İnsan hâfızasıdır, millet tarihidir!
Hafıza kaybı ile beliren rahatsızlıklara eskiden “bunama” der geçerdik. Şimdi bahsi çok geçen “alzaymır” bu tarz bir hastalık. Hasta zihnî melekelerini kaybediyor, hafızasını yitiriyor ve hastalığın ileri safhasında artık en yakınlarını dahi tanıyamaz oluyor.
Millet olarak ciddi bir hafıza kaybı meselemiz var. Osmanlı Devleti’ni kaybettik, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduk. Cumhuriyetin ilk döneminde resmî hafıza kaybı uygulamaları büyük yer tutar. Osmanlının devamı olmadığımıza, Müslümanlıkla bağımızı kesmeye azmettiğimize dünyayı inandırmaya çalıştık. Bunun için bin yıllık tarihimizden, yazımızdan, kelimelerimizden, mûsıkimizden vaz geçtik.
Bu dönemde Osmanlının ne kadar kötü olduğunu, Osmanlı zulmünden en son nasıl bizim kurtulduğumuzu ders kitaplarına kadar soktuk. Peki bu kötülükle, zulümle bu devlet nasıl altı asır payidar oldu? Neden bu topraklardayız? Bu topraklar üstündeki medenî varlığımızı kime borçluyuz?
Cumhuriyet bir Millî Mücadele sonucu kuruldu. Artık Millî Mücadele veya İstiklâl Harbi yoktu, “Kurtuluş Savaşı” vardı. Osmanlı emperyalizminden kurtulmuştuk! Millî Mücadele’nin güçlü dinî arka planı yerine bir kahramanın vatan kurtarma macerası konuldu. Millî Mücadele’den önce bazı cephelerde nasıl destansı bir mücadele verdiğimizi, nasıl olağanüstü zaferler kazandığımızı dahi hatırlamak istemedik. Oysa bu zaferlerin kahramanları hâlâ aramızdaydı.
Çanakkale’yi bile unuttuk! 1930’lara kadar Çanakkale zaferini hatırlamadık. 1934’te, zaferin 20. yıldönümünde artık sağdan soldan hatırlayanlar çıktı. Biz hatırlamasak bile mağlublar bu savaşı unutmuyordu. Her nisan ayında Gelibolu Anzaklarla doluyordu. Onların kutsal mezarları vardı, bizim şehitliklerimiz neredeyse yoktu. İşte tam bu sene Gazi (henüz Atatürk değildi) Anzaklar için meşhur sözlerini söyledi. Onlar artık bizim evlatlarımız olmuştu!
Peki bizim evlatlarımız ne olmuştu? Onların zaferlerini neden yâd etmiyorduk? Bu sözler, askerlerimizin Boğazlara giremediği günlerde söylenmişti; harp sahası bizim kontrolümüzde değildi! Biz zaferi dönemin dünya hükümranı İngilizlere karşı kazanmıştık ve bunu hatırlatmak o zamanın şartlarında pek hoş kaçmazdı!
Âkif’in Çanakkale Şehidlerine şiiri bu destansı tarihi zihnimizde silinmezleştirdi. Kut’ülamare’yi başka bir şairimiz aynı güçle terennüm etse idi, o da zihnimizden silinmezdi her halde.
Ya Medine Müdafaası?
Neden hatırlansın ki? Ancak 1971 yılında iki kitap birden yayınlandı. Fahreddin Paşa’nın maiyetinde bulunmuş Naci Kâşif Kıcıman’ın Medine Müdafaası yahud Hicaz Bizden Nasıl Ayrıldı? ile Feridun Kandemir’in Medine Müdafaası-Peygamberimizin Gölgesinde son Türkler kitapları.
Şimdi “Medine Müdafaası da neyin nesi?” denilecek.
Hicaz bölgesine İngilizler hain Hüseyin’i öne sürerek girdiler. Hüseyin Osmanlı Devleti’ni arkadan vurdu; bunu bütün Araplara teşmil etmek doğru değil. Büyük Arap kırallığı hatta halifelik hayaline kapıldı. Bununu üzerine, savaşın seyri dikkate alınarak Medine’den askeri birliğimizi çekmeye karar verdik. Hiçbir komutan buna yanaşmadı. Medine’ye görevlendirilmek istenenlar arasında Mustafa Kemal Paşa da vardı. Paşa “mademki Medine’nin boşaltılmasına karar verildi, benim Medine’ye gitmem münasip değildir, şimdiye kadar Medine’yi kim müdafaa etmiş ise, boşaltma işini de O’nun yapması akla ve mantığa daha uygundur” diyerek görevi kabul etmedi.
Medine İngilizlerin ve Hüseyin’in kuşatmasına direndi. 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi’nin 16. maddesinde; “Hicaz’da, Asir’de, Yemen’de, Suriye’de ve Irak’ta bulunan muhafız kıtalar en yakın İtilaf kumandanına teslim olunacaktır”deniyordu. Medine muhafızı Fahreddin Paşa’nın cevabı “Bu asker Medine’nin enkazı ve nihayet Ravza-ı Mutahhara’nın yeşil türbesi altında kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minareleriyle yeşil kubbesinden al sancağı alınmayacaktır” oldu. Paşa, Mütareke hükmünü dinlemediği gibi Harbiye Nazırı’nın buyruğunu da saymadı. Ancak halifenin emri olursa, tahliye düşünülebilirdi. Fahreddin Paşa zaman kazanmaya çalışıyordu. Hatıralarında, İtilaf devletleri arasında bir ihtilaf zuhurunu veya bölgedeki emirlerin Medine’ye sahip çıkmasını beklediğini ifade ediyor.
Şüphesiz O bu direnişin sonuçsuzluğunun farkındadır. Sonuçsuzluk mücadele etmeye engel değildir! Kahraman böyle zamanda belli olur. Fahreddin Paşa alperenlik geleneğinin son neslini temsil edercesine kutsal mekânları savunmayı sürdürdü. Sonunda halifenin emri de geldi. Bunun üzerine kurmay heyeti onu tutuklayarak, teslimini sağladı.
Bir kahramandan bahsediyoruz! Sonuna kadar teslim olmayan bir yiğit adamdan! Böylelerine hasımları bile saygı duyar. Nitekim öyle oldu…
10 Ocak 1919’de Fahreddin Paşa tutuklandı, Medine düştü!
İngilizler Hicaz’ı Hüseyin’e yar etmediler. İhaneti ile kaldı, zelil olarak öldü. Başka bir planları vardı: Suudların Hicaz’ın sahibi olmasını sağladılar.
Aradan bir asır geçti: O gün bu gündür Medine savunmasız!
Karar / D. Mehmet Doğan