Tıp ve eczacılık dilinde “yetim hastalıklar” (orphan diseases) ve “yetim ilaçlar” (orphan drugs) gibi ilginç tabirler vardır. Yetim hastalık tabiri lateral skleroz (ALS), kistik fibrozis (KF) gibi çok nadir görülen hastalıkları, yetim ilaç tabiri ise tedavi edilmesi amaçlanmakla birlikte çok nadir hastalıklar olmalarından dolayı ürünün araştırma ve geliştirilmesine yatırılan sermayeyi amorti etmelerine izin vermeyeceği için normal pazarlama koşullarında sponsorların geliştirme konusunda isteksiz oldukları ilaçlar için kullanılır. Bu iki tabirden mülhem olarak, reklam ve pazarlama imkânı yaratmamasından dolayı birçok dindar insanın dahi gönülsüz şekilde yaptığı iyilikler için de “yetim iyilikler” tabirini kullanmak mümkündür. Özellikle gösterişçi dindarlık ve gösterişçi dindarlar açısından bakıldığında yetim iyilikler, kişinin harcadığı maddi veya manevi sermayeyi amorti değeri bile taşımaz. Çünkü bu tür iyilikler reklam ve pazarlamaya elverişli olmaz.
Kur’an “gösterişçi dindarlık” ve “yetim iyilik” konusunda çok çarpıcı mesajlar içerir. Özellikle Mâûn suresi tam da bu konuyla ilgilidir. Müfessirlerin çoğunluğunca esas alınan daha sağlam bilgiye göre erken Mekke döneminde bir bütün hâlinde inen, bunun yanı sıra ilk üç ayetinin Mekke döneminde, münafıklarla ilgili olduğu zannına binaen “fe-veylün li’l-musallîn” (Yazıklar olsun, sözde dindarlara!) ayetinden sonraki kısmının Medine döneminde indiği de ileri sürülen bu surenin ilk ayetlerinde hesap gününü yalan saymak, yetimi itip kakmak ve fakir fukarayı doyurmaya hiç yanaşmamak gibi dinî-ahlâkî sorunlardan söz edilir. Müteakip ayetlerde ise gösterişçi dindarlık çok çarpıcı bir dille zemmedilir. Ancak dört ve beşinci ayetlerde geçen “musallîn” ve “salât” kelimeleri nüzul ortamındaki aslî manasıyla bilindik “musallî” (namaz kılan) ve “salât”a (namaz) karşılık gelmemekte, genel çerçevede dindarlık ve dinî ayine/ritüele işaret etmektedir. Nitekim müşriklerin Kâbe çevresinde ıslık çalmak ve el çırpmak gibi ritülleri Enfâl 8/35. ayette “salât” diye ifade edilir. Dolayısıyla bu tür ayinler icra eden kimse(ler) de “musallî/musallîn” diye isimlendirilir. Birçok ayette “salât” kelimesinin “ikâme” fiiliyle birlikte “ikâme-i salât” diye zikredilmesi, genelde bedenî ibadetlerdeki özelde bizim bugün namaz diye isimlendirdiğimiz ibadetteki çarpıklıkların ortadan kaldırılması, yani öncelikle şirk unsurlarından arındırılması ve ibadetin sırf Allah’a karşı şükran/minnet duygusuyla ifa edilmesi gerektiğine işaret eder.
Esasen Mekkeli müşrikler de kendilerini dindar olarak gören kimselerdir. Nitekim birçok kaynakta, bazı müşriklerin “Muhammed eski köye yeni âdet getirdi” düşüncesinden hareketle onu Allah’a şikayet etmek için Kabe’nin örtüsüne sarılıp yana yakıla niyazda bulundukları belirtilir. Bu açıdan bakıldığında, “fe-veylün li’l-musallîn” ifadesindeki kınama, kendilerini dindar gören müşriklere yöneliktir. Bu zümre ibadet (salât) denilen şeyin gerçek anlam ve amacına karşı son derece duyarsız bir tavır sergilerken gösterişçi dindarlık konusunda çok hevesli ve isteklidir. Hâl böyle olunca, reklam ve pazarlama imkânı yaratmayan iyilikler (mâûn) onlar nezdinde zarar ziyan gibi telakki edilir. Surenin son ayetinde geçen “mâûn” kelimesi insanların gündelik hayatta birbirlerinden ödünç alıp verdikleri kap kacak gibi basit eşyalar anlamına gelir. Dolayısıyla mâûn “yetim iyilikler” diye de anlaşılabilir. Kabul etmek gerekir ki gösterişçi dindarlık biz müslümanlar için de çok ciddi bir problemdir. Bu ahlâkî problemin Ramazan gibi manevi arınmaya vesile olacak bir iklimde daha fazla tezahür etmesi, yani manevi arınma ikliminin mükellef iftar sofraları ve debdebeli iftar programlarıyla bir nevi festivale dönüştürülerek basbayağı riyaya kurban edilmesi, biraz da köylülük ve görgüsüzlükten kaynaklanan acı bir gerçeğimizdir. Bakara 2/264. ayetteki, “Ey iman edenler! Allah’a ahiret gününe inanmadığı halde insanlara gösteriş olsun diye malından harcamada (infak) bulunan kimse gibi, siz de bağış ve yardımlarınızı başa kakmak ve insanların gönüllerini yaralamak suretiyle boşa çıkarmayın” ifadesi bu konuyla ilgili ahlâkî/insânî yaramıza adeta tuz basar gibidir.
Genellikle erdemlilik ve dindarlığın manevi getiri açısından “büyük/iri ameller” işleyerek elde edileceği düşünülür. Ancak bu gerçekte hem gösterişçi dindarlık kokan hem de köşe dönmeciliği çağrıştıran sakat bir düşünce biçimidir. Gerçek manada dindarlığın “sağ elin verdiğini sol elin görmesin” sözünde ifadesini bulan “yetim iyilikler”le kıvam kazanan ve aynı zamanda Allah’a ibadet ile insanlara şefkat, merhamet ve ihsan duygusunu birlikte yaşatan bir tecrübe olması gerekir. Bunun böyle olduğunu anlamak için gerçek dindarlığa dair mükemmel bir tarif içeren Bakara 2/177. ayeti tekrar tekrar okumak gerekir. Zira Allah’a, ahiret gününe, meleklere, vahye, peygamberlere iman ile fakir fukaraya ihsanda bulunmak, namaz ve zekat ile ahde vefa gösterip sıkıntı ve zorluklar karşısında sabra sarılmak, bu ayette “birr” (gerçek iyilik ve dindarlık) olarak tarif edilir. Kısacası, asıl dindarlık iyilikler ve güzellikleri bencilce duygularla ve Allah’a ibadet adı altında kendimize özgülemeye çalışmak değil, başka insanların da iyilik ve güzellikten fazlasıyla nasiplenmesini istemek ve bunun için de mahlukata şefkatle muamele etmeyi en temel ahlâkî vazife bilmektir. Bu yüzdendir ki Fahreddîn er-Râzî onlarca ayetin tefsirinde gerçek dindarlığı, “Allah’ın emrine tazim, O’nun yarattığı varlıklara şefkat” (et-ta’zîmü li emrillâh ve’ş-şefekatü alâ halkillâh) diye formüle etmiştir. Vallâhu a’lem…
Karar / Mustafa Öztürk