İlk olarak Hicri 357-567 (Miladi 910-1171) yılları arasında Mısır’da hüküm süren Fatımiler’de olmak üzere Şii Müslümanlar arasında Hz. Peygamber, Hz. Ali ve Hz. Fatma’nın doğum yıldönümlerinde yapılan kutlamalarla ortaya çıkan ve Fatımileri takip eden Eyyubiler döneminde Sünni Müslümanlara da sirayet eden Mevlid kutlamaları giderek yaygın ve yerleşik bir hal almıştır.
Osmanlılarda ise 2. Selim döneminde camilerde yakılan kandillerden mülhem “Mevlid Kandili” adıyla anılmaya başlanan Mevlid kutlamaları, 2. Selim’in oğlu olan 3. Murad döneminde resmileştirilmiştir.
Yüzyıllardır, oluşturulan geleneksel bir form dâhilinde uygulana gelen “Mevlid Kandili”ne ek olarak son yıllarda Türkiye’de “Kutlu Doğum Haftası” adıyla Hz. Peygamber’in doğum yıldönümü kutlamaları gerçekleştirilmektedir.
“Mevlid Kandili” ve bu formda üretilmiş olan diğer özel gün ve geceler, bir merasim dini değil hayat dini olan, hayatın içinden konuşan ve hayatın bütününe hitap eden İslam’a ait olmadığı bilinmesine rağmen pragmatist mülahazalarla savunulmakta ve sürdürülmektedir. Söz konusu özel gün ve gecelerin, toplumların İslam’la bağ kurmasına vesile olduğu, insanların bu vesilelerle unuttukları bazı değerleri hatırladıkları gibi gerekçelerle, Kur’ani ve Nebevi bir referanstan yoksun olan bu gelenekler muhafaza edilmektedir.
Âlemlere rahmet olan Hz. Peygamber’in anılması ve anlaşılmasına yönelik programlar düzenlenmesi tabii ki çok güzeldir, gereklidir. Lakin bunun “mübarek gün ve geceler” ihdas edilerek, bir ritüele dönüştürülerek yapılması yanlıştır, dine ekleme yapmaktır.
Meselenin en önemli yönünü oluşturan referans kısmı bir yana, sadece kâr-zarar ekseninde ele alınması durumunda bile aslında “kandil” geleneğinin hiç de hayırlı olmadığını söyleyebiliriz.
İddia olunduğu gibi kandiller toplumları İslam’a bağlayan bir bağ mıdır, yoksa toplumların İslam’la sahici bağlar kurmasını engelleyen birer aldatıcı tatmin aracı mıdır? İnsanları İslami hayata yönelten bir arınma vesilesi midir, yoksa İslami sorumlulukların yerine ihdas edilmiş günah çıkarma seansları mıdır?
“Kandil”lerin bizim toplumumuzda daha çok, İslami bir hayat tasavvurunun yerine ihdas edilmiş birer aldatıcı arınma seansları işlevi gördüğünü ve öylece sahiplenildiğini görmek zor olmasa gerek. Kısacası “kandil”ler insanların İslam’a yönelişinde bir köprü olmaktan çok, İslami hayatın yerine ikame olunan birer günahlardan arınma ve sevap toplama seansları işlevi görüyor. Bu anlamda kandillere “halkın afyonu” demek yanlış olmaz.
Bu genel çerçeveye ek olarak, bu yazıda, “Mevlid Kandili” ve “Kutlu Doğum Haftası” konusunda gözden kaçırılan, üzerinde durulmayan önemli bir hususa dikkat çekmek istiyoruz.
Hz. Peygamber’in, üzerinde durulması, anılması gereken “doğumu”, bir bebek olarak dünyaya geldiği tarih midir, yoksa vahye muhatap olarak Peygamberlikle görevlendirildiği tarih midir? Bunu da düşünmemiz gerekir. Kur’an’ın belirttiği üzere kendisine vahiy indirilmeye başlanmadan önce “kitab nedir, iman nedir bilmeyen”[1], “şaşkınlıkta olan”[2] Abdullah oğlu Muhammed’in doğumuyla değil, Hira’da bir Ramazan günü vahyin inzal olmaya başlanmasıyla birlikte gerçekleşen doğumla ilgilenmemiz gerekir diye düşünüyorum. Çünkü Hz. Peygamber’in asıl “doğumu” o gün olmuştur.
Mekke’deki cahiliye toplumu içinde yaşayan bir fert olarak Muhammed b. Abdullah’ın, toplumunda yerleşik olan şirke bulaşmadığı, haksızlık ve zulümlere karşı adaletin yanında yer aldığı, bu sebeplerle Hilful Fudul (Faziletliler Birliği) kurumunda aktif görev aldığı, güvenilen ve sevilen bir insan olduğu ve bu sebeple de Muhammedu’l Emin sıfatıyla anıldığı bilinmektedir. Bu özelliklere sahip biri olarak toplumdaki puta tapıcılıktan, zulümlerden, faize dayalı sömürüden rahatsızdı, fakat bu durum karşısında bir çözüm bilmiyordu, yürüyecek bir yoldan mahrumdu.
Rabbimiz, “Seni şaşırmış bulup, doğru yolu göstermedi mi?” ve “İşte böylece sana da emrimizle Kur’an’ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin…” beyanlarıyla bu gerçeği bildirmektedir.
Bu durum, bir arayış içinde olan ve bu sebeple 35 yaşından itibaren Ramazan aylarını tıpkı dedesi Abdulmuttalib’in yaptığı gibi Hira mağarasında geçirmeyi tercih eden Muhammed b. Abdullah’ın 5. defa konuğu olduğu mağarada bir gece vahye muhatap olmaya başlamasına kadar sürdü.
O artık kendisine vahyedilen kelimelerle insanları uyarıp Allah’ın yoluna davet etmekle görevlendirilmiş olan Allah’ın Rasulü (s.a.v.) idi. Yeryüzü o gece büyük bir doğuma tanıklık etmişti. “Kutlu doğum” Hira’da gerçekleşmişti.
Hz. Peygamber, âlemlere rahmet kılınmış olarak büyük bir inkılabın öncülüğü için Hira’dan Mekke’ye doğru yola koyulduğunda yeryüzünde bugüne kadar aralıksız süren ve kıyamete kadar da sürecek olan kutlu yürüyüş başlamış oluyordu.
Bizlere düşen, Hira’da gerçekleşen bu “kutlu doğum”un izini sürmek, onu gündemleştirmek, insanlığın gündemine bu büyük doğumu taşımaktır. Nitekim Hz. Peygamber’in ve ilk Kur’an neslinin gündeminde olan doğum da Hira’da gerçekleşen doğumdan başkası değildi. Rabbimiz de Kitab-ı Keriminde bu büyük doğuma dikkat çekiyordu zaten.[3]
Dipnotlar:
1 İşte böylece sana da emrimizle Kur’an’ı vahyettik. Sen, kitap nedir, iman nedir bilmezdin. Fakat biz onu kullarımızdan dilediğimizi kendisiyle doğru yola eriştirdiğimiz bir nur kıldık. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu göstermektesin. (Şura 42/52)
2 Seni şaşırmış bulup, doğru yolu göstermedi mi? (Duha 93/7)
3 Duhan 44/3; Kadir 97/1
,
(Not: Bu yazı 2009 yılında İslam ve Hayat sitesinde yayınlanmıştır.)