“Seküler uygarlık neden Müslümanlardan nefret ediyor? Bu sorunun medyada yaygın kullanışı ile ‘Neden Müslümanlardan korkuyor?’ şeklinde sorulmasını bekleyenler doğru cevabı alamayacaklardır. Zira seküler uygarlık Müslümanlardan korkmaktan önce nefret ediyor; sekülerizm önünde diz çöktüreme-melerinin öfkesidir bu. Batılılar, Müslüman dünyanın mevcut hali ile askeri ve ekonomik anlamda korkulmasını gerektirecek bir durumunun olmadığının farkındalar.”
Merhum Âkif Emre Ağabey, 7 Mart 2017’de Yeni Şafak’taki köşesinde, Batı’nın Müslüman dünyaya yönelik dip dalgalarına hâkim olan temel motivasyonu böyle tanımlıyordu. Gerçekten de, gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında karşımıza çıkan birçok hadisede, söz konusu motivasyonun türlü tezahürlerini görmeye devam ediyoruz.
Son olarak, Taksim’deki terör saldırısını dünyaya duyururken seçtiği üslupla, Amerikan New York Times gazetesi gündemimizdeydi. Oysa New York Times’ın meseleye yaklaşım biçiminde hiçbir sürpriz yoktu. Sözde “tarafsız”, sözde “etik kurallara bağlı”, sözde “kaynağından teyitli” haberler yayınlamakla ünlenen bu ve benzeri mecralar, kriz anlarında kendi ölçülerini bir tarafa bırakıyor ve şuur altlarında ne varsa çırılçıplak ortaya döküyordu. Sosyal medyadaki reaksiyonları takip ederken, en çok, Batı’yı mutlak anlamda “iyilik”le özdeşleştirip, kendi içinde yaşadığı toplumu mutlak anlamda “geri kalmış ve kötü” olarak tasavvur edenlerin şaşkınlığına güldüm. Bunlardan bir tanesi, ne büyük bir hayal kırıklığına uğradığından bahsederken epey samimi görünüyordu. Ona da cevap Aliya İzetbegoviç’ten gelsin: “Bunu hiç unutma evlat: Batı hiçbir zaman uygar olmamıştır ve bugünkü refahı; devam edegelen sömürgeciliği, döktüğü kan, akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur.” Duyabilirse ne ala…
Yine aynı şekilde, Katar’da 20 Kasım Pazar günü başlayacak olan 2022 FIFA Dünya Kupası çerçevesinde cereyan etmekte olan tartışmalar ve yaşanan gelişmeler de, Âkif Ağabey’in vurgusunu teyit ediyor:
Başından beri Katar’ın bu organizasyona ev sahipliği yapması hem Avrupa’da hem de Ortadoğu’daki bazı odaklarda ciddi bir rahatsızlığa sebep olmuştu. Ancak son günlerde bu rahatsızlık, adeta Doha yönetimine karşı bir ablukaya ve linç girişimine dönüştü. Meselenin odağına iki konu bilhassa yerleşti:
1) Maçlarda LGBT dayatması reklâmının yapılmasına yönelik Katar’ın getirdiği yasak, 2) Katar’ın “bozuk” insan hakları sicili. Bu iki gerekçeyi öne süren çok sayıda meşhur isim Dünya Kupası’nı boykot ederken, dünya basınında da aleyhte manşet ve makalelerin yoğunlaşması dikkat çekiyor.
“LGBT’ye ayrımcılık yapılmasın” şeklindeki talebin çoktan faşizme evrildiği, eşcinselliğin “yeni normal” olarak her mecraya cebren dayatıldığı, buna direnen marka ve ülkelerin türlü itibar suikastlarına maruz bırakıldığı, artık bir sır değil. Katar’ın yaşadığı da tam olarak bu. İnsan hakları sicili meselesi ise, baştan sonra tutarsızlıklarla dolu. Zira sözde insan hakkı savunucularının, dünyanın her yerindeki birçok haksızlığa çanak tuttuğunu, bazılarını bizzat kendilerinin oluşturduğu, sicili Katar’dan çok daha fena nice ülke ve hükümetle derin ortaklıklar kurduğunu bilmeyen yok. Dünya Kupası meselesinde dillerin altında saklanan bakla aslında şu: “Size dayattığımız şeylere karşı duramazsınız!”
Tarihimiz Müslümanlarla Batı arasında hem çatışma hem de sulh dönemlerinin çok sayıda örneğiyle dolu. İlla savaş veya illa barış şeklinde bir süreklilik yok. Bu zaten hayatın doğasına da aykırı. Ancak son asrın Müslümanlarıyla eski nesiller arasında şu fark var: Herhalde “demokratik dünya” uydurmacasının etkisiyle olacak, bugünün Müslümanları, Batı’nın şuur altındaki “yabancı” ve “düşman” algısının kaybolup gidebileceğine inanmak noktasında epey iyimserler. Hatta kendilerine gülümseyen ve el uzatan herkesi “dost” zannetmeye fazlasıyla hazırlar. Oysa toplumların benliklerine işleyen kodlar silinip gitmediği gibi, iş ciddiye bindiğinde bütün sertliği ve çıplaklığıyla karşımıza dikilir.
Meseleyi böyle anlar ve muhataplarımızla bu hakikat ışığında münasebet kurarsak hem ani gelişmeler karşısında şaşkınlıklar yaşamayız hem de uluslararası sistemin yıkıcı rekabetine kendimizi daha iyi hazırlarız.
Taha Kılınç/Yeni Şafak