Türk Dil Kurumu sözlüğü suçu “törelere, ahlak kurallarına aykırı davranış; yasalara aykırı davranış, cürüm” olarak tanımlamaktadır. Birinci tanımda töre ve ahlak, ikincide yasa teması öne çıkmaktadır. Birinciye suçun toplumsal tanımı, ikincisine ise hukukî tanım demek mümkündür. Sosyal Bilimler Sözlüğünde suç şöyle tanımlanmaktadır: “Kabahat. Belirli bir toplumun hukuk veya değer sistemi tarafından belirlenen kurallara uymayan, onlara ters düşen, dolayısıyla ceza gerektiren eylem veya davranış.” Din Sosyolojisi Terimleri Sözlüğünde ise, “Bireysel alanı aşıp kamusal alana giren ve toplum düzenini bozan, toplumsal değerleri çiğneyen her türlü davranış veya eylem” suç olarak tarif edilmektedir.
Arapçada ce-re-me fiili günah ve cinayet işlemek anlamlarına gelmektedir. Lügatlerde cürüm (cürm) kelimesi, günah ve hata olarak çevrilmektedir. Terim olarak, İslam dininin haramlığı ve cezalandırılmasına dair hükümler koyduğu fiillere ya da yapılması gerekirken yapılmayıp, terk edilen işlere cürüm denmektedir. Cürüm kelimesi Kur’an’da fiil vezniyle pek kullanılmamakta, bunun yerine elliyi aşkın ayette ismi fail olarak (mücrimîn-mücrimûn: mücrim’in çoğulu) geçmektedir. Kur’an’daki bu ‘mücrimler’ kelimesi doğrudan ‘kafir’ anlamına gelmemekle birlikte, hemen tamamında, kafirlerin suçlu-günahkâr oluşlarına atıf yapılmaktadır. Bu bağlamı özellikle dikkatten kaçıran bazı ilahiyatçılar, mücrim kelimesine ‘günahkâr müminler’ anlamını hamlederek tamamen mesnedsiz bir yorumla, günahkâr müminlerin cehennemde günahlarının cezasını çektikten sonra cennete girecekleri şeklinde bir anlam peyda etmişlerdir. Oysa Kur’an mücrim sıfatını ‘günahkâr müminler’ için değil, tamamen kafirler için kullanmaktadır. Bir tek örnekle bu konuyu biraz daha vuzuha kavuşturabiliriz. Yasin suresinde önce cennet ashabının, Allah tarafından kendilerine ikram edilecek lütuflarla nasıl da mesrur oldukları anlatıldıktan hemen sonra, onların tam karşı kutbunu oluşturan bir inanç grubu olarak cehennemliklerden bahsedilir. (36/Yasin, 59-64). Söz, “Bugün sizler şöyle ayrılın bakalım ey mücrimler!” diye başlar ve “Ey Ademoğulları! Size şeytana tapmayın çünkü o sizin apaçık düşmanınızdır dememiş miydim?” diye devam eder. Sonra haklarında hüküm verilir: “İşte bu size vaat edilen cehennemdir. Küfretmeniz sebebiyle bugün oraya girin!” (36/Yasin, 63-64).
Türkçeleşmiş kelimelerden biri olan kabahat (kökü: ka-bi-ha) sözlükte ‘çirkin bir iş işlemek’ anlamında olup, terim olarak suç demektir. Türkçe sözlükte kabahat, “uygunsuz hareket, çirkin, yakışıksız davranış, suç, kusur, töhmet” olarak tanımlanmaktadır. Türk hukuk sisteminde de ‘kabahatler kanunu’ terimi kullanılmaktadır. 5326 sayılı (2005) Kabahatler Kanunu’nun ikinci maddesinde, “Kabahat deyiminden; kanunun, karşılığında idarî yaptırım uygulanmasını öngördüğü haksızlık anlaşılır” cümlesiyle kabahatin tanımı yapılmak istenmiş fakat aslında kabahatin tanımı ‘kanun’a havale edilmiştir. Buna göre genel geçer bir bilgilendirme yerine, merî mevzuat neyi ‘kabahat’ sayarsa, onun kabahat sayılması öngörülmüş olmaktadır. Böyle bir yargı düzeninden adalet hasıl olmayacağı aşikardır.
Arapçada suç anlamında kullanılan sözcüklerden biri de ‘cünah’tır. Meyletmek anlamındaki (kanat anlamındaki cenah da aynı köktendir) ce-ne-ha fiilinden türeyen cünah kelimesi günah ve cürüm anlamlarına gelmektedir. Arapça lügatte cünah kelimesinin karşısında ‘ism’ yazmaktadır. İsm (peltek se ile) ise, “kişinin, kendisine helal olmayan bir fiili işlemesi” diye açıklanmaktadır ki hem günah hem de suç anlamını ihtiva eder. ‘Suç’a delalet eden bir başka kelime ise ‘cenâ’ (ce-ni-ye) fiili olup, günah işlemek demektir. Bu fiilin ismi faili olan ‘cânî’ Türkçede sadece cinayet işleyenler hakkında kullanılarak bir anlam daralmasına uğramıştır, oysa anlamı daha geniş olup, ‘suçlu’ demektir. Türkçede cinayet deyince, bir cana kıymak (katillik) anlaşılır. Halbuki cinayet kelimesi daha şümullüdür ve her türlü cürüm ya da yasak fiilin işlenmesini ifade eder. İnsanların sadece canlarına değil, uzuvlarından bir kısmına, mallarına, ırzlarına saldırmak, şahıslarına sövmek de cinayettir. Bunlar şahsa karşı işlenen cinayetlerdir. Diğeri, mala yönelik cinayetler olup, daha çok gasp, hırsızlık ve yol kesmek gibi eylemler olarak vuku bulur. Bir de dinin yenilip-içilmesini haram kıldıklarına karşı işlenen cinayetler vardır. Her cinayet aynı zamanda cürümdür ama her cürüm cinayet değildir.
Yasak/haram/memnu fiillerin dünyevi boyutuna suç denirken, uhrevî boyutuna da günah/masiyet denir.
Suçun bütün hukuk sistemlerinde geçerli, her toplumda kabul görecek bir tanımının yapılmadığı gözlenmektedir. Hukukçuların tanım yapmakta zorlanmaları da bu hususu teyid etmektedir. Bu zorluğun en önemli amili, günümüz devletlerinin siyasette olduğu gibi, hukukî mevzuatta da referanslarının beşer iradesine dayanması olsa gerektir. Değişen sosyal-siyasi-ekonomik-teknolojik gelişmelere paralel olarak, ideolojiler ve zihniyetler de değişmekte, devletlerin hukuki mevzuatları da bu değişime ayak uydurmaktadır. Böyle olunca, dün suç sayılan bir fiil bugün meşru sayılabilmektedir. Suç en kısa şekilde, “kanunun cezalandırdığı fiil” olarak tanımlanmaktadır. Bu cümlede suçun objektif bir tanımı yapılmamakta, her siyasi sistemin kendine göre bir suç listesi oluşturmasına imkân tanınmaktadır. Toplumların değer yargıları, ahlak, örf, âdet, gelenek ve görenekleri birbirinden farklı olacağı için, siyasi rejimlerin hukukî düzenleri de farklı olacaktır. Hırsızlık, yalan, adam öldürme, gasp gibi çok azı haricinde bütün ülkelerde suçlar üzerinde ortak bir görüş birliğinin bulunması beklenemez. Bu durumda bir ülkede suç sayılan bir eylemin bir başkasında suç sayılmaması, hatta bir hak olarak algılanması pekâlâ mümkündür. Milletlerin, kendilerine aynı kaynaktan gelmiş, aynı içerikli vahiyleri bile tağyir ve tahrif etmek suretiyle derin ihtilaflara düştükleri göz önüne alınırsa, vahye dayanmayan yasal düzenlemelerde birinin ak dediğine ötekinin kara demesi şaşılacak bir iş değildir.
Suçun bir tanımı da şu şekildedir: “Suç halkın güvenliğini sağlamak için devletçe neşir ve ilan edilen ve ceza tehdidini içeren bir kanunun, mükellef bir şahıs tarafından ihlal edilmesidir.” Bu, yukarıdaki kısa tanımın biraz daha ‘vuzuha kavuşturulmuş’ biçiminden başka bir şey değildir. Suç “ahlak ve adalete aykırı her türlü fiil ve hareket”; “ahlak düzenini ağır bir şekilde bozan ve bu nedenle devletin hoş görmeyeceği bir fiil” olarak da açıklanmıştır. Fakat bu açıklamaları da şu sorular malul hale getirmektedir: ‘Hangi adalet?’, ‘hangi ahlak?’ İlahi kaynağa dayanmadığı sürece -ki insanlar ilahi olanı da tartışılır hale getirmektedirler- ‘adalet’ ve ‘ahlak’ izafi ve değişkendir. Dinin zulüm saydığı, beşerî ideolojiler nazarında adalet, dinin adalet saydığı ise beşerî ideolojiler katında zulüm olabilmektedir. Beşerî düzenler nisbî olarak adalete uygun düzenlemeler ihtiva etseler de, bir bütün halinde, Allah’a ait olanı beğenmeyip, hükmetme yetkisini insana tanıdıkları için İslam nazarında zulüm sayılırlar. Müslümanlar nazarında sadece İslam’ın adalet dediği adalet, ahlak dediği ahlaktır. Gerisi bâtıldır.
İslam hukukçularının yazılarına geldiğimiz zaman meselenin biraz daha somutlaştığına şahit olmaktayız. Mesela, “Allah Teala’nın had veya tazir cezalarıyla cezalandırdığı hukuki yasaklar yani haramlar” cümlesinde Allah Teala’nın tayin ettiği had ve tazir gibi muayyen cezalara ve haram gibi, isteyenin istediği yere sündüremeyeceği somut bazı yasaklara atıf yapılmıştır. Böylece keyfilik azami derecede önlenmiş bulunmaktadır. İslam hukuk dilinde suç genel itibariyle hem yasaklanan bir fiilin işlenmesine hem de emredilen bir işin yapılmayıp, terk edilmesine teşmil edilmektedir.
Bir de suçlar sonuçları nazarı itibara alınarak, ani (adam öldürme, hırsızlık, müessir fiil v.b.), mütemadî (bir anda olup bitmeyen: zina gibi), müteselsil (kanunun ilgili maddesinin birkaç defa ihlal edilmesi), fikrî-ictimaî, birbirine bağlı (bir suçu işlemek için bir başka suçu daha işlemek), teşebbüs halinde kalan suçlar gibi kısımlara da ayrılmıştır.
Yukarıdaki tasniflerden biraz farklı olarak iki suç çeşidine daha değinmek gerekmektedir. Bunlardan biri ‘siyasi suçlar’, diğeri de ‘fikir suçu’dur. Hükümet şekli, devletin temel organları ve halkın siyasi hakları gibi, siyasi düzenin değiştirilmesi ya da tümden yıkılması amacı taşıyan, devletin siyasi düzenine karşı saldırı kabul edilen girişimlere siyasi suç denmektedir. Siyasi suçlarla, devletin düzeni ve onun işleyişini hedef alan eylemler kastedilmektedir. Birbirine benzer hususiyetleri çok olmakla beraber, terör suçları ile siyasi suçlar birbirinden ayrı mütalaa edilmektedir.
‘Fikir suçu’ ile, siyasi görüş ve fikirleri müesses nizamla uyuşmayan kişilerin bu haliyle siyasal sisteme zarar vereceği öngörüsünden hareketle yapılmış bir tanımlama olup, ileri derecede keyfi engellemelere sebep olabilen ve insanları daha düşünce aşamasında iken suçlu ilan eden siyasi bir tutumdur. 1991 yılında kaldırılana kadar Türk Ceza Kanunu’nun 141, 142 ve 163. maddeleri, kurulu düzenin ‘fikir suçu’ kabul ettiği suçları işleyenleri cezalandırmaktaydı. 141 ve 142. maddeler Komünistler için, 163. madde ise İslamcılar için adeta bir giyotin gibi çalışmaktaydı. 163. Madde, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temellerini dine dayandırma amacıyla dini veya dinî hissiyatı kullanarak propaganda yapmayı veya telkinde bulunmayı fikir suçu sayıyor ve bu suçu işleyenleri beş yıldan on yıla kadar hapisle cezalandırmayı öngörüyordu.
İslam hukukunda suçlar farklı kriterlere göre kısımlara ayrıştırılmıştır. Mesela suçlar şahsa, mala, haramlara karşı işlenmesi kriterine göre üç ana grupta ele alınmıştır. Öldürme ve yaralama gibi, kişinin hayat hakkını yok sayan saldırılar şahsa karşı işlenmiş suçlar olarak kabul edilmiştir. Mala karşı işlenen suçlar hırsızlık, yol kesme, gasp gibi fiillerdir. Haramlar ile de zina, alkol gibi suçlar kastedilmiştir. Oysa İslam nazarında bu üç kısımda yer alan suçların hepsi zaten haram kapsamında olduğu için bu taksimde bir isabetsizlik gözlenmektedir.
Bir başka sınıflandırmaya göre suçlar şahsa karşı işlenen, Allah’a karşı işlenen ve tazir suçları olarak yine üç kısımda ele alınmıştır. ‘Allah’a karşı işlenen suçlar’la, Kur’an’ın belirlediği ve İslam toplumunun genel maslahatına zarar veren cürümler kastedilmektedir. Hırsızlık, zina, şarap, zina iftirası, yol kesme, bunlardandır. İslam hukukçularına göre bu suçların işlenmesi halinde suçtan zarar görenin şikâyet etmesi gerekmemektedir. Çünkü bu suçlar İslam kamu düzeninin bozulmasına yol açtığı için Allah’a karşı işlenmiş kabul edilir. Mahkemede bu suçların işlendikleri kesinlik kazanınca, artık af veya sulh geçerli olmaz. Üçüncü kısımda ele alınan tazir suçları ise İslam hukukunda, had ve kısas-diyet suçlarının dışında kalıp, ululemrin (veya nâibinin) ceza takdir etme yetkisi olan suçlardır.
Suçun tarafları vardır. Suçu işleyene fail, suçun kendisine karşı işlendiği kişiye mağdur denir. Tüzel kişiler değil, gerçek şahıslar ancak fail olabilirler. Suçun failine bir şekilde yardım ve yataklık eden kişi ya da kişilere suç ortağı denir. Faili suç işlemeye tahrik ve teşvik edenler azmettirici adını alırlar. Bir kişiye herhangi bir suç isnadı yapılması durumunda, suç işlediği kesinleşinceye kadar masumdur, ‘suçlu’ muamelesi yapılamaz, sadece ‘zanlı’dır (maznun). Zanlı hâkimin karşısına çıkartılsa bile, suçu ispatlanıncaya kadar ‘beraeti zimmet asıldır’ (Mecelle) kuralınca, suçsuz muamelesi görür. Aksine bir tutum, kişilik haklarına saldırı kabul edilir.
Her suçun bir konusu vardır. Adam öldürme (katil) suçunun konusu, öldürülen insan, hırsızlık suçunun konusu, çalınan maldır. Suçun hukuki konusu ise, ihlal edilen hak ve menfaatlerdir. İslam hukukunda suçun hukuki konusu, dinin, aklın, canın, malın ve ırzın korunması olup, bunlara mesalihi mürsele denmiştir. Suçun işlenmesi sadece mağduru etkilemez; aynı zamanda toplum düzenini bozar. Dolayısıyla toplum düzenini tekrar eski haline getirmek suretiyle korumak devletin görevi kabul edilmiştir. Bazı suçların, mağdurun şikayetine bağlı kalmaksızın, ‘kamu davası’ sayılmasının hikmeti budur. Şu hâlde toplum düzenini korumak da suçun hukuki konuları arasında yer almaktadır.
Suçun oluşması için bazı unsurların bulunması gerekir. Suçun bazı unsurları geneldir ve bir fiilin suç olarak tanımlanabilmesi için bu şartların oluşması gerekir. Bunlardan birincisi kanuni unsurdur. Suçun kanunda yapılan tanıma uyması gerekir. 18. Asra gelinceye kadar, ‘kanunsuz suç ve kanunsuz ceza olmaz’ prensibi benimsenmemişti, bu da suç ve cezalarda bazı keyfiliklerin yaşanmasına sebep oluyordu. Kanunsuz suç olmaz ilkesi, suç olan fiillerin, henüz daha işlenmeden önce kanunla tarif edilip, bilinir olmasını ifade eder. Keza kanunsuz ceza olmaz ilkesi de suç işlenmezden önce, fiilin cezasının yine kanunla belirlenmiş, biliniyor olmasını gerektirir. Bu iki ilke bir hukuk düzeninde hukuk güvenliğinin asgari koşulları olarak kabul edilir. Bir toplumda hukuk ve adaletten bahsedebilmek için bu iki ilkenin bulunması gerekir. Bazı hukuk bilginlerine göre kanunsuz suç ve ceza olmaz prensibinin atfedilebileceği ilk metin, 1215 tarihli (İngiltere), 63 maddelik Magna Carta (Büyük Özgürlük Şartı) isimli sözleşme belgesidir. Suçun kanuna uygun olması gerektiği konusunu Avrupa’da ilk kez Fransız düşünür Montesquieu’nun (ö.1755) yazdığı kabul edilmektedir. Söz konusu ilke 1950’de imzalanan Birleşmiş Milletler Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nin 11. maddesi ikinci fıkrasında ve 1954’te imzalanan İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Koruma Sözleşmesi’nin 7. maddesinde hukuki niteliğe büründürülmüştür. Hukukçular, insanların hangi eylemin suç teşkil ettiğini ve cezasının ne olduğunu önceden bilmesinin önemine değinmektedirler. Şu var ki, hukukun güvenliğini ve toplumun düzenini sadece kanunla sağlamak da mümkün değildir. Kanun hukuk güvenliğinin bir aracı ise de, tamamı değildir.
Bazı hukukçular kanun yapıcının her suçu önceden tayin edemeyeceği, suç işlemek isteyenlerin kanunların boşluğundan yararlanacakları gibi gerekçelerle suçun kanuniliği prensibini eleştirmişlerdir. Ancak herhangi bir hukuk düzeninin bu boşluklara göre tedbir alması zor değildir. Mesela 1930 tarihli Alman Ceza Kanunu hâkime, kanunda yeri olmayan fakat Alman toplumuna zarar veren fiilleri suç saymak ve ceza vermek yetkisini tanımıştır.
İslam ceza hukukunda had, kısas ve diyet gerektiren suçlar ve bunlara verilecek cezalar bellidir. (Mesela haksız yere cana kıymanın cezası, kısas yoluyla öldürülmek; zinanın cezası yüz değnek olması gibi). Hâkimin bu cezaların dışına çıkma hakkı yoktur. Tazir cezalarında suçlar kanuni olmakla beraber hâkime, cezalardan birini seçme genişliği tanınmıştır. Kamu yararı ve toplum düzeniyle ilgili tazir sahasında suçlar çok kapsamlı ve genel çizgilerle belirtilmiş olup, bu hususta zararlı olan bütün fiiller suç kapsamına dahil edilmiştir.
Suçun ikinci unsuru (maddi unsur) fiildir. Eyleme dönüşmemiş, sadece akıldan geçirmekle yetinilmiş niyetlerden dolayı kişi cezalandırılamaz çünkü fiil gerçekleşmemiştir. Failin suçu bilerek ve isteyerek işlemesine ise manevi unsur denmektedir. Fail suçu cebir, tehdit ya da hataen işlemişse, durum farklılaşır. Kur’an’da taammüden bir mümini öldürmenin cezası kısas yoluyla öldürülmek olarak belirlenirken (2/Bakara, 178-179), hataen bir mümini öldüren kişiye kısas yoluyla öldürülme cezası takdir edilmemekte, bunun yerine, mümin bir köleyi azat etmesi ve ölenin ailesine diyet ödemesi ayrıca tevbesinin kabulü için altmış gün peş peşe oruç tutması istenmektedir. (4/Nisa, 92).
Ceza kanunlarında bazı hallerde failden veya fiilden kaynaklanan nedenlerle ceza sorumluluğunda azalma veya tam tersine ağırlaştırma düzeni bulunmaktadır.
Nihai gayesi toplumsal asayişi sağlama ve gadre uğrayan mağdurların hakkını koruma olan ceza kanunlarındaki suç algısının dışında, suçun teolojik ve felsefî boyutuna da değinmek gerekir. Büyük ölçüde Pavlus’a dayanan Hristiyanlık ilahiyatına göre ilk insan (ilk peygamber değil) yani Âdem cennette ilk suçu işlemiştir ve Âdem’in soyundan gelen her insan dünyaya o asli günahtan bir miktar yüklenerek gelmektedir. Tanrı insanlığı bu suçtan kurtarmak üzere İsa suretinde beşerî bedene bürünerek (enkarnasyon), dünyaya inmiştir. Kur’an bu tür sapkın/muharref inanışları kökten tashih etmiş, bunların saçmalığını insanın idrakine sunmuştur. Her şeyden önce, Âdem’in cennette günah işlediği söylenemez. Çünkü Âdem yani insan, o yasak ağaçtan tadacak şekilde yaratılmıştır. Âdem (ve eşi) cennetten de kovulmamış, bilakis adeta misafir konumundan çıkartılarak, cennete iskân ettirilmiştir; hubût kelimesi bunu anlatır. İnsanın fıtratı (yaratılış yazılımı), yasak ağaçtan tadacak şekilde tanzim edilmiştir. İsa’nın insanlığı bu asli/ilk suçtan kurtarma amacıyla tanrılıktan insanlığa bedenlendiği düşüncesi daha işin başında kendisiyle çelişmektedir çünkü yer yüzündeki her insan, tıpkı Âdem gibi, ‘yasak ağaç’tan tatma suçunu(!) işlemeye devam etmektedir. Bütün erkekler (adamlar) Âdem’in yaptığının aynısını, bütün kadınlar da Âdem’in eşinin yaptığının aynısını yapmayı sürdürmektedirler, kıyamete kadar da bu düzen böyle devam edecektir. Bu gerçek, İsa’ya atfedilen kurtarıcılığın tam bir fiyasko olduğunu, hiçbir hakikat payı bulunmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Bu ‘kurtarıcılık’ mefhumu muharref Hristiyanlıktan, İslamî kültüre de aksettirilmiş, daha doğrusu Hristiyanlığa paralel muharref bir İslamî kültür oluşturulmak istenmiştir. Hz. Ebu Bekir’e izafe edilen, cehenneme sadece kendisini koyup, bedenini de oraya başka hiç kimsenin giremeyeceği şekilde büyütmesi için Allah’a dua ettiği şeklindeki yalan bunun en açık kanıtıdır. Bu yalanı Said Nursi ve onun, dini kariyeri(!) darbecilikle son bulan çömezi büyük bir iştahla kullanmış, ümmetin kurtulması pahasına sırf kendileri cehennemde yanmaya razı oldukları hezeyanını savurabilmişlerdir. Dolayısıyla Hristiyan teolojisinden mülhem bu hezeyanlardan bütün insanlığın zihnini arındırmak en büyük hayır olacaktır.
İkinci olarak, bir an için Âdem’in suç işlediğini kabul etsek bile, Allah katında suç/günah ferdîdir. Allah kimsenin günahını kimseye yüklememektedir. (6/En’am, 164; 17/İsra, 15; 35/Fatır, 18; 39/Zümer, 7; 53/Necm; 38). Babayı oğulun, oğulu babanın günahından -uyarı, ikaz sorumluluğu müstesna- hesaba çekmemektedir. Hiçbir insan doğuştan günahkâr ve suçlu değildir. Bilakis Allah insanları tertemiz bir İslam fıtratı üzere yaratmakta (30/Rum, 30; 7/A’raf, 172) fakat insan rüşd çağına erdikten sonra çevre, toplum, aile, okul ve arkadaş gibi önemli faktörlerin de etkisiyle ama tamamen kendi iradesiyle ve kendi kesbi olarak günah ya da sevap işlemekte, hak yolu da, batıl yolu da insan kendisi seçmektedir. Bütün insanların dünyaya bir nebze günahkâr geldiği görüşü kadar İslam’a aykırı bir inanış olamaz.
İnsanın tali suçları affa mazhardır. Allah’ın hiçbir şekilde müsamaha göstermediği suç, uluhiyetinde ve rububiyetinde Allah’a eşler, ortaklar koşmaktır. (4/Nisa, 116). Dünyanın en büyük cürmü, en büyük cinayeti budur, yeryüzünde işlenebilecek en büyük zulüm de budur. Bu sebeple yeryüzünün tamamına yakınında Allah’ı hayata müdahil kılmayan toplum ve devlet düzenleri kurulduğu için, insanlığın tamamına yakını Allah’a şirk koşma suçunu işlemektedir. Bilhassa sermayeyi ve teknoloji gücünü elinde tutan sömürgeci devletler Allah’ın indirdiği vahyi hayatlarından tamamen çıkarmışlar, geçmişe ait bir hatıra kabilinden, adı ‘İslam ülkesi’ olan ülkeleri de bir şekilde kendi düzenlerine uydurmuşlar ve hep birlikte bütünüyle yeryüzünü bir günah galerisine döndürmüşlerdir. Galeride en esaslı kural, Allah’ın haram kıldıklarının helal, helal kıldıklarının haram yapılmasıdır. Bahsettiğimiz ülkelerin anayasaları ve ceza kanunları sadece günah galerisinin muhafızlığını yapmaktadır. Ülkelerin halkları da bu cürümde devletleriyle müşterektir. İşte, insan zımnında suç diye bir mefhum önemsenecekse bu, hayali bir ‘aslî suç’ değil, elan işlenmekte olan ve insanlığın tamamını ilgilendiren bu büyük tuğyan suçudur. Bu tuğyana karşı insanları uyarmak gerekmektedir. Merhum Seyyid Kutub’un En’am suresinin 55. ayetinden hareketle altını kalın çizgilerle çizdiği gibi, mücrimlerle müminlerin yollarını ayrıştırmanın başka yolu yoktur.
Allah’ın, -ceza hukuku da dahil- hayatın tamamını kapsayan münezzeh İslam ahkamı varken, hele de kendilerini İslam’la tanımlayan kavimlerin, batı toplumlarının küfür, şirk, sömürü, fuhuş ve ahlaksızlık timsali yaşam biçimlerini ‘muasır medeniyet seviyesi’ etiketiyle, ideal bir yaşam biçimi olarak kendi insanlarına telkin ve tavsiye eden, halkını İslam’a değil de bu yaşam biçimine davet eden -görevi ve statüsü ne olursa olsun- hiçbir insanı Allah affetmeyecektir. Çünkü bu misyonu yerine getirenleri Kur’an tağut olarak tanımlamaktadır.
Dünyada insanlar işledikleri suçları hükümetlerden, güvenlik güçlerinden gizleyebilirler ya da cezalarını az veya çok çekebilirler ama inanan bir insan asıl ahiretteki cezadan korkmalı, bu sebeple Allah katında suç sayılan fiilleri işlememelidir.
İslam ümmeti olarak en büyük suçumuz, yeryüzünde insanları hayra çağıran, marufu yüceltip münkeri engelleyen, insanları beşerî putlara ve kafir ideolojilere değil, Allah’a itaat etmeye davet eden bir İslam davet topluluğu oluşturmayışımızdır. Kendi aramızdaki bütün eften-püften, kısır tartışmaları bırakıp, bu asîl görevimize odaklanmazsak, işlediğimiz cürümler bizi cehenneme tıkıncaya kadar aymazlığımız devam edecektir.
İKTİBAS