Amenna ve Saddakna
Ne olduğuna, ne yaparsak onunla başa çıkacağımıza dair doğru dürüst bilgi sahibi bile olamadığımız bir yeni zamanlar virüsü, adeta elini kolunu sallaya sallaya dünyayı dolaşıyor. En yoksullardan en makam-mevki sahiplerine kadar herkesi tehdit edebiliyor ve bazılarını gerçekten eline geçirip tüketiyor. Korku içten içe insanlığı kemiriyor, şehirler boşalıyor, cesetler caddelerde çürümeye terkediliyor, çuvallara doldurulup toprağa veriliyor. İnsanlar evlerinden yüzünde maskelerle çıkıyor, virüsü engellemeye ve korkularını gözlemeye çalışıyorlar.
Bu kadar değil dünyanın güncel fotoromanından yansıyan karanlık görüntüler… Uygarlığın beşiği diye anlatılan Avrupa kıtasının sınır kapılarında, iltica peşindeki çaresizliği aşikâr bir yığın insan, aç, yorgun, çoluk çocuk denmeden ateşe tutuluyor, tartaklanıyor, aşağılanıyor, çırılçıplak soyulup kış soğuğunda tazyikli suya tutuluyor. Azgın sularla boğuşan botlarına saldırılıyor, dondurucu sularda ölüme itiliyor. Bütün bunlar olurken, o uygarlık kıtasının köklü ve aynı zamanda çağdaş üniversitelerinde hocalar hiçbir konsantrasyon kaybına uğramadan öğrencilerine felsefe, psikoloji, etik, estetik, metafizik anlatmaya devam edebiliyor. O ülkelerin yöneticileri hâlâ tepelerden aşağılara bakarak özgürlükçü ve demokratik nutuklar atmaya devam ediyor. Az önce zaten bağıran ayrımcı dilleriyle, ancak az sayıda mülteciyi seçerek kabul edebileceklerini itiraf ederek yedikleri haltın üstüne kendi elleriyle mum dikmemişler gibi… Mülteci, apaçık ki, işlerine yaradığı, sürüme katılabildiği, asimile edilebilirliği ölçüsünde kabul edilebilir bir ‘öteki’! Çaresizliğine el uzatılabilir, umudu olunabilir biri değil onlar için bir umut kendilerine sığınan bu insanlar, gündelik hayatlarının çukurlarını en rantabl şekilde doldurabilecekleri bir dolgu… Can değil onlar, bir nevi ‘canlı’!
Bu kadar da değil ama…
Güç ve kazanç merkezlerinin yeraltı hatlarında önemli kaymalar yaşandığı bariz görünüyor. Kimin kimle iş tuttuğu, kimin kimin altını oyduğu belli değil… Muhtemel ki hepsi aynı anda oluyor. Uluslararası oyunlarda diplomatik centilmenlik kuralları belli ki tamamen rafa kaldırılmış. Devletler birbirine güvenmiyor, devletler üzerinden toplumlar da birbirlerine karşı milyon tane vehimle doldurulmuş bir halde… Küresel bir paranoya yaşanıyor adeta ve kimse henüz bunun adını koyabilecek durumda değil…
Zihinsel tektipleştirme, kültürel sığlaştırma, insanları belli bir vasata bağlayarak kendi anlam dünyalarından uzaklaştırma operasyonları mimarlarının bile kontrolünden çıkmış gibi görünüyor. Bu küresel şuursuz dalganın gidip nereye toslayacağını kestirmek neredeyse imkansız artık. İnsanlık bir meramı olmadan yaşamaya müptela oldu.
Bilim, teknoloji, ilerleme, aydınlanma ve saire… Bütün bu meselelerle ilgili olarak kurulan her cümlenin ardından, belli belirsiz gülme efektleri duyuluyor sanki şu kahredici küreselleşme ‘sit-com’unda.
Ne olacak peki? Nereye gidiyor, nereye varacak dünya? Belli ki zulümle, kanla, hukuksuzlukla, gaspla kurulmuş bu sahte dünya er ya da geç yıkılacak. Şimdiden çatırdamaya başladı hatta. Ne gelecek yerine peki? Hak ettiğimiz ne ise o!
Bütün bu yaşananlar bize sadece acı ve gözyaşı getirmiyor, sadece tedirginlik, korku, hayal kırıklığı ve öfke yaşatmıyor; aynı zamanda içten içe sarsıyor da bizi. İşte bu zamanın imtihanında bizim hiç çalışmadığımız yerden çıkan soru bu! Cevabını içimizin epeydir kilitli tuttuğumuz odalarında aramamız gerekiyor. Hatırlamayı başarabilirsek eğer, hakikatin orada bizi beklediğini göreceğiz. Bizim sebeplere ihtiyacı olmaksızın her sığınanı rahmetiyle sarıp sarmalayan bir sahibimiz var! Biz onun sonsuz kudretine inananlarız ve O ne derse o olur!
Amenna ve saddakna…
Yeni Şafak / Gökhan Özcan