atalet, bunun bir izahı var mı!? Üzerimize ölü toprağı atılmış durumda! Ölmüşüz de ağlayanımız yok! ‘Kusura bakma Filistin, biz de işgal altındayız!’ diyerek vicdanlarımızı rahatlatmaya, zalimlerden zaten uzağız da, ‘’O zalimlere öyle veya böyle, örtülü-örtüsüz desteğe devam eden müslümanım diyenlerin coğrafyalarında iş başındaki egemenlerin, ‘bizden!’ olarak yaptıklarından da uzağız!’’ asgari seviyesinden bir niyaz ile Rabbimizden af dilenmeye devam ediyoruz! Allah sonumuzu hayreyleye, süreçle ilgili suallerini âsân eyleye…
Ancak; hani bize düşen buğz dedik ya, o kadar da değil! Ellerimizden de dillerimizden de gelen, gelmesi gereken bir şeyler olduğu kesin, boykot, protestolar yanında… Şu henüz gerçekleşen seçim sath-ı mailinde bu elden ve dilden gelenleri inşallah ıskalamamış, ihmal etmemişizdir! Zira egemenler, devletlular, iktidar sahibi ve adayları için en büyük yaptırım gücü halk, kitle açısından bu! Yeter ki bu durum hakkıyla ihsas ettirilebilsin! Görsünler bakalım kitlenin asıl boykotu; birilerine konfor alanları, istedikleri gibi cirit oynama imkanı sunan şu sandık protestosu olsun topyekün veya ekseriyetle! Alın tımarlarınızı, atlarını terk ederek, görelim bakalım neler oluyor!? Oyun alanının dışına bir çıkalım, oyuna dahil olmayalım hele bir!.. Demokrasi, insan hakları, özgürlük maskeleri bir düşsün hele!
İbadetler, kişiden topluma farklı boyutları olan ibadetlerimiz, yükümlülüklerimiz… Biz bunların hakkını da verebilseydik ‘müslüman’ kimliğini hak etseydik, hakkıyla tahakkuk ettirseydik durum böyle mi olurdu, en azından bu boyutlarıyla mı karşımıza çıkardı, hem de biteviye…
İşte ramazan-ı şerifi idrak ettik, ediyoruz! Geldi, gidiyor! O kendi şahitliğini bu defalık da yaptı, acaba onun tuttuğu raporda yüzleri ağaranlar kim, kararanlar kim!? Artık ne kadar bir idrakse! Burada da durumumuz rabbimizin merhametine kalıyor! Ferdi ibadetlerimizin, oruçlarımızın semeresini her türlü noksanımıza rağmen rabbimizden temenni ediyoruz! Zira toplu ibadetlerimizin (zekat, Hacc ve Cuma özelinde) hayrının, sosyal uzantılarının hiç farkında ve layığında değiliz! Getirisi de olmuyor, götürüsü de bu sebeple! Götürüsü derken, masivadan, isyan ve nisyandan, günahtan uzak tutan boyutundaki katkısı olmak gerekirken, bizden bir şeyleri eksilttiği, terazinin bir kefesini boşalttığı kesin; götürüsü oluyor yani!
Şimdi, kardeşlerimiz de oruç tutacak, ramazan-ı şerifi idrak edecekler, ediyorlar! Amma nasıl, ne halde, hangi duygularla! Bomba sesleriyle mi sahura kalkıyor, enkaz parçalarıyla sahur edip mermilerle mi iftar ediyorlar acaba!? Onlarınki ‘oruç’ ise bizimkisi ne!? Onları tutan oruç, Allah yolunda yılmadan mücadele ve mücahedeye sevk eden oruç, bizi de tutar mı, ne zaman tutar!? Birileri, sair müslüman beldesi için oruç, imsak, iftar vakti iken Gazzeli kardeşlerimiz için mahza ‘iftihar’ vakti!.. Onların metanetlerini ‘Hasbunallah’ dediklerini duyuyor, görüyoruz; bu onlara yakışıyor da! Lakin ulu orta, yerli-yersiz, ne dediğimizin farkına varmadan terennüm ettiğimiz bu ve benzeri ifadeler, nidalar bizde niye ‘sırıtıyor’, niye menzile varmıyor acaba!? Söylem de mi yok keramet, söyleyende mi!? Hak ediş mi yok, yoksa! Hani bizler ‘Bünyanün mersus’ olacak idik! Bize, bizden birine bir şey olduğunda vücudun azaları gibi tepki verecektik! Hani ‘mazlumun dini sorulmazdı’ ya, bunlar müslüman kardeşlerimiz üstelik!
Bakınız mesele, insani yardım boyutunu çoktan aştı! Gıda tedariki, su takviyesi, ilaç temini evet, elbette mühim gerekli! Ama bu, neticeyi değiştirmiyor, değiştirmeyecek; açlıktan, susuzluktan, ilaçsızlıktan ölümler vaki ve çoğalıyor, ama netice değişiyor mu!? Günü kurtaran da, toplama kampına sığınan da, ibadethanelere sığınan da, bilmem hangi kurumun neyine güvenip emana girdiğini sanan da aynı akıbetle yüzleşiyor! Onlar şehadete yürüyor, şereflerini kurtarıyorlar! Bize kalansa ‘ah vah’ edip karanlığa küfretmek, zalimi lanetlemek sadece… Şeref, izzet ayaklar altında!
Tamam, bir yere kadar aradaki mesafeler el vermiyor, eldeki imkanlar yetmiyor, farklı kaygılar(!) buna fırsat sunmuyor diyelim, ama bir de bu mazeretlerimizin Allah indinde kabul görüp görmeyeceğini bir düşünelim, asıl bunun kaygısında olalım! Hiç olmazsa yaşadığımız beldelerde teyakkuz halini canlı tutalım. Tarafımız belli olsun! O zaman belki rabbimize bir mazeretimiz olabilir, iletilebilecek… Asıl oyun, ondan sonraki adımda görülebilecek, bazı şeylerin farkına ancak o zaman varılabilecektir, bu, hesapların üzerine yapıldığı, oyunun onlar üzerine kurgulandığı çoğunluk için… O zaman oyunu bozabiliriz belki! Biz, bize dayatılan kurmaca, düzmece ve tuzakların farkına varırsak, onlara düşmekten kurtulabiliriz. Küresel oyunun, bizlere düş(ürül)en yerel diliminde ne haltlar döndüğünü, nelere av ve tav kılındığımızı anlayabiliriz. Kendi merhemlerimizi bulursak yakından uzak aleme, aç bî ilaç çevremize, yeryüzünün mağdur ve mazlumlarına belki o zaman el uzatabilir, omuz verebiliriz. Yoksa; yok!
Mustafa Bozacıoğlu / İktibas Dergisi Nisan Sayısı