Derin bir uykunun içinde rüyalar görenler, ancak uyandıklarında anlar gördüklerinin bir rüya olduğunu. Rüyalardaki mutluluğun ve huzurun efsunu, gerçek hayatın hakikatiyle yüzleşince bozulur. Bu hakikat öyle yamandır ki, yüzleştiğinde insanı çaresiz de bırakabilir. Hakikat asli manasıyla, kendisinin dışında var olan her şeyin önemsiz olduğunun tanımıdır aynı zamanda. Yani var olan her şey hakikatin sonrasında gelir. Hakikat, bir şeyin özüdür, aslıdır, verilidir, vahiydir. Hz. Muhammed’in (as) öğrettiğidir.
“Hak sadece Rabbinden gelendir, sakın kuşkuya kapılanlardan olma.” (2 Bakara/147)
Büyük sorunları görmezden gelmek, ya da görmemek için bakmamak, bakıp umursamamak, kişiyi istediklerine kavuşturmaz. İstediğine erişebilmenin yaşanan sorunun aşılmasıyla mümkün olacağının bilinmesi gerekir. İnsanı en çok yiyip bitiren emel, hiç bir zaman kazanamayacaklarına sahip olmak için çırpınıp durmasıdır. Bu çaba dünyevi algının zihne ve eyleme hakim olmasıdır. Bu tür yaşam tercihi de bir hakikattir, hem de yüzleşildiğinde biçare bırakan türünden.
“Öyle bir günden sakını ki o gün, hiç kimse, hiç kimse adına bir şey ödeyemez, hiç kimse hiç kimseye şefaat edemez, hiç kimseden bir fidye alınmaz ve yardım görülmez. İşte öyle bir günden sakının.” (2 Bakara/48)
Müslümanların dünyadaki mü’mince çabalarının ahirete karşılık gelen tek mükafatı vardır o da cennettir, başka beklentileri yoktur, olamaz da. Resulullah’ın (as) elinin üstüne ellerini koyan Yesribli mü’minler, her şeylerini feda edebilmeyi göze almalarının karşılığı olarak sadece cenneti kazanmaya razı oldular. Bu durum, o günden bu güne tercihin hangi yönde kazançlı olacağının pratik karşılığını teşkil eder. Ve Allah bu kutlu biatleşmeye de şahitlik etmiştir.
“Sana biat edenler ancak Allah’a biat etmiş olurlar. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Verdiği sözden dönen kendi aleyhine dönmüş olur. Allah’a verdiği sözü yerine getirene, Allah büyük bir mükâfat verecektir.”(48 Fetih/10)
Ellerinizi Resulllah’ın (as) eli üzerine koymuşsanız, Yesribli mü’minlerin ruh halini yaşamanız gerekir. Yoksa gerisi lafı güzaftır.
İdeali cennet olan, cennete gitmek istiyorum diyen çağın Müslümanları, ellerini Yesribli mü’minler gibi Resulullah’ın (as) eli üzerine koyabilmiş midir? Yoksa hala Araf’ta mıdır?
Müslümanlar ne yapmalı? Böyle klişe bir soruya, ciddi bir cevap nasıl bulunabilir, laftan öte ne yapılabilir? Herkesin kendi algısını doğru diye dayattığı bir dünyada, sorulan soruya hep sorularla cevap aranmasından nasıl kurtulabilinir. Şimdilerde kimi merhale fıkhı diyor, kimi mağaralarınızdan çıkın diyor, kimi maslahattır diyor, kimi tekfir imanın gereğidir diyor, kimi alan kazanıyoruz diyor, kimi ben senin gibi düşünmüyorum diyor, kimi hadisleri kabul etmiyor, kimi sorgulamadan ne varsa alıyor, kimi çekincelerim var diyor. Herkes birbirine yanlış yapıyorsun diye söylenip duruyor. Doğru olanın ne olduğu da, ne yazık ki, bu sözlerin sonucunda ortaya çıkmıyor. Çıkmıyor çünkü, her sözün sahibi, kendi metodolojisinin doğruluğuna kendisini ikna etmiş durumda.
Bunların sonucunda, her kafadan bir ses çıkıyor, her kafada başka başka plan projeler çiziliyor, her hizip bir ekol olmanın yolunu arıyor, ararken adam kazanmanın, kitle genişletmenin çabasını veriyor. Müslümanlar ne yapmalı sorusuna kimse ümmice bir cevap veremiyor. Ümmiliğin, cahilliğin ötesinde bir anlam taşıdığını, anlamın Müslümanlara dönük önemli mahiyetle içerdiği ise görmezden geliniyor. Ümmilik bir çözüm olabilirdi, ümmice yaklaşmak, Mekke’nin mü’minlerini birbirine bağlayan bağın yeniden tesisini sağlayabilirdi. Lakin o kadar çok ilim ve bilgi sahibi olundu ki, ümmiliğin adı bile anılamıyor.
Derin düşlerin yolcusu mü’minler, ilerlerken hayat yolunda, ellerine bulaşan çamurları ne yapıp da nasıl temizleyecekler düşünülmedi. Bu bir eklemlenme sorunu değildir, entegre olma sorunu da değildir. Bu sorun bütün dünyevi kaygılardan beri olduğunu söyleyenlerin sorunudur. Tanık olunan, şahitlik edilen, hesaba çekilinecek olan, tuğyandan beri olduğunu söyleyenlerin pratiğidir.
Müslümanlar ne yapmalı? Yüzlerce cevap verilir şimdi böyle bir soruya. Ama hangisi, “Muhammed (as) söylediyse doğrudur”un karşılığıdır, düşünüp, oturup konuşulmalı. Soruyu kaale alan, soruya cevap vermek isteyen herkes çok orijinal fikirler ileri sürebilir, sonuçta mürekkep yalamış, kitaplar okumuş, eserler yazmış bir ümmetin (!) fertleri var ortada. Dertlenip anlatanları can kulağıyla muhatapları dinleyebilirler, “haklısın” diyebilirler lakin “evet haklısın” dedikten sonra gelen “ama”,daha önceki bütün söylenenleri geçersiz kılan bir işlev görür. Eğer sonrasında söylenen “ama”sözcüğü problemlere başka bir bakış açısı gösteriyor ve başka çözümlerin de olabileceğine işaret ediyorsa, faydalıdır. Yok değilse, söylenen “ama” sözcüğü, kendinden menkulün dışındakini geçersiz kılıyorsa ipin kördüğüm olduğu yerdir. Bizde kördüğüme “gavur düğümü” denilir, ne çözülür ne de çözmek için çaba gösterilmeye değer, tek çözüm ipin bir kısmını kurtarmak için düğümden kesip atmaktır. Öküz arabalarına sap-saman sararlarken, büyükler küçüklere akıl verir,“gavur düğümü atma” derler. Metrelerce ip, bir düğümün yanlış atılmasıyla en az iki parça olur. Mü’minlere ise, böyle bir düğüm olması asla yakışmaz.
Müslümanlar ne yapmalı? Nereden başlamalı? Neye mi? Herkesin kafasındaki en büyük sorun olarak gördüklerini çözmeye. En azından oturup birer bardak çay içmeye, bir birini ziyaret edip halleşmeye, oturup konuşmaya. Şimdi birileri çıkıp bu ayrılık gayrılık işlerinin temeli büyük oranda nefsi olabilir dese, başka birileri de üstüne alınır mı? Alınır. Bunca parçalanmışlığın içinde havamızda hiç eksik olmuyor hani. Konuşmaktan öte yapacak işlerimiz varken, oturup konuşamıyorsak, konuşup halleşemiyorsak, Müslümanların elleri Hz. Muhammed’in (as) eli üzerinde midir? Evetse bir avuç Yesribli gibi olmalıyız, değilse, ellerimiz kimin ya da kimlerin elleri üzerindedir Müslümanlar olarak? Burası düşünülmelidir.
“Ey iman edenler, Allah’a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a ve elçisine döndürün. Şayet Allah’a ve ahiret gününe iman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir.” (4 Nisa/59)
Matematikte kuralmış, 1 harfinin sağ yanına bir kamyon sıfır koysanız, ebediliğin karşısında sayısal olarak değeri etkisiz elemana tekabül edermiş. Elleri Resulullah’ın eli üzerinde olan mü’minlerin, ebedi hayatı kazanma gibi bir dertleri ve çabaları olması gerekmez mi?
Allah’ın, “Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları desteklemiştir…” ayetinin muhatabı kimler, ya da bu ayetin karşı manası, kimler kalbine imanı daha yazdıramadı? İmanın yazılmadığı kalpler, kurak çöllerden daha kurak değil midir?
“Rabbinizden olan bir mağfirete ve cennete (kavuşmak için) ‘çaba gösterip yarışın,’ ki (o cennet) genişliği gök ile yerin genişliği gibi olup Allah’a ve Resûlü’ne iman edenler için hazırlanmıştır. İşte bu, Allah’ın fazlıdır ki, onu dilediğine verir. Allah büyük fazl sahibidir.”(57 Hadid/21)
Sadık olmak insanın fıtri duygusudur, sadık olmak ve sadakat öncelikle “elestü birabbiküm” den“galu bela”ya dayanır. Sadakatin ilk çıkış yeri burasıdır, sadık olmak “galu bela” ya bağlı kalmaktır. Tabi ki hata da insana aittir, hatasız bir kulun olması tasavvur edilemez. Hatanın, günahın insana ait olduğunu bilen yaratan, “Tevbe” kapısını sonuna kadar açarak arınmanın da yolunu göstermiştir. Bir bakıma tevbe, insana sadık kalabilmesi için verilmiş en büyük dayanaktır. Sadık kalmanın bir ileriki adımı ise sadıklarla beraber olmaktır. “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (9 Tevbe/119). Ayetin bir öncesi ve bir sonrası da konuyla bağlantılıdır.
Bireysel muvahhidliğin prim yaptığı günümüzde, doğrularımız önümüzde bir duvar gibi dururken, kendi ördüğümüz duvarın arkasını göremiyoruz. Gelip durduğumuz, durup tosladığımız yer başkalarının değil, kendi eserimiz. Bu yaklaşım herkes için geçerli midir değil midir bilemeyiz, ama kimse kendisinin duvarlarından arındığını sanmamalı, ya da en azından “duvarlarım varsa nasıl yıkabilirim” diye düşünmeli. Bir şey kaybettirecek değil hani, denemeye değer bir girişim olsa gerek.
Unutulmamalıdır ki
“Her bilenin üstünde bir bilen vardır.” (12 Yusuf/76)
Müslümanlar ne yapmalı? Derdi olan dertlenmelidir, derdim var diyen varsa, muzdaribim, sıkıntılıyım, sadıklarla beraber olmak istiyorum da nasıl olacağını bir türlü bilemiyorum diyenler, dertleriyle dertlensin, hem hal olsun. Mutlaka bir yol bulunacaktır. Allah bir yol gösterecektir. Yani bunları yazmak klavye başında rahattır denilebilir tabi. Sanki ortamı bilmiyorsunuz da denilebilir. İşte mü’minler bir şey yapacaksa buna rağmen yapmalı değil mi? Mekke’de iman edenlerle, Medine’de iman edenler bir mi? Ortaya bir şey çıkarmak için canhıraş mücadele ederken bedel ödeyenlerle, ortaya çıkan değerin nimetini hiç bir çaba sarf etmeden paylaşanlar da bir olmayacak elbet. Sabikûnlar için hazırlanan cennetin nimetleri bile farklıdır, unutulmamalı.
“Sonra Kitabı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir yoldadır, kimi de Allah’ın izniyle hayırlarda yarışır öne geçer. İşte bu, büyük fazlın kendisidir.” (35 Fatır/32)
Müslümanlar ne yapmalı? Herkes Süleyman (as) olabilir mi? Bazıları da Eyyub (as) olmaya rıza göstermeli değil mi? Herkes Yusuf (as) olamaz, birileri de Lut (as), İdris (as) olmayı göze alabilmelidir. Herkes Ömer olamaz, birileri de Bilal, Ammar, Ebu Zer olmaya aday olmalı. Herkes ferman yazamaz, birileri ferman yazacaksa, birileri de fermanı yerine ulaştıracak elçiler olmayı canı gönülden arzu etmeli. Rıza, Allah’ın belirlediklerine gönül hoşnutluğuyla teslim olmaktır, yoksa mecbur kalınmışlığın baskısıyla işlenen amel değildir. Allah önce kendisinden razı olanlardan razı olacaktır, kendisinden razı olanları cennetine buyur edecektir.
“Ey mutmain nefis, sen Rabbinden razı, Rabbin senden razı cennetime gir.” (89 Fecr/27-30)
Müslümanlar ne yapmalı? Ve Müslümanlar Neyini Kaybetti de ne yapacağını bilemiyor? Müslümanlar neyini kaybetti de içinde bulunduğu kör kuyulardan çıkamıyor? Yitiğimiz nedir?
Esas olandan kopan, esas olandan uzaklaşan, esas olana bir türlü ulaşamayan Müslüman’a ne oldu da içinde bulunduğu karmaşık, girift, adeta kördüğüm olan halinden çıkamaz bir ruh haliyle yaşıyor? Müslüman’lar bir şeyini kaybetti ve ne yapması gerektiğini bilemiyor. Müslüman’ların elinden bir şeyini aldılar ama kaybedilen, elinden alınan nedir, nelerini kaybettiler de bu haldeler?
Modern dünya dedik, modernizm dedik, seküler hayat Müslüman’ı bozdu dedik, rahatlık rehavete götürdü dedik, ama baktık ki, modern olmayanlar da, sekülerliği ret edenler de aynı sarmalın içinde boğuşup duruyor, aynı hengameyi yaşıyor.
Çok uzaklara gitmeye gerek yok, yirmi-otuz yıl öncesine dönsek, bugünden çok daha farklı Müslüman’ca bir anlayışın ve düşünüşün, mü’mileri kuşatan kardeşlik duygularına şahitlik ettiğimizi hatırlıyoruz, o günün dünyası, bu günün özlemi oldu adeta. O günleri hatırlayıp bu günlere üzülmeyen, o günleri özlemeyen kim var ki içimizde…?
Müslümanlar bir şeyini kaybetti, ama neyini kaybetti de bulamıyor, neyimizi aldılar elimizden? Bir ucu ifrat, bir ucu tefrit bir değneğin ortasından tutan ellerimizle, kayıp dünyamızda vasatı arıyor lakin bulamıyoruz; neden, neyimiz eksik? Bizde olan bir şey eksik ama ne? Bu eksikliğin içinde Müslümanlar ne yapmalı?
Aynı İlahın kulları, aynı kitabın tabileri, aynı Resulün ümmeti, aynı yolun yolcuları, hayalleri, düşleri, hesapları kitapları, iş tutuşları, aynı düşmana hasım oluşları; ama buna rağmen hep birbirinden uzak duruşları nedendir?
Evet; bir şeyimizi aldılar elimizden, ama neyimizi aldılar, neyimizi kaybettik, “Ben” den “Bize”dönüştürecek, ayrı duran parçaları bütünleyecek bir şeyimiz eksik… Lakin eksiğin elimizden alınanın ne olduğunu bulamıyoruz. Eksiğimizi gediğimizi tamamlamak bir yana, Eksiğimiz gediğimiz her geçen gün artıyor. Peki Müslümanlar ne yapmalı da, sökülen yerlerimizi dikecek bir İdris (as) bulmalı.
Neyimizi kaybettik ve ne yapmalıyız?
Eğer neyimizi kaybettiğimizi bulursak, ne yapacağımızı da buluruz, kazanmak için yeniden seferber oluruz, ama önce Müslüman’lar olarak neyimizi kaybettiğimizi, elimizden alınan ve bize en çok lazım olanın ne olduğunu el birlik acilen bulmamız gerek.
Ne aradığımızı bulmak için oturup halleşelim, dertleşelim, daha çok sevelim birbirimizi. Ömür eriyip gidiyor ellerimizde, sonbaharın vurduğu gül bahçeleri gibiyiz adeta. Hep hayıflanıyoruz, hep dertleniyoruz, hep bir başkasına bedel kesiyoruz, daha olumlu daha anlayışlı olmalıyız.
Belli bir zaman sonra, zor geliyor bazı işler insana, sanki ateşten güller düşüyor avuçlarına. Şimdilerde hepimiz farkındayız, uykuyu zor uyuyoruz yataklarımızda, lakin bir zaman sonra dinlenebileceğimiz uyku hiç girmeyecek odalarımıza. Fakındayız, herkesin kalbinde bir sızı var, dalıp dalıp gidiyoruz dipsiz kuyulara, sanki ölmüşüz de kefensiz geziyoruz şehrin sokaklarında. Dünyanın yükü ağır geliyor yalnız ve cılız omuzlarımıza.
Yük ağır, yol uzun ve çileli, düşman çok, küfür egemen, gücümüz yok. Bütün bu olumsuzluklara karşı“Biz” olmaktan başka çaremizde yok. Müslümanlar ne yapmalı, oturup düşünmeliyiz.
“Ey iman edenler, Allah’ın yardımcıları olun.” (61 Sf/14)
“Ey iman edenler, eğer siz Allah’a (Allah adına İslam’a ve Müslümanlara) yardım ederseniz, O da size yardım eder ve sizin ayaklarınızı sağlamlaştırır. İnkar edenler ise, yüzükoyun-düşüş, onlara olsun; (Allah,) amellerini giderip-boşa çıkarmıştır. İşte böyle; çünkü onlar, Allah’ın indirdiğini çirkin (kerih) gördüler, bundan dolayı, O da, onların amellerini boşa çıkardı.” (47 Muhammed/7-8-9)