Kazım Karabekir, M. Kemal’in ikinci Meclis’i açarken yaptığı konuşmada edinilen başarıların medeniyete doğru bir yol açtığını söyledikten sonra “yeni yolun” açılış merasiminin ne zaman ve ne tarzda olacağını merakla beklediklerini yazarak anılarında şöyle anlatıyor:
“18 Temmuz’da İslamlığın terakkiye mani olduğunu haykıran Fethi Bey ve arkadaşları bu mâniayı nasıl ve ne zaman kaldıracaklardı? Hükümet programı ile mi, yoksa Gazi’nin herhangi bir hamlesiyle mi? Bu bekleyiş uzun sürmedi. Hemen bu akşam (14 Ağustos) heyet-i ilmiye şerefine Türk Ocağı’nda verilen çay ziyafetinde ilk tehlikeli hamle göründü.
Şöyle ki:
Ziyafete M. Kemal Paşa da, ben de davet edilmiştik. Vekillerden kimse yoktu. Hayli geç gelen M. Kemal Paşa Heyet-i ilmiyenin şimdiye kadarki mesaisi ile ilgili görünmeyerek “Kur’an’ı Türkçeye aynen tercüme ettirmek” arzusunu ortaya attı.
Bu arzusunu ve hatta mücbir olan sebebini başka muhitlerde de söylemiş olacaklar ki, o günlerde bana Şer’iye Vekili Konya Mebusu Hoca Vehbi Efendi ve sözüne inandığım bazı zatlar şu malumatı vermişlerdi:
“Gazi, Kur’an-ı Kerim’i bazı İslamlık aleyhtarı züppelere tercüme ettirmek arzusundadır. Sonra da Kur’an’ın Arapça okunmasını namazda dahi men ederek bu tercümeyi okutacak. O züppelerle de işi alaya boğarak aklınca Kur’an’ı da İslamlığı da kaldıracaktır. Etrafında böyle bir muhit kendisini bu tehlikeli yola sürüklüyor.”
Bazı yeni simalardan da bahis ettikleri gibi bu akşam da bu fikirde olan bazı kimseler görünce bu tehlikeli yolu önlemek için M. Kemal Paşa’ya şöyle cevap verdim:
– Devlet reisi sıfatıyla din işlerini kurcalamanız içeride ve dışarıdaki tesirleri çok zararımıza olur. İşi alakadar makamlara bırakmalı. Fakat rast gele, şunun bunun içinden çıkabileceği basit bir iş olmadığı gibi kötü politika zihniyetinin de işe karışabileceği göz önünde tutularak, içlerinde Arapçaya ve dini bilgilere de hakkıyla vakıf değerli şahsiyetlerin de bulunacağı yüksek ilim adamlarımızdan mürekkep bir heyet toplanmalı. Ve bunların kararına göre tefsir mi Tercüme mi yapmak muvafıktır? Ona göre bunları harekete geçirmelidir.
– ‘Din adamlarına ne lüzum var? Dinlerin tarihi malumdur. Doğrudan doğruya tercüme ettirmeli’ gibi bir fikir ortaya atılınca buna karşı şöyle konuştum:
– Müstemlekeleri İslam halkıyla dolu olan bu milletler kendi siyasi çıkarlarına göre Kur’an’ı dillerine tercüme ettirmişlerdir. İslam dinine ve Arap diline hakkıyla vakıf kimselerin bulunamayacağı herhangi bir heyet bu tercümeyi, mesela, Fransızcadan da yapabilir. Fakat bence burada Maarif programımızı tespit etmek için toplanmış bulunan bu yüksek heyetten vicdani olan din bahsinden değil ilim cephesinden istifade hayırlı olur. Kur’an’ın yapılmış tefsirleri var, lazımsa yenisini de yaparlar. Devlet otoritesini bu yolda yıpratmaktansa milli kalkınmaya hasretmek daha hayırlı olur.
M. Kemal Paşa, beyanatıma karşı hiddetle bütün içyüzünü ortaya attı:
– Evet, Karabekir, Arap oğlunun yavelerini (saçmalıklarını) Türk oğullarına öğretmek için Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettireceğim. Ve böylece de okutacağım. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etsinler.
“10 Temmuz 1923 Ankara istasyonundaki kalem-i mahsus binasında Fırka nizamnamesini müzakereden sonra, Gazi ile yalnız kalarak hasbıhallere başlamıştık.
– Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkûmdurlar, dediler.
Kendisini Hilafet ve Saltanat makamına layık gören ve bu hususlarda teşebbüslerde de bulunan, din ve namus lehinde türlü sözler söyleyen ve hatta hutbe okuyan. Benim kapalı yerlerde baş açıklığımla latife eden, fes ve kalpak yerine kumaş başlık teklifimi hoş görmeyen Mustafa Kemal Paşa, benim hayretle baktığımı görünce, şu izahatı verdi:
– Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Bunun için önce din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz! Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur.”
Fethi Okyar, Türklerin geri kalışını İslamiyet’i kabul etmelerine bağlıyordu ve eğer Müslüman kalmaya devam ederlerse geri kalmışlık devam edecekti. Bu yüzden İslam kalmamaları gerekiyordu. İsmet İnönü de aynı düşüncede, Okyar’la birlikteydi. Müslüman kaldıkları sürece sömürgecileri hedefinde olmaya devam edeceklerini söylüyordu. Mahmut Esat Bozkurt, “İslam terakkiye manidir, eğer Müslüman olarak kalmaya devam edersek kimse yüzümüze bakmayacak” diyordu.
Mustafa Kemal’in yeni devleti kurmadan önce yapmak istediklerinin başında Kur’an’ı Türkçeye çevirmek ve Arapoğlu’nun yavelerini, (saçmalıklarını) Türkoğlu Türk’e göstermek geliyordu. Bu konuda ciddi girişimlerde bulunuldu. Öncelikle Arapça alfabe kaldırıldı, Latin harflerine geçildi. Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile ülkedeki bütün eğitim kurumları birleştirildi. Dile sadeleştirilmeye, Arapça kelimelerin kullanılmasından kaçınılmaya başlandı. Tekke ve zaviyeler kapatıldı.
Yeni kurulan Cumhuriyet idaresi, öncelikle dine ait olanı kontrol etmek istemekte ve bu hususta gereğini yapmaya çalışmaktadır. Görüldüğü gibi kurulmasının üzerinden henüz çok kısa bir süre geçer geçmez öncelikli hedefleri arsında dini kontrol altına almak, kendi kontrolü dışındaki dini gelişmelere karşı teyakkuzda durmak istemiştir. Mustafa Kemal’in öncelikli hedeflerinden birisi de Kur’an’ı Türkçeleştirmektir. Yukarıda Kazım Karabekir’in hatıratında bahsettikleri bu niyetinin en bariz örneğidir. Zira Mustafa Kemal Kur’an’ı saçmalık olarak görüyor ve bu saçmalıkların da Türk toplumu tarafından öğrenilerek, bu kitaptan ve dinden nefret etmesini istiyor. Mustafa Kemal, Kur’an’a “Arap oğlunun yaveleri” diyor. “Yave” Osmanlıcada, “saçma, manasız, saçma sapan söz” anlamına gelmektedir.
Ulusal din ve Türkçe ibadet
Yeni kurulan cumhuriyet ve onun lideri Mustafa Kemal, yukarıda da bahsedildiği gibi, yapmayı tasarladığı ilk işlerinden biri olarak Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettirmekti. Dini hem kontrol altına almak, hem de millileştirmek başlıca gayeleri arsında görülmektedir. Tabi Mustafa Kemal’in tercüme ettirme isteğinden önce de bazı tercümeler yapılmış, lakin iktidar erkinin kendi kontrolü dışında gelişen bu tercümeler, makbul kabul edilmemiştir. Özellikle II. Meşrutiyetin ilanı ile Osmanlılar arasında da hızla yayılan tercüme girişimleri sonucunda, kısa bir süre içerisinde pek çok tefsir ve tercümeler zuhur etti. Bu dönemde bu hareketin üzerinde Milliyetçilik cereyanının etkisinin görülmesi, dinin millileştirilmek istendiğinin de tezahürü olarak değerlendirilebilir. Bu dönemde başlayan tercüme hareketlerinin genel itibarıyla siyasi olduğu görülür.
Türkçe tercüme faaliyetlerinin aslında ileriye dönük dinin millileştirilmesi ve Türkçe ibadet için gündeme getirildiği hemen hemen herkes tarafından anlaşılmış gibidir. Ulusalcılık ve ulusal din, kurulacak olan yeni devletin yapısında dinin ve Kitabının ne konumda olacağını da belirlemektedir. Özellikle yeni kurulacak cumhuriyetin lideri Mustafa Kemal din konusunda büyük bir inkılap yapmak istiyordu, lakin bu inkılabı yapmayı başaramamıştır. Cemal Kutay, Mustafa Kemal’in yapmak istediklerini “Atatürk’ün beraberinde götürdüğü hasret, Türkçe ibadet” diye ifade etmektedir.
Türkçe Kur’an ve ibadet meselelerinin gündeme gelmeye başlamasıyla birlikte tartışmalar da başlamış, destekleyenler ve karşı çıkanlar karşılıklı olarak mesele üzerinde uzunca tartışmıştır. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Kur’an’ın Türkçesi üzerinde ısrar edenlere karşı “Dini Mücedditler” adıyla kaleme aldığı reddiyesinde, Türkçe tefsir yazmakla Kur’an’ın Türkçe tercümesini yazmanın birbirinden ayrı ve farklı meseleler olarak ele alınması gerektiğini söylemektedir. Üstelik ikincisinin birincisinden daha güç ve müşkül olduğunu söylemekte ve ardından da Kur’an’ın Türkçe’ye daha önceleri de çevrildiğini belirterek maksadın farklı olduğuna işaret etmektedir.
Mustafa Sabri Efendi meseleye farklı bir şekilde bakmakta ve Türkçe Kur’an’la ileriye dönük Türkçe ibadet yapılmak istendiğini anlamış görünmektedir:
“Şimdiye kadar Kur’an’ı Kerim’in Türkçe tefsiri veya tercümesi yazılmamış da değildir. Yazılmış ve fakat beğenilmemiş ve kifayet etmemiş ki Haşim Nahit Bey de buna henüz birinci defa olarak Kazanlı Musa Efendi tarafından teşebbüs olunuyor gibi idare-i kelam ediyor. Kendi tabiriyle “İslam fikir ve vicdanın esaretten halası” böyle bir tercüme teşebbüsüyle hasıl olsa, bunun daha evvelki tercümelerle husulü iktiza ederdi.(…) Mücedditlerimiz Kur’an’ı Kerim’in Türkçesini asıl Kur’an makamına ikame ederek Türklerin namazını bile işte bu Türk Kur’an’ı ile kıldırmak isterler. İşte ben de caiz olmayan şeyin, Kur’an’ı Kerim’i Türkçeye tercüme etmek değil de belki “herhangi bir lisan ile tercümesinin namazda tilaveti meselesi olduğunu” söylemek isterim.”
Mustafa Sabri Efendi, Türkçe Kur’an için öne sürülen gerekçelere de cevap vermektedir: “İnsanın namazında Allah’ına kendi lisanı ile münacatta bulunmak nimetinden mahrum kalması tarzındaki yeni itirazların cevabı kolaydır. Çünkü namazı insanın kendisi tertip etmemiştir, Cenabı Hakkın emri veçhile tertip edilmiştir. İçinde okunacak Kur’an’ın da Allah kelâmı olması matluptur. Vazife bu suretle ifa edilecektir. Bunun haricinde Müslümanlar kendi lisanları ile de Cenabı Hakka istedikleri kadar dua edebilirler. Ve isterlerse namazda okudukları âyatı Kur’aniyenin mânalarını da ehlinden öğrenebilirler. Ve bu gibi ihtiyaçlardan dolayı bütün anasırı İslâmiyenin Arapçayı müşterek bir lisan gibi aralarında tamime çalışmaları bir vazifedir. Daha sonra namazın ekmel sureti cemaatle eda olunan namazlardan ibaret olduğuna göre herkes kendi lisanına tevfikan edayı salât etmek lâzım gelse muhtelif İslâm unsurlarının bir arada namaz kılamaması veyahut kıldıkları surette her kafadan bir ses gelmesi gibi mahzurlarla İslam’ın ahenk ve vahdetine vurulacak darbeleri hesaba katmalıdır…”
Türkçe ibadet konusunda ısrarlı olan Mustafa Kemal’in etrafındakiler de kendisi gibidir ve Kur’an’ın Türkçeleştirilip ibadetlerinde Türkçe olmasını istemektedir. Hatta bunların içinden bazıları, İslam’da reformu yeterli görmüyor; Türklerin bütünüyle dinden koparılmasını öneriyordu. Diğer bazıları ise, Türklerin bin yıldır mensubu oldukları bu dini tamamen bırakıp Hıristiyanlaşmalarını sağlamayı açıkça teklif ediyordu. Bunlar, İslamiyet’i ilerlemenin ve modernleşmenin önündeki en büyük engel olarak görüyor; çağdaşlaşmak ve kalkınmak için mutlaka bu dinden kurtulup, ilerlemiş Batı ülkelerinin dini olan Hıristiyanlığı seçmek gerektiğini savunuyorlardı. Reşit Galip (ö. 1934), Mahmut Esat Bozkurt (ö. 1943), Tevfik Rüştü (ö. 1972), Fethi Okyar (ö. 1943), İsmet İnönü (ö. 1973) gibi zevat, bu meyanda zikredilebilecek isimlerden bazılarıdır. Bunlardan Mahmut Esat, İslam’ın terakkiye mani olduğunu ileri sürerek, anayasaya, “Türkiye Cumhuriyetinin dini Hıristiyanlıktır” maddesinin yazılmasını bile teklif etmiştir.
Mecliste Türkçe Kur’an görüşmeleri
Türkçe Kur’an tercümesi Cumhuriyetin ilanından önce başlamış, Cumhuriyetin ilk yıllarında da yoğun bir şekilde devam etmiştir. Batıda ortaya çıkan ulus devlet anlayışı ve milliyetçilik akımı, aynı zamanda dini de siyasi bakımdan kullanışlı hale getirmek için uygun bir hava estirdi. Daha önce yapılan tercüme ve tefsirler iktidardan bağımsız, müstakil şahıslar eliyle ya da bazı ilmi heyetler tarafından yapılmaktaydı. Devlet resmi olarak Türkçe Kur’an tercümesini gerçekleştirmemişti. İdeolojisinde önemli bir yer tutan Türkçe ibadet için Türkçe Kur’an resmi ideoloji tarafından, iktidar merkezli ele alınıp yapılmalıydı. Kurucu iktidar kontrolü kaybetmemek için bu işe el atma zorunluluğu hissetti ve gerekenin yapılması için Meclis harekete geçti.
Öncelikle Mecliste bütün dini faaliyetlerin devlet kontrolünde olduğunu beyan eden, “Türkiye Cumhuriyeti memaliki dahilinde bilcümle cevami ve mesacidi şerifenin ve tekkayı ve zevayanın idaresine imam, hatip, vaiz, şeyh, müezzin ve kayyımların ve sair müstahdemin tayin ve azillerine Umuru Diyaniye Reisi memurdur.” denilerek yasa çıkarıldı.(10) 21 Şubat 1925 yılında ‘devairi devlet’ olan Diyanet İşlerinin bütçesi görüşülmeye başlandı.
Bu müessesenin de Devair-i Devletin diğer müesseseleri gibi ahenkli olarak işlemesi gerekirdi. Eğer bu kurum da diğer devlet müesseseleri gibi işlemezse ahenk bozulabilir, sistem arıza verirdi. Diğer devlet kurumları gibi bu kurumun da belli bir bütçesi olmalıdır.
Meclis’te 21 Şubat 1925’te Diyanet İşleri bütçesini görüşülmeye başlanır. Reis Ali Sururi Bey celseyi açarak görüşmeleri başlatır. Meclis görüşmeleri Diyanet bütçesinden daha çok, yeni kurulan Diyanet Riyaseti’nin yapacağı dini yayınlar ve Türkçe Kur’an tercümesi üzerinde yoğunlaşır. Milletin itikadıyla alakalı olan İslam Ahkâmına dair, milletin anlayabileceği şekilde eserler neşrederek millete okutturmak ve maneviyatı yükseltmek, Diyanetin görevleri arasındadır.
Görüşmelerde söz alan Eskişehir mebusu olan Abdullah Azmi Efendi uzunca bir nutukla fikirlerini beyan eder: Kurulan devlet Müslüman bir devlet (!) olduğu için bu konularda hassasiyet gösterilmelidir. İslam’a müsteşrikler tarafından saldırılar olmaktadır ve devlet olarak bunlara karşı tedbir alınmalı, din saldırılara karşı muhafaza edilmelidir. Bu çalışmaların yapılabilmesi için de Diyanet bütçesine hazineden bir fon ayrılmalı, dini konularda mütehassıs olanlar görevlendirilerek masrafları karşılanmalıdır. Bir vaiz gibi konuşmasını sürdüren Azmi Efendi yapılan Kur’an tercümelerine de değinir:
“Kezalik Kuran Tercümesi: Bugün ihtiyacı umumi haline geldiğini görüyorum. Rastgelen Kuran tercümesi yazmağa kalkıyor. Bunun hatalı olduğu görülüyor ve mütehassısları tarafından cerh olunuyor. Kitabımız olan kuranı kerimin mütehassıs bir heyeti ilmiye tarafından tefsiri bir şekilde tercüme edilerek herkesin bu husustaki ihtiyacını temin için buraya müracaat etmesi de hemen bugün vecibe halini almıştır…”
Çevrilen Kur’an tercümeleri resmi ideolojinin kontrolü dışındadır ve birçok hatayı da içinde barındırmaktadır. Resmi ideolojinin kontrolü dışındaki bütün çeviriler, kontrol dışı olması hasebiyle başlı başına bir hatayı bünyesinde barındırmaktadır. Madem ki Diyanet dini bir müessese olarak devlet müessesesidir, o vakit bu müessese de diğerleri gibi aktif olmalı, dini meselelerde gereken neyse yerine getirmelidir. Din bir bakıma resmileşmeli, resmîleştirilmelidir. Diyanet Reisliği’nin yapacakları sadece Kur’an tercümesiyle kalmamalıdır. Dini alanda her türlü basın yayın işi, hadis külliyatı, dini öğretecek eserler vücuda getirilmelidir.
Görüşmelerde söz alan Kastamonu mebusu Ahmet Mahir Efendi dinin önemine değinerek fikirlerini beyan eder:
“Muhterem Efendiler! Malûmu âlinizdir ki, içtimaın, itilâfın, ittifakın, ittihadın en büyük sebebi dindir. Din üzerinde vuku bulan içtima, hiçbir şey üzerinde vuku bulamaz. İstihkârı hayat ettiren dindir. Bütün malını, canını, evlâdını, ahfadını, darını, diyarını terk ettiren dindir. Kezalik bugün koca Rumeli Kıtasından milyonlarca Müslümanın hicretini icap ettiren de dindir. Şu halde dine hadim olmayanlar hiçbir şeye muvaffak olamazlar.”
Mahir Efendi’ye göre, meydana gelen bütün olağanüstü şeylerin sebebi dindir. Ve bugün Kur’an bizi ya dinli edecektir ya da dinsiz. Eğer Kur’an bilinmezse hüsrana uğramak kaçınılmaz olacaktır. Mahir Efendi ilginç bir çıkış yaparak, “ya Kur’an’a tâbi olalım tam Müslüman olalım, ya da bunlar hurafeden ibarettir deyip vazgeçelim” der.
Karesi mebusu Vehbi Bey, Diyanet’in de bir meslek kuruluşu olduğunu ve her meslek erbabının mesleğine dikkat etmesi gerektiği gibi Diyanet’in de mesleğini iyi icra etmesinin zaruri olduğunu ifade eder. Vehbi Bey’e göre Din adamı olmak bir meslektir ve dini öğretmek bu meslek sahiplerinin tasarrufunda olmalıdır. Her başına iki arşın sarık saran kimse, hocayım diye milletin arasında dolaşmamalıdır. Binaenaleyh Diyanet İşleri Riyaseti mesleğini temsile kudretli davranmalı, din hususunda yetkili olanlar belli bir kıyafet giymelidir. Diyanet görevini layıkıyla yerine getirmeli ki, yarın dili tatlı, fesahati belagati kuvvetli biri çıkıp da “bu cumhuriyet İslam’a mugayirdir” demesin.
Ahmet Hamdi Akseki, Diyanet Reisliği’nin yeterli bütçesinin olmadığını beyanla, eğer gerekli ödenek sağlanırsa bu konuda Reisliğin gerekli çalışmaları yapacağını ve diğer muharref eserlerin ortadan kalkacağını ifade eder. Akseki Türkçe hutbe meselesine de değinerek, birçok yerde görevlilerin Türkçe hutbe irad ederek halkı aydınlattıklarını, lakin bilgili ve yetkin adam yokluğundan bu işin istenilen düzeyde olmadığını ifade ederek, görevli maaşlarının arttırılması gerektiğine işaret eder. Eğer hatiplerin maaşı arttırılırsa bir talimatla hepsinin Türkçe okunmasının temin edileceğini söyler. Kıyafet meselesine de değinen Akseki, görevlilerin kendine has kıyafetinin olması gerektiğini savunur.
Mecliste yapılan tartışmalar sonucunda Abdullah Azmi Efendi, Kur’an tercümesi ve hadis külliyatı için teklif sunarak 20.000 lira ek ödenek ister. Bu ödenek Kur’an’ı Kerim’i ve hadis külliyatını Türkçeye çevirecek olan ilim ehline verilecektir. Mecliste Kur’an’ın Türkçeye tercümesi ve Hadis-i Nebevi tercümesi üzerinde uzun tartışmalar olur. Karesi mebusu Ali Sururi ilginç bir noktaya işaret ederek, “Hilâfet için birçok yaygara olmuştur. Memlekette Kur’an okuyan bir Türk hilâfet hakkında kelime-i vahide göremez, meşverete (şura) ya dair müteaddit ayeti kerime vardır” der. Bu sözler bize Elmalılı Hamdi’nin Meşrutiyetin ilanından sonra hilafetle ilgili olarak kaleme aldığı makalelerini hatırlatmaktadır. Elmalılı Hamdi makalelerini kaleme alıp cesurca yorumlar yaptığı sıralarda, işlerin bu denli çığırından çıkarak, yeni bir resmi Kur’an ve yeni bir resmi din inşa edileceğini aklına getirmiş midir? Ve dahası böyle bir vasatta Resmi ideolojinin önerisiyle kendisinin de bir gün gelip tefsir yapacağını hiç düşünmüş müdür?
Mecliste, gerek Kur’an tercümesi gerekse dini müktesebat hususunda bu denli yoğun tartışmaların elbette ki yeni kurulan Cumhuriyet ideolojisiyle yakından alakası bulunmaktadır. Geleneksel Osmanlı toplumu yeni ideolojinin sahipleri tarafından cahil cühela görüldüğünden ötürü, onlara dinlerini biri öğretecekse bu öğretici de mutlaka Cumhuriyetin sahipleri olmalıdır. Kurulan cumhuriyette gerçekleştirilen bütün inkılaplar ideolojik olarak inşa edilirken, özellikle dinde reform girişimleri daha bir hassas olarak ele alınmaktadır. Yapılacak olan inkılaplarda başta din ve dine ait olanlar, yangından ilk kurtarılacak olanlar arasındadır. Kurulan yeni cumhuriyetin muktedirleri bu konuda fırsatını kollayarak asla müsamaha göstermeyecektir. Yeni bir devlet kurulmuş ve yeni bir ulus inşa edilecektir.
O dönemde ulus devlet anlayışının yol açtığı yıkım tarihin şahitliğinde ortadadır. Yeni kurulan ulus devlette dinin yeri yoktur ve devlet dinden bağımsız hareket edecektir. 20. Yüzyılda öne sürülen ulus devlet formatındaki iktidarlar, devletin dinle işi olmadığını açıkça ifade ederken, 21. Yüzyıla gelindiğinde ise bu yorum değişecek ve dinin devlet talebi olmadığı şeklinde yeniden yorumlanacaktır. Bir bakıma 20. Yüzyılda ortaya atılan fikirler ve uygulamalar daha dürüst ve cesurca olurken, 21. Yüzyılda dinin ne işe yaradığı yeniden yorumlanırken, daha sinsice ve korkakça olmaktadır. 21. Yüzyılda İslam toplumlarının başına gelen iktidarların dine bakışları ve dindarlıkları, dini, iktidarın bekası için kullanışlı hale getirmek ve dinin bütün muhkemlerini, sabitelerini ve değişkenlerini yeniden tanımlayarak, beka sorunlarına çözüm üretmekle yakından alakalıdır.
Cumhuriyetin ilanını müteakiben Kur’an çevirilerinin zuhuruyla birlikte, aynı yıllarda Osmanlı devletinin halkları içinden bir Türk Ulusunun çıkması arasında sadece kronolojik bakımdan değil, mahiyet bakımından da köklü bir ilişki bulunmaktadır. Çünkü birdenbire milyonlarca Türk’ün kendi mukaddes kitabını anlamadan okumasının ne denli büyük bir eksiklik olduğunun fark edilmesi ve bu yolda teşebbüslere girişilmesi, siyasi iktidarların bu söylemin sahiplerine arka çıkmasıyla hızlanmıştır. Bu süreç içerisinde mevcut söylem, sadece efkar-ı umumiyeyi değil, aynı zamanda siyasi iktidara da hakim olunca, bundan böyle bizzat devlet, dinin milli karakterini oluşturucu bir fonksiyon yüklenmiştir. Cumhuriyet ideolojisinde yasamanın en üst makamı olan meclis, dine ve dini olana taalluk eden her türlü girişimi kendi kontrolü altında olması için azami gayret sarf etmiştir. Laik bir cumhuriyet iktidarının Kur’an’ı ve İslam’a ait bilgileri sadece vatandaşının doğru bilgi öğrenmesini öncelediği açısından değerlendirecek olursak elbette çok büyük yanılgıya düşeriz.
Meclis uzun tartışmalar sonucunda tercüme faaliyetleri için ayrılan bütçeyi; “Kur’an’ı Kerim ve hadisi Şerife Türkçe Tercüme ve Tefsir Heyeti Muhasses ücret ve masarifi” şeklinde yasalaştırdı. Artık dini yayınlarla ilgili muteber kabul edilebilecek dini eserler resmi ideolojinin neşrettiği eserler olarak ilgi görecektir.
Allah nasip ederse gelecek yazımızda Elmalılı Hamdi Yazır’a Meclis tarafından Kur’an Tefsiri teklifini ele almaya çalışacağız.
Yakıp Döğer/İktibas