Yüce Rabbimiz, Kitab-ı Keriminde mü’minleri tanımlarken şöyle buyurmaktadır:
“Onlar, kendilerine Rabblerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onlara kör ve sağır kesilmezler.” (Furkan, 25/73)
“Aralarında hüküm vermek için Allah’a ve Rasûlüne davet edildiklerinde, mü’minlerin söyleyeceği söz ancak, ‘işittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Nur, 24/51)
“Allah ve Rasulü bir işe hükmettiğinde artık mü’min bir erkeğin ve mü’min bir kadının işlerinde kendi isteklerine göre bir seçim hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Rasulü’ne karşı gelirse şüphesiz o apaçık bir dalaletin içine düşmüştür.” (Ahzab, 33/36)
Dolayısıyla biz mü’minlerin Yüce Rabbimizin ahkâmı ve o ahkâma dair Allah Rasulü (a.s.)’ın uygulaması karşısındaki tutumumuz, ayet-i kerimede vurgulandığı üzere “işittik ve itaat ettik” teslimiyetinden ibaret olmalıdır.
Esasında hiçbir mü’minin aksi bir düşünce ve tutum içinde olması da düşünülemez. Fakat, Yüce Rabbimizin Kitab-ı Kerimine ve Rasulünün (a.s.) örnekliğine/sünnetine iman akdi ile samimiyetle bağlı oldukları halde, tarihselcilik ve benzeri modern döneme ait fasid yaklaşım biçimlerinin cazibesine kapılarak İslam’ın emir ve yasakları arasında taabbudi olanlar-muamelata dair olanlar ayrımı yapan ve “sabit din, dinamik şeriat” gibi ilk bakışta kulağa hoş gelen sloganlar eşliğinde Allah’ın ahkâmı üzerinde cesur yorumlar ve dahası Allah’ın ahkâmını hâşâ çağa uydurma sörfleri yapan yazar-çizerlere tanıklık etmekteyiz.
İşte bu noktada çok ciddi bir sorunla karşı karşıya kalmış olmaktayız. Çağı anlamada ve inşa etmede Kur’an’ı merkeze almak yerine, maalesef Kur’an’ı anlamada çağı ve çağın inşa ettiği aklı merkeze alan bu yaklaşımların, kıyamete kadar insanlık için geçerli olacak yegâne hidayet rehberi olarak Kur’an’ın insanlar için nihai hüküm mercii, ihtilafların nihai çözüm kaynağı, hakla bâtılın kendisiyle ayırt edildiği furkân olma özelliklerini etkisiz ve geçersiz kılacak bir niteliğe sahip olduğunu müşahede etmekteyiz.
İslam dünyasındaki Batıl(ı)laşma çabalarıyla birlikte, Batı’daki “aydınlanma” sürecinde muharref İncil’in yorum bazında rasyonalize edilebilmesi ve Hıristiyanlığın sekülerizmle uzlaştırılması gayesiyle üretilmiş olan hermenötik (hermeneutics) ve tarihselcilik (historicism) gibi yorum biçimlerinin kopya edilerek, Kur’an’a da bu gibi fasid algılarla yaklaşmaya başlayanlar olmuştur.
Modernist yaklaşımlar üst başlığıyla ifade olunan/olunması gereken bu yaklaşımların ilk olarak 19. asırda İngiliz işgali altındaki Mısır ve Hindistan’da ortaya çıktığını da not etmek gerekir. Son yıllarda Türkiye’de özellikle akademisyen çevrelerde bu tür yaklaşımların revaçta olduğu görülmektedir. İlahiyat Fakülteleri’nde görev yapan kimi akademisyenler adeta bu işin misyonerliğini yapıyor bir görüntü vermektedirler.
Şüphesiz ki, “modernist yaklaşımlar” üst başlığından söz ederken tek bir yaklaşım biçiminde söz etmiyoruz. Sözgelimi tarihselcilik akımının tam karşısında evrenselcilik
[1] diye bir başka modernist yaklaşım da söz konusu iken, öte yandan tarihselci yaklaşımın da çeşitli versiyonları söz konusudur.
Temel argümanı “Kur’an’ın mesaj ve maksatlarının evrensel, ahkâmının tarihsel/tarihsel şartlara bağlı ve o şartlarla sınırlı olduğu” şeklinde özetlenebilecek olan tarihselci yaklaşım sahipleri arasında, Kur’an’ın ahkâmını tamamen hâşâ tarihte kalmış hükümler olarak gören ve bugünün laik kanunlarının Kur’an ahkâmının işlevini görebileceğini öne sürecek kadar ileri gidenler (açık bir tuğyan içinde olanlar) olduğu gibi, kimi hususlarda “değişen hayat şartları”ndan söz ederek Kur’an ahkâmının bu şartlara göre yeniden yorumlaması gerektiğini savunanlar da vardır.
İşte biz bu makalede, bu ikinci kısımda yer alanların yaklaşımını konu edinmek ve Kur’an’da yer alan miras ahkâmı üzerinden bu yaklaşımın ne tür yıkıcı sonuçlara yol açabileceğini dile getirmek istiyoruz.
Bu konuya geçmeden önce, tarihselci yaklaşımın ne kadar tutarsız ve temeli olmayan bir anlayış olduğuna dair birkaç kelam etmekte fayda vardır. Şunu belirtmeliyiz ki, tarihselciliği savunanların hiçbiri henüz, “muamelata dair hükümler”i tarihsel, “taabbudi (ibadete dair) hükümler”i ise evrensel kabul etmelerine dair ikna edici bir argüman ortaya koyamamışlardır.
Madem ki onların mantığına göre “Kur’an’ın maksatları evrensel, hükümleri tarihseldir”, o halde bu mantıkla namaz, oruç, zekat gibi ibadetler de pekala hâşâ tarihsel olarak nitelenip yerlerine yeni “çağdaş ibadetler” ikame edilebilir! Bu kabul edilebilir bir şey değil ve neticede açık bir tuğyana yönelmek ve ilahlığa soyunmak ise, ki öyledir, o halde Kur’an’ın muamelata dair hükümlerini de modern akıl ve insan hevasına göre bir tasarrufa tâbi tutmaya kalkışmak da aynı tuğyanı ifade edecektir.
Şayet tarihselci yaklaşım sahiplerinin iddia ettiği gibi Kur’an’ın mesaj ve maksatları evrensel, hükümleri tarihsel olsaydı, Mehmet Pamak ağabeyin isabetli tesbitiyle bu durumda Yüce Rabbimiz salt bu evrensel mesaj ve maksatları bildirmekle yetinir, ilk muhatap nesil de dâhil olmak üzere bu maksatları gerçekleştirecek hükümleri oluşturmayı insanlara bırakırdı. Oysa Rabbimizin, insanların ve toplumların ihtiyacı olan temel hususlardaki hükümleri Kur’an’da bizatihi bildirdiğini görmekteyiz.
İşin doğrusu bu “taabbudi hükümler-muamelata dair hükümler” ayrımının ve bu ayrım üzere bina olunan tarihselci yaklaşımların temelinde, İslam’ın sözünü çağa söylemek ve çağı İslam’ın ölçüleriyle biçimlendirmek gibi bir çabadan ziyade, İslam’a çağın öncülleriyle yaklaşma yanlışının yattığını belirtmemiz gerekir. Çağı İslam’la değil, İslam’ı çağla uzlaştırma gibi bir çabanın da kaçınılmaz olarak Allah’ın hükümlerinden tavizler istenmesini/verilmesini doğuracağı açıktır.
Esasında bu, sadece son birkaç asırla sınırlı yeni bir durum da değildir. Rabbimizin bildirdiği hayat nizamının kendi işleyişleri açısından kabul edilebilir olmadığına karar veren Mekke ileri gelenleri, Allah Rasulü’nden (a.s.) Kur’an’da değişiklik yapmasını veya başka bir Kur’an getirmesini talep etmişlerdir:
“Onlara ayetlerimiz apaçık bir şekilde okunduğunda bize kavuşmayı ummayanlar: Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir, derler. De ki: Benim onu kendiliğimden değiştirmem söz konusu olamaz. Ben ancak bana vahyedilene uyuyorum. Ben, Rabbime karşı gelirsem büyük bir günün azabından korkarım.” (Yunus, 10/15)
O dönemin egemenleri gibi, bu dönemin egemen güçlerinin de, ictimai, iktisadi, siyasi her türlü saltanatı reddeden Kur’an’ın mesaj ve ahkâmından rahatsızlık duydukları bilinmektedir. Bu rahatsızlıklarını da hem açık düşmanlık şekilde ortaya koydukları, hem de “dine karşı din” projeleriyle İslam’ı ahkâmsız-iddiasız bir mabed dini haline getirmeye çalıştıkları malumdur.
İşte tarihselci yaklaşım sahiplerinin, büyük kısmı söz konusu projelerin bir parçası olmak gibi bilinçli bir tercihle olmasa da, neticede bu fasid projelere katkıda bulunma durumuna düştüklerini söyleyebiliriz.
Kur’an’ın muamelata dair hükümlerinin bir kısmının uygulanması İslami bir otoritenin teşekkülünü gerektirdiği gibi, bir kısmı ise Müslümanların kendi aralarında uygulayabileceği/uygulamaları gereken niteliktedir. İşte mirasa dair hükümler bu minvaldedir.
Yüce Rabbimiz miras hükümlerinin önemli bir bölümünü Nisâ Sûresi 11-12. ayetlerde bildirmiştir. Bu iki ayetin ardından da şöyle buyurarak bu hükümlere uymanın gerekliliğine güçlü şekilde vurgu yapmıştır:
“Bunlar, Allah’ın sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Rasulüne itaat ederse, onu altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere sokar. İşte büyük kurtuluş ve mutluluk budur. Kim de Allah’a ve Rasulüne isyan eder ve O’nun sınırlarını aşarsa, onu da içinde ebedi kalacağı ateşe sokar. Onun için alçaltıcı bir azab vardır.” (Nisâ, 4/13-14)
İşte Rabbimiz tarafından “hududullah” olarak nitelenen ve aşılması, tâbi olunmaması durumunda ebedi azaba muhatap olunacağı bildirilen miras hükümleriyle ilgili son dönemlerde kimi yazar ve akademisyenlerce maalesef cüretkâr yorumlar yapıldığına tanıklık etmekteyiz.
Nisâ Sûresi 11. ayette bildirilen “mirasta erkek evlada kız evladın iki katı pay” hükmü, söz konusu kimselerce “Şartların değiştiği, artık kadınların da çalıştığı ve ekonomik yükümlülük altına girdiği” gibi gerekçeler öne sürülerek geçersiz kılınmaya çalışılmakta ve laik kanunların “eşit pay” hükmünün savunuculuğu yapılmaktadır.
Öncelikle bu yaklaşımın, 7. asrın Mekke toplumunda kadının konumu ve rolü konusunda yanlış bilgi ve algılara dayalı olduğunu belirtmeliyiz. Zira Kur’an’ın konuyla ilgili ayetleri ve siyer bilgilerinden açıkça öğrenmekteyiz ki Mekke’de kadınlar ticaretle meşgul oluyorlar, ortaklıklar kuruyorlar ve servet sahibi olabiliyorlardı. Nitekim Rabbimizin Kur’an’da erkekler gibi kadınlara da mali yükümlülükler yüklemesi bu durumu net olarak belgelemektedir.
Daha önce de değindiğimiz üzere, neticede çağı İslam’a göre değil, “İslam’ı çağa göre algılamaya çalışmak” yanlışından kaynaklanan bu tür yaklaşımlar, Kur’an ahkâmını Müslümanlar arasında bile maalesef işlevsiz kılmayı doğuracak çok ciddi bir sapmadır.
Kur’an, Müslümanlar için nihai başvuru ve hüküm kaynağı ve dolayısıyla nihai çözüm merciidir. İnsanların yegâne Rabbi yüce Allah’tan gelen ve kendisinde şüphe bulunmayan yegâne kaynak Kur’an’dır. Dolayısıyla Kur’an, insanlar ve toplumlar için bir bakıma “tuz” mesabesindedir. Kur’an’ın ahkâmını şu veya bu gerekçeyle etkisiz ve işlevsiz kılmaya çalışmak, tuzu kokutmaya çalışmaktır, insanlar için tek çıkış yolunu, tek anlaşma zeminini, tek çözüm yolunu bertaraf etmeye kalkışmaktır.
Bir Müslüman ailede, miras paylaşımı gündeme geldiğinde yapılması gereken açıktır: Yüce Rabbimizin mirasla ilgili hükümlerine göre herkese hakkını vermek ve bu paylaşım üzere helalleşerek konuyu kapatmaktır. Oysa Kur’an’ın apaçık miras hükümlerini, “bugünün değişen şartlarını” öne sürerek kendilerince geçersiz kılanların bu fasid yorumları toplumda makes bulduğunda ortaya nasıl bir kaos çıkacaktır, bunu ciddi olarak düşünmek gerekir.
Düşünün ki aynı aile fertleri içinde herbiri Allah’ın dinine yürekten bağlı olan insanlar, konu miras paylaşımına gelince Kur’an’ın apaçık ayetleriyle çözüme ulaşamayacak, aralarından bazıları “Ben televizyonda filanca yazarı dinledim, bugünün şartlarında mirastan kız ve erkek çocuklara eşit pay verilmesi gerektiğini söyledi” şeklinde itirazda bulunabilecek ve böylece Kur’an’ın ortak hüküm kaynağı (hakem) olma, nihai başvuru ve çözüm mercii olma vasfı ortadan kalkmış olacaktır.
Kur’an furkandır, hak ile bâtılı, haklı ile haksızı ayırt eden Rabbani ölçüdür. Kur’an hakemdir. İnsanlar arası ilişkilerde yaşanması muhtemel ihtilaflarda nihai başvuru kaynağıdır. Kur’an insanlığın yegâne çıkış yolu, yegâne umudu, yegâne tutunacak dalıdır.
Kur’an’ın ahkâmını, ister Süleyman Demirel gibi hâşâ alenen çağdışı ilan edip, onun yerine laik kanunların konulmasını teklif ederek, isterse onlara iman ettikleri halde bu çağın baskın algılarıyla Kur’an ahkâmına yaklaştıkları için ahkâm ayetlerini hiçbir meşru ve tutarlı gerekçeye dayanmaksızın hükümsüz kılmaya yeltenenler, neticede Kur’an’ın furkan ve hakem olma niteliğine, fert ve toplumlar için nihai başvuru, hüküm ve çözüm mercii olma vasfına muhalefet etmiş olurlar.
[1] Evrenselcilik olarak nitelenen yaklaşım, Türkiye’de daha çok mealcilik olarak bilinmektedir. Bu yaklaşımın temel mantığı, Kur’an’ı anlamak ve yaşamak için belli bir tarihsel dönem ve topluluğun örnekliğine ihtiyaç olmadığı yönündedir. Dolayısıyla bu yaklaşım biçimleri, Rabbimizin bizim için “usvetun hasene/en güzel örnek” olarak nitelediği ve kendisine itaat etme emri verdiği Allah Rasulü (a.s.) ve inşa ettiği ilk Kur’an neslinin örnekliğini yok saymaktadırlar.