“Siyerin Gölgesinde” kitaplarının müellifi, dergimiz (İktibas) yazarlarından Hüseyin Alan ile kitapları ve siyer üzerine geniş bir söyleşi gerçekleştirdik.
Üç ciltten oluşan eserini yazma sürecinde Seyyid Kutub, Takiyyuddin en-Nebhani ve Ercümend Özkan’ın, Rasulullah (a.s.)’a ve onun Sünnetine yaklaşımlarından faydalandığını ifade eden Hüseyin Alan, “İslam şayet ‘iman-İslam-ihsan’ üçlemesinde özetlendiği gibi imani unsurların toplumsal hayatla bütünleşmesi ise ki öyledir; şu halde bu bütünleşmenin nasıl olması gerektiğini, zaman ve şartlar değil Sünnetin liderliği ve meşruiyeti sağlamalıdır” vurgusunda bulundu.
Söyleşi: Şükrü Hüseyinoğlu
Öncelikle şu soruyla başlamak istiyorum: Niçin “Siyerin gölgesi” ve niçin “Siyerin gölgesinde”?
Siyer, bilindiği üzere Hz. Muhammed’in yaşadığı tarihsel dönemi ve hayatını anlatan tarihe verilen adıdır. Tarih, eni sonu geçmişe, geçmişe dair yazılı sözlü verilere, kayıtlara, nakillere dayalı bir anlatım; yazarın dünya görüşü, değer yargıları ve referans aldığı dayanağıyla yeniden yazımdır.
Allah, ‘onlarda sizin için güzel örneklik vardır’ derken kendilerine bakıp dinimizi doğru öğrenip uygulayacağımız Peygamberlere işaret eder. Son Peygamber Hz. Muhammed’in hayatı, kişiliği, tavır ve tarzı dolayısıyla Sünneti, kendisinden sonra yaşayacak olan insanlar içinden Müslüman olanların yol ve yöntem olarak takip edeceği, doğru ve yanlışı ayırt edeceği, ona bakarak kendini düzelteceği onaylı son otoritedir.
Onun hayatını yazarken Sünnetinin esasını teşkil eden toplumsal alandaki vaziyetini, münasebetlerini, stratejisini, tepkilerini de yazmış olacaktık dolayısıyla, isabet ettiğimiz kadar etmeyebileceğimizin de bilincindeydik. Kur’an’ı baz alarak siyere dair nakillerden bulduklarımızı, duyduklarımızı, tercihlerimizi, anladıklarımızı ve tahlillerimizi de yazacaktık. Sorumluluk şuuruyla ‘hepsi burada’ manasına iddialı olmak yerine ‘siyerin gölgesi’ diyerek kendimize geniş alan bulabildik.
Seyyid Kutub, Takiyyuddin en Nebhani ve Ercümend Özkan gibi yaşadıkları sosyal şartlara ve tarihsel döneme şahitlik ettiğini bildiğimiz üç salih kulun etkisi ve onların kendilerini adadıkları fikri ve hizbi çalışmalara vefa duygusu da bizi bu yola sevk etti; ilk ciltte belirttiğim halen de yaşayan ihlaslı bir dostumun teşvik ve desteğiyle de bu işe ‘bulaştım.’
Bunların Hz. Peygambere ve Sünnete yaygın olarak bilinenlerden farklı ama sahih bulduğum yaklaşımları vardı; Allah’ın bize örnek, rehber, lider olarak gösterdiği son Peygamberin sahici ve gerçekçi olarak tanınmasına, rol model olarak günümüze taşınmasına ve onun izinden nasıl gidileceğine dair sürekli vurgu yapmışlar; Kur’an’ın doğru anlaşılmasını da siyerin doğru bilinmesine bağlamışlar; bu bilgiyi harekete geçirip toplumsal ve siyasal alana taşımışlardı.
Onlardan istedikleri halde fırsat bulup yazamayanların ‘siyer’ alanındaki eksikliğini cürmümüzce ikmal etmeye cüret ettik. Bu hususta son sözü söyleyecek hak ve yetkide değildik. Fakat bu alanda (ülkemizde) yazılan kitapların, yeri geldikçe referans olarak nakledilenlerin sahici Peygamberi tanıma, rol model olarak günümüze taşıma, sahih Sünneti yaşanan hayatın bütünüyle irtibatlandırma hususunda yetersiz olduğunu biliyorduk. Klasik olsun modern olsun mevcut siyer yazımları, toplumsal hayatın dışında bir Peygamber tanıtıyor, Sünneti dar bir alana sıkıştırıp hapsediyordu.
Farklı bir yaklaşım gerekliydi; günümüz insanının, gruplarının, hareketlerinin yaşadıkları toplumsal şartlarda ve tarihsel dönemde de ihtiyaç duyulacak modeli ortaya çıkartan siyer yazılmalı, her aşamada, her karara referans olacak Sünnet pratiği ortaya çıkmalıydı. Bu iddialı bir anlatım olacaktı, ‘siyerin gölgesinde’ ifadesiyle önümüzü açtığımızı düşündük.
Eseriniz geniş bir kaynakçaya ve onlardan elde edilen bilgilerin güncel boyutlarıyla yorumlanmasına dayanan ciddi bir emeğin ürünü. Hazırlık ve yazım süreci nasıl oldu, bu konuda kısaca bilgi verebilir misiniz?
Tarih bilgisi geniş bir alandır; insanlık tarihinden bilimler tarihine, icatlar tarihinden sosyal gelişim tarihine, milletler ve devletler tarihinden dinler ve doğa tarihine kadar geniş bir alan.
Şüphesiz hepsi bizi ilgilendiriyor ama günümüz bilgi edinme usulüyle bu kadar geniş alanda yeterli bilgi sahibi olmak ve bunları birbirileriyle irtibatlandırmak zorlu bir iştir. Uzmanlık bilgisi denen her alanı kendi içinde dahi parçalayan daha dar kapsamlı bilgi edinme çağında iş, daha da zorlaşıyor.
Tarih felsefesi konusunda genel bir bakış açısı oluşturmak ve özelde siyere yoğunlaşıp alan daraltmak icap ediyordu. Kur’an kıssaları bu hususta rehberimiz oldu, okuma biçimimiz farklılaştı. Türkçe yazılı kaynaklar, basılı akademik makaleler ve ecnebilerden tercümeler dahil ne bulduysak, ne kadarına erişebildiysek istifade ettik.
İlk cilt çıkmadan evvel ‘İslam ve Hayat sitesinde’ yazdığımız kısa değinilerde, muhtelif sohbetlerde, uzman olduğunu bildiklerimizle yaptığımız görüşmelerde konuya dair tartışma fırsatı ürettik. Bu vesileyle yaklaşım biçimimizi ve kanaatlerimizi test ettik. Malumatların çokluğu hayrete şamildi lakin usül, değerlendirme ve yaklaşım olarak ne o günün ne de bu günün gerçekliğiyle alakasızdı; bunu fark ettiğimizde cesaretimiz arttı.
Bizi en çok motive eden sebepse ülkemizde uzun yıllara sari yapılan Kur’an çalışmalarına lazım şart gördüğümüz siyer bilgisinin eksikliğiydi. Bu bilgi olmazsa Kur’an soyut bir okuma metni ve gramer tahlilinden öteye geçmeyecekti. Eksikliği tamamlamak, Kur’an’ın her durumda toplumsal bir hayat nizamı inşa ettiğini modellemek düşüncesindeydik.
Niçin yazmak gerektiğine karar verdiğimizde Kur’an usulünü siyere taşıdık, malumatları anlamlı bir dizilişle ayetlerle buluşturduk. Özellikle surelerin ve ayetlerin inzalinde Peygamber ve arkadaşlarının hangi pozisyonda olduklarını, nasıl bir tavır sergilediklerini göstermeye çabaladık. Ve elbet Peygamber öncesi iktisadi, siyasi, hukuki, dini, ahlaki toplumsal şartları, becerebildiğimiz kadarıyla (ki bu hususta eksiğimiz var) karşılaştırmalı tarih anlatımına önem verdik ki Peygamberin ne yaptığı ortaya çıksın. Allah lutfetti, Peygamber öncesi cahiliye dönemi, Peygamberli Mekke ve Medine dönemi olmak üzere üç cilt yazmayı başardık.
İslam’ı doğru öğrenmek ve anlamak çabasındaki insanlarımızın Siyer’e gereken önemi verdiğini düşünüyor musunuz?
Bu soru için müteşekkirim; hayır düşünmüyorum. Buna sebep, farkında olmasalar da Müslümanların kendi tarihlerinden kopması, İbn Haldun’dan bu yana kendi tarih felsefesine yabancılaşması hatta ecnebilerin değerlendirmelerini marifet bilmesidir. Yabancısı kaldığımız tarihe dönüp tahliller yapmak, günümüz tarihsel sosyal aşamasının dayattığı toplumsal ve siyasal şartlarında takip edilecek bir yol haritası çıkartmak yerine, Protestanlığı üreten iktisadi şartların yönlendirmesiyle Kur’an’ı tek kaynak olarak bilip soyut bir ‘metin okuması yapmak’ kolayımıza geliyor.
Aydınlanma çağıyla birlikte egemen olan modern tarih anlatısında tarih, (kendi içinde farklı sosyolojik ve siyasal aşamalar taşısa da) kabaca ‘ilkel dönem, klasik dönem ve modern dönem’ olarak üçe ayrılıyor. İlkellikten mükemmelliğe doğru ama hep olumluya ve ileriye doğru ilerliyor. Bu sebeple geride kalan her dönem değersiz, gelişerek gelecek olan ileriki dönem değerli olacaktır.
Bu tasnif hoşumuza gitmeyebilir lakin aklımızın böyle kodlandığının farkında değiliz. Bunun anlamı şu; modern anlatı, dinleri bir önceki tarihsel ve toplumsal aşamaya has kıldı, orada bıraktı; kendi bilgisi ve değerler sistemiyle kendisi din’leşti; toplumsal hayatı kendince yeniden kurdu. Dindarlar farkında olmadan halihazırdaki tarihsel ve toplumsal aşamayı reel gerçeklik saydı, bu hayata dayanarak bilgilerini yenilemeye, dinlerini yeni bilgi biçimiyle yeniden anlamaya koyuldu.
Nitekim İslam’ın toplumsal ve siyasal hayattan yani kamusal hayattan; bilgi alanından, eğitim, iktisadi, mesleki, sanat, üretim, tüketim, kent, kariyer, kazanç, komşuluk ve aile hayatı ve düzeninden çıkartılıp vicdanlara, bireysel ahlak ve ibadetlere has kılınması peydahlandı.
Kur’an’i temelde, her toplumsal ve tarihsel şartlarda takip edilecek bir yol haritasının yokluğu, doğal olarak şaşkınlığı getirdi. Hacim olarak üçte ikisini kıssalara ayıran Kur’an’ın tarihe ve topluma yönelik işaretleri bu şaşkınlıktan payını alınca, yol haritası mesabesindeki kıssalar edebi metinlere yahut kurgu anlatılara dönüştü.
Kur’an ve Sünnet temelli İslam düşüncesi ve tarih anlayışında tarih, devran edip dönen, dairesel biçimde dönemlerini tamamlayan, ileriye doğru gittikçe geriye yahut referansa bağlanan zamansal bir döngüdür. Tıpkı güneşin her sabah doğup her akşam batışı; mevsimlerin her yıl aynı döngüyle tekrarlanışı; insanın doğup büyüyüp yaşlanıp ölmesi; milletlerin ve devletlerin kurulup güçlenip yaşlanıp çökmesi vs gibi benzer şeyler tekrar edip duruyor; nesiller kendi tarihsel zaman ve toplumsal şartlarıyla imtihanlarını verip gidiyor.
Şu halde ellerinde İslami bir tarih şablonu olanlar hangi tarihsel zaman dilimi ve sosyal şartlarında yaşıyor olursa olsunlar şaşkınlaşmayacak, aciz kalmayacaktır dolayısıyla modern tarih anlatısının etkisiyle ‘değişim her şeydir’ esasıyla çürümeyi yüceltmeyecektir.
Bu bağlamda modern anlatıdaki klasik dönemi ‘gelenek’ olarak kodlayan akıl ve bilgi, geçmişi değersizleştirip bu günü yücelttiğini fark etmeden sahih gelenekle dahi çatışarak ‘ilerleme rotasına’ girdiğinin bilincinde olmayacaktır.
İslam nedir, neye dayanır dediğimizde hepimiz Kur’an ve Sünnettir deriz; Kur’an bozulmamış haliyle eldedir bu tamam ama iş Kur’an’ın hayatı düzenlemesi hususunda Sünnetin otoritesine gelince işler çatallaşır. Çatallaşır çünkü İslam şartların ve zamanın bir ürünü müdür yoksa,zaman ve şartlardan bağımsız olup tüm zamanların şartlarını yönetmek için midir dediğimizde modern hurafeye müracaatta gecikmeyiz!
İslam şayet ‘iman-İslam-ihsan’ üçlemesinde özetlendiği gibi imani unsurların toplumsal hayatla bütünleşmesi ise ki öyledir; şu halde bu bütünleşmenin nasıl olması gerektiğini, zaman ve şartlar değil Sünnetin liderliği ve meşruiyeti sağlamalıdır. Kitap atmosfere inmedi; vahiy insan dışındaki varlıkları yahut toplumsal sosyal şartları muhatap almadı. Kitap yaşanan bir hayata indi, vahiy insanı muhatap aldı, halife kıldığı insana toplumsal ve sosyal şartları düzenlemesi, yeryüzünü imar etmesi sorumluluğu yükledi. Ve bu insan yaratılış olarak, fıtrat olarak değişmedi.
Kur’an geçmiş milletlerin hayatlarını anlattı; salihlerin ve azgınların yollarını ve hallerini nakletti; bunlardan doğru ve yanlışta olanları gösterdi; iki halde de akıbetten haberdar etti. Bu hususta da değişme olmadı. O halde Hz. Muhammed’den sonra gelecek olanlar, hangi zamanda ve hangi sosyal şartlarda olursa olsun fert ve toplum bazında ne durumda olduklarının, pozisyonlarının, ilişki biçimlerinin doğru mu yanlış mı olduğunu test etmek istediklerinde ona bakacak, ona göre bir hareket metodu geliştirip hallerini düzelteceklerdir.. Biz de muğlak kalan şey budur; telaffuz edilip durulsa da.
Siyerle irtibatımızın zayıflığı yahut Kur’an varken siyere ihtiyacımızın olmadığı gibi bir düşünüş nebevi örnekliğe ve modele göre değil modern zihne, bilimsel bilgiye, hümanizm temelli eleştirel okumaya, tarihselciliğe, seküler veya çoğulcu bakışa vs dayanıyor. Esasta yanlış olansa budur.
Risalet’in Mekke ve Medine dönemlerine olduğu gibi, Risalet öncesi döneme de bir cilt ayırmışsınız. Siyer yazımında çok rastlanan bir tarz değil bu. Bu tür bir tercihte bulunmanızın sebebini öğrenebilir miyiz?
Tarih önemlidir; bu günü dün kurdu, yarını bu gün kuracaktır. Şu halde dünü olmayanın bu günü, bu günü olmayanın yarını olmayacaktır. Bu sebepledir ki risalet öncesi dönem bilinmezse risalet dönemi de doğru anlaşılmaz çünkü risaletin nereye müdahale ettiği, neyle çatıştığı ve ne yaptığı bilinmez.
Hz. Muhammed’in vahiy öncesi hayatıyla ilgili olarak ‘bundan önce aranızda kırk yıl yaşadım, o vakitler hiç böyle şeyler söyledim mi, düşünmüyor musunuz?’ diyor ya hani, o misal diyelim; Peygamber olmadan önce bir toplumun üyesidir. 35 yaşından sonra toplumsal yaşamdan, ahlaksızlıktan, haksızlıktan ve genel gidişattan rahatsızlık duysa da o toplumun bir parçasıdır.
O toplum dediğimiz sosyo-politik ve dini ahlaki yapısallığı bilmeye ihtiyacımız var zira, risaletle birlikte geçmişte parçası olduğu o toplumdan niye koptuğunu bilmeye ihtiyacımız var. Kureyş toplumu, dinsiz bir toplum değildi. İçinde bidat ve şirk unsurları karışmış olsa da İbrahim’i dinden gelen inanca mensuplar, o inanca dayalı ibadetlerini de yapıyorlar. Bu hususta tarihsel referansları var. Dini hayatları böyle.
Aynı toplumun ‘atalarına’ dayandırdıkları bilgi biçimi, kabile asabiyesi, doğru yanlış ölçüsü, hukuk ve ahlak kurallarıyla işleyen toplumsal düzenleri var; ticaret, siyaset, zanaat, savaş, barış, komşuluk, aile, kazanç, harcama gibi toplumsal işlerini de bu referansa göre yürütüyorlar. İki hali de Kureyş suresi özetlemektedir. Burada şirk dediğimiz olgu ortaya çıkıyor çünkü hayat esas olarak ikiye parçalanmış, iki parçanın ayrı rableri var, rablerin kuralları farklı.
Peygamber böylesi bir toplumda vazifelendirilmiş; onlar yüce bir Allah’a inanıyor, ibadetlerini de yapıyorlardı ama diğer işlerine Allah’ı karıştırmıyorlardı. Peygamber ‘bir tek rab var o da Allah’tır, tüm işlerinizi bu rabbe göre düzenleyin diğerleri sahtedir’ dediğinde olur mu öyle şey diye itiraz edecekler, çatışma da buradan başlayacaktır.
Burayı kavrayamazsak ne onları ne Peygamberi, ne çatışma sebeplerini dolayısıyla da Kur’an’ı doğru anlayamayız. Peygamberin orada ne yaptığının ve niye öyle yaptığının anlaşılması, aynı zamanda Kur’an’ın o dönemde indirilen ayetlerinde anlatılanların doğru anlaşılması demektir çünkü tüm işaretler ve ifadeler bu bağlamla irtibatlıdır.
Peygamberlik öncesi dine ve din dışı dayanağa bağlı toplumsal hayat doğru anlaşılabilirse, Peygamberin orada ne yaptığı da anlaşılabilir. Bu örnekliği anlamak aynı zamanda Kur’an’ı anlamaktır. Bundan ondan sonraki zaman ve şartlarda yaşayan toplumsal biçimlerle irtibat kurulabilmesi, buradan bir yol haritası çıkartmayı, ne durumda olduğumuzu anlayıp ne yapmamız gerektiğini anlamayı icap ettirir.
Doğrudan olayların anlatım ve yorumuna girmek yerine, öncelikle tarih felsefesi, bilgi kuramları, iktisadi sistemler, sosyo-politik ve jeo-politik süreçler ve bu süreçlerin tarihten bugüne yansıyan etkileri gibi konular üzerinde değinilerde bulunuyor, siyer anlatımında da güncel bağlantılar kurmayı önemsiyorsunuz. Şöyle rahatça ve ağız tadıyla okunup geçilecek, alışılmış şekliyle hikâye tadında bir siyer yerine niçin yazımı açısından da okuması açısından da yorucu olan bu yolu seçtiniz?
Evvel emirde ilk soruda zikri geçen salih kullardan öğrendiğimiz şeylerdir buna sebep. Allah lütfetti onlardan dini doğru öğrenme ve Peygamberi ahlakı ve yöntemi tanıma fırsatımız oldu. Aynı şahitliği gösteremesek de Kur’an okuyuşumuzun, düşünüş biçimimizin, yapıp ettiklerimizin Sünnetle teyidinin ne kadar sağlıklı olduğunu öğrenmiş olduk, elhamdülillah.
Ardından okuduklarımızdan edindiğimiz ve bildiğimiz şeyler devreye girdi. Hz. Muhammed bilginin ve doğrunun kaynağını değiştirmiş; yeni bir değerler sistemi getirmiş; varlığın amacını ve sebebini değiştirmiş; yeni bir toplum ve yaşam tarzı inşa etmeye girişmişti. Doğal olarak eskiden kopup başka bir toplumsal ve siyasal hayatın varlığını gerçekleştirecektir. Şura suresi 38-42. ayetlerin bağlamı bu hali özetlemektedir.
Buradan anlaşılıyor ki diğer Peygamber kardeşleri gibi Hz. Muhammed de başlatacağı hareketle eskinin ıslahını istemeyecek, bir parçası olmayı reddedecek, iki şeyi birbirine karıştırmayacaktı. O halde getirdiği değerler sistemiyle mevcuttan kopuş gerçekleşmeli, yeni bir toplumsal yapı ve siyasal düzen inşa edilmeliydi.
Bize düşense bu gelişmeyi, şartları, güç dengelerini ve siyasal tavrı kavrayabilmek, örnekliği kendi çağımıza aktarabilmektir.
Bu hareket daha ilk doğduğu yer olan Mekke’de sosyal bir varlık olarak teşekkül ettiğinde, sadece kendi kavmi değil, yakın uzak çevrede hükümran olanların tümü tarafından düşman ilan edilecekti. Bu doğaldı çünkü daha evvel benzerleri olmuştu.
İslam hala tek doğru din ise; inzal edilen son kitabıyla kıyamete kadar geçerli, her şartta ve çağda yaşanabilir tek hakikatse, bu işlerin nasıl olduğunun bilinmesi önemliydi zira, hem Kur’an’ın doğru anlaşılması ve hem de dini telakkinin sahihleşip hayatın salihleşmesi buna bağlıydı.
Bu ise rehberliğin ve liderliğin sadece inanç ve ibadet tarafıyla değil diğer toplumsal tarafıyla da bilinmesine bağlıydı zira; çok dinli, çok tanrılı, ibadetlerde özgürlükçü Kureyş toplumunun Muhammed’in dinine ve Allah’ına neden karşı çıktığı anlaşılabilsindi.
Bildiklerimiz, bilmediklerimiz hususunda bize yol gösterecekti lakin; çok daha fazla bilgiye, veriye, dokümana, olumlu olumsuz görüşe ihtiyacımız vardı. Neticede kendi fikrimizi yazacaktık ama öncekilerin bilerek yahut bilmeden yok saydıkları, görmezden geldikleri gerçekler ortaya çıkmalıydı. Siyer yazılacaksa bu gerçeklikten kopuk yazılmamalıydı. Umarım eksikliği ikmal etmişizdir.
Çalışmanızda ana kavram olarak “itaat” kelimesi ve “itaat ilişkileri” terkibi öne çıkıyor. Dünyada olup-biten her şeyin ve tabii ki Rabbimizin Risalet’le yeryüzüne müdahalesinin de temelinde bu kavramın olduğunu söyleyebilir miyiz?
Varlık alemi ‘insan-toplum-doğa’dan ve içindekilerden ibarettir; dünya hayatı bunlar arasında kurulan münasebetlerle devran eder; münasebetler ‘doğru-yanlış, iyi-kötü, güzel-çirkin’ olarak tezahür eder. İnsana tanınan kısmi serbesti dışında her şey yaratılışına uygun olarak hareket eder. Burada bir denge vardır. Bu dengeyi toplumsal planda sadece insan bozabilir. Dengenin bozulması zulümdür, fesattır.
Fesat, karaları ve denizleri kuşattığında Allah müdahale eder; müdahale ya Peygamberlerle yahut onları takip eden salihler eliyle olur. Son Peygamber geldiğine göre vazife halife nitelikli kullara düşer. Bu da olmazsa Allah doğrudan müdahil olur ama bu şartta denge yeniden kurulur; güçlü ve hükümran olan zalim başka bir zalim eliyle cezalandırılır. Bu gelişmelerde insan topluluklarının (kent devletleri-devletler-imparatorluklar) hangi kurallara itibar ettiği, toplumsal düzenlerini neye dayandırdıkları esastır; nesillerin imtihanları bu şekilde gerçekleşiyor, işler böylece şahitlendiriliyor.
Mesele, ferdin ne yapıp yapmadığından çok toplumsal düzeyde ne olup bittiğinde; düzenin sağlandığı kuralların neye dayanıp dayanmadığındadır. İktidar-itaat ilişkisi burada cereyan eder; fesat burada söz konusu olur; şirk, zulüm, zorbalık, haksızlık, ahlaksızlık bu bazda açığa çıkar. Bildiğiniz gibi İslam dininin temeli ‘La İlahe İllallah, Muhammed’un Resulullah’ (tevhid) kelimesine şahitlik etmek, şahitlik ettiği kelimeye göre kendisini, hayatını, toplumsal ve siyasal münasebetlerini yeniden düzenlemektir.
Hz. Muhammed, Mekke dönemi boyunca olsun diğer zamanlarda olsun, gerek dinini duyurur, gerek risaletini tasdike çağırırken olsun herkese; sıradan olanlara da elbette ama özellikle liderlere (sıradan olanlar güce taparlar, liderler düzen kurar ve korurlar); toplumu çekip çeviren söz sahiplerine; ileri gelenlere; ekonomik gücü dayalı maddi çokluk ve siyasal ve askeri güce dayalı sayısal çoklukla övünenlere; cahiliye inancı ve değerler sistemine dayalı toplumsal düzen kuranlara vs hep “bir kelimeye gelin tamam’ diyecektir; o kelime tevhid kelimesidir.
Tevhid; öz olarak, ilkin başka ilahları reddetmek (başka rablerin kurallarını terk edip şirkten arınmak), akabinde yalnızca Allah’ı ilah kabul etmek (Allah’a göre niyetini, halini, münasebetlerini değiştirmek, yalnızca Allah’a itaat etmek); ilahın Peygamber olarak seçip vazifelendirdiğine kalben sevgi duyup şeklen tabi olmaktır (şahadetin ikinci kısmı).
Tevhid; literatürde bir ‘iktidar itaat’ ilişkisine tekabül eder; uluhiyet ve rububiyetin Allah’a, ubudiyetin insana has olduğunu belirtir. Hiçbir Peygamber, hiçbir kafire ve müşrik’e itaat etmemiştir. İktidar ve itaat ilişkisi, Kureyş toplumunda olduğu gibi ‘yüce bir Allah inancına’ dayalı yalnızca ibadet, fazilet, erdem, vicdan, ahlak tarafıyla sınırlı olmayıp, Kureyş liderlerinin, sözü geçenlerinin, ileri gelenlerinin çatışma sebebi saydıkları ve ölümüne karşı çıktıkları ‘siyasi ve toplumsal alanı da’ da kuşatır.
‘Rabbim Allah’tır diyenler, hallerini, hayatlarını ve münasebetlerini yegane rab ve ilah olan Allah’a göre tevhid edenlerdir. İnanç unsurlarıyla toplumsal hayat böyle bütünleşir. Bunlar; hayatı bireysel inanç ve ahlak, ibadet ve erdem olarak dini; siyaset ve ticaret, sanat ve edebiyat, komşuluk ve aile, özel ve kamusal diye dinsiz hayat olarak parçalamaz, parçaların ayrı rableri ve o rablerin kurallarına itaat ederek yaşamaz.
Eserinizde modernist akımların hem Vahiy hem de Peygamber algı ve anlatımlarına yönelik ciddi eleştirilerde bulunuyorsunuz. Tarihselcilikten Mealciliğe modernist akımların sığ, yüzeysel ve tutarsız yaklaşımlarını Kur’an ve ona dayalı Nebevi örneklik (Sünnet) bütünlüğü bağlamında hangi zemine oturtabiliriz? Temel motivasyonları sizce nedir bu yaklaşımların?
Devran edip dönen tarihsel ve toplumsal hayatta kırılma zamanları vardır; bu zamanlar fesadın karaları ve denizleri kapladığı zamanlardır; cahiliyenin her yerde hükümranlık kurduğu zamanlardır. Allah, bu zamanlarda müdahale eder; ama Peygamberleri eliyle ama sorumluluk yüklediği kulları eliyle.
Hz. Muhammed eliyle yapılan müdahaleye herkes şahittir. Ondan kısa bir süre sonra bozulma tekrar başlamış, giderek referanstan sapmalar artmıştı. Aydınlanma çağına kadar geçen zaman içinde insanlar dinlerini bozmuşlar, ondan kısa bir süre sonra da dünya cehaletin karanlıklarına bürünmüştü. Burada da müdahale oldu; müdahalede, hükümran zalimin devrilip fesadın dar bir alana hapsedildiğini, dengelerin yeniden kurulduğunu gördük. Bunun yanında zalimleri etkisizleştirmesi beklenenlerin vazifelerini yapmadıklarını da gördük.
Günümüze gelene kadar aydınlanma düşüncesi ve projesi etkinleşti ve yaygınlaştı; bilgi biçimi, doğru-yanlış ölçüsü, akıl yapısı, dünya görüşü değişti; değerler sistemi maddi temele oturdu; toplumsal yapı ve siyasal düzen liberal kapitalist ilkelere göre yeniden şekillendi. Üç yüz yıl var ki böylesi bir dünya gerçekliği söz konusu. İlk bakışta uzun gibi gözüken bu süre aslında insanlık tarihinde kısa bir süreye tekabül eder. Bu sürede nesiller imtihanını verdi, işler şahitlendirildi, ecelleri gelenler hesap vermek üzere geri döndüler.
Sorunuzda bahsettiğiniz akımların tümü bu çağın fikirleridir; mevcut toplumsal ve siyasal düzeni, sosyal şartları veri kabul ediyor; ‘doğa-toplum-insan’ kaynaklı düşünüp bilgi üretiyor ve hareket ediyorlar; Kitap ve Sünneti de bu gerçeklik temelinde yeniden yorumluyorlar.
Motivasyonlarını, reel gerçeklik saydıkları, normal kabul ettikleri bu hayattan alıyor, kitap ehlinin başına gelenleri tekrar ediyorlar. Çünkü bu hayatı veri kabul ederek yola çıkıyorlar. Bu hususta başka bir gerçeklik daha var; cahiliye kökenli aydınlanma fikri ve projesi paradigma olarak iflas etti; değerler sistemi çöktü; kurduğu zalim uygarlık dünyayı yaşanmaz hale getirdi; insanı kendine yabancılaştırdı; müesses kıldığı diktatörlük oligarşileriyle doğayı, yaşanabilir çevreyi, herkese ait olanı sömürdü ve tüketti.
Bu durum bu tarihsel döngünün tamamlandığına, tarihsel ve toplumsal kırılma anının yeniden geldiğine işaret eder. Bu hal şayet kıyamet vakti değilse yeniden yükselişe geçiş fırsatıdır da. Fakat bu arada Allah’ın dinini bozanlar yani suçlular arasına girenler de, tağutlara itaat ederek sürelerini tamamlamış oldular.
Benî Kureyza Gazvesi ve sonucuna dair anlatımınız örneğinde, klasik eserlerin birbirine dayalı olarak aktardığı rivayetleri, Kur’an ve ona dayalı Nebevi çizgi süzgecinden geçirme gereği duymadan kaydetme zaafına düştüğünüzü bir eleştiri olarak ifade etmek isterim. İbn İshak’a dayanan ve 700 Yahudi’nin Sa’d b. Muaz’ın verdiği hüküm gereği, kazılan hendeklerde öldürüldüğü rivayetini aktarmak yerine, bu rivayete dair çok önemli ilmi itirazları (Mesela W. N. Arafat’ın 1970’lerde kaleme aldığı ve Nida Dergisi tarafından birkaç yıl önce çevirisi yayınlanan konuyla ilgili bir makale bu konuda çok önemli bilgiler içeriyor) ve daha önemlisi Ahzab Sûresi 26-27. ayetleri göz önüne almak gerekirdi. Bu konudaki anlatımı yeni baskılarda gözden geçirmeyi düşünür müsünüz? Miraç rivayetleri konusunda Kur’ani çerçevedeki değerlendirmeleriniz önemli bir misal.
Bu hususta size katılmadığımı söylemek isterim; hakikat illa benim görüşüm diyemem ama fikrimde bir değişiklik olmadığını söylemeliyim. İslam ve Hayat sitesinde naklettiklerinizi ve yorumunuzu okumuştum, başka yerlerde de benzer görüşlerden haberdar olmuştum ama bana sevimli gelmemişti.
Size mahsus olarak algılamayın ama sorduğunuz için demeliyim ki, bu gibi hususlarda özetle şöyle düşünüyorum; farkında olmasak da modern aklın ve yaşam tarzının etkisindeyiz, şu kadar yahut bu kadar ama etkisindeyiz. Etkinin derecesine göre Peygamberi kendi tarihselliğine, yaşadığı döneme has sosyal şartlarına hapsetmek isteyenler kadar, bu hayata uygun Peygamber inşa ediyoruz gibi geliyor bana.
Bu türlü bakış açısından ikincisi, Peygamberden, yaşadığımız çağa, çağdaş anlayış ve yaklaşım biçimine ve kabullerimize uygun tepki vermesini beklemek gibi gözüküyor. Biliyoruz ki Peygamberin bizzat yaraladığı hatta öldürdüğü müşrikler var. Kureyza olayında sayı konusunda ihtilaf olsa da olay olmuştur. Olmamış gibi görmek istemek, modern anlayış ve yaklaşımı önemserken Peygamberi önemsemeyi terk etmek gibi bir riski de taşıyor. Kaldı ki o olayı sadece İbn İshak aktarmış değildir; birçok hadis kitabında yer aldığı gibi daha başka siyer kaynaklarında da zikredilmiştir.
Konuyla ilgili eleştirimin, asla modern aklın etkisiyle değil, bizatihi Kur’an nasları ve Nebevi pratiğe dayalı olduğu düşüncesindeyim ve bu konuda okuyucuyu aramızda hakem tayin ederek söyleşiye devam etmenin en doğru tutum olduğu kanısındayım. Günümüz Müslümanlarında, bugünün câhiliyesi karşısında Mekke ve Medine süreçlerini yaşayıp pratize ederek Nebevi örnekliğe dayalı bir sosyal-siyasal inşayı gerçekleştirebilecek bir istidad görebiliyor musunuz?
Toplumsal resme bakılırsa, tüm dünyaya ve insanlığa karşı Müslümanların söyleyip yaptıklarına dikkat edilirse öyle bir şeyden bahsetmek mümkün değildir. Bu işlere kategorik kalıplarla bakmak ne kadar doğrudur onu da kestiremiyorum doğrusu.
Kuramsal bakıldığında nebevi örnekliğe dayalı bir sosyal siyasi inşayı gerçekleştirecek istidat olmalı, toplumsal ve siyasal organizasyon gerçekleşmeli işin doğası bu çünkü. Sıklıkla benim de moralimin bozulduğu oluyor, üslubumu da bozuyorum ama bu benim aczimdir sadece. Şahsi gözlemimdir genele şamil kılınmasın lütfen; tüm kulları gibi Müslümanlar da Allah’tan birçok şey istediler, Allah da kullarına yakışanları yahut hak ettiklerini verdi; kimilerine belli bir ölçüyle kimilerine ölçüsüzce. Adalet buydu.
Sıklıkla istenenlere dikkat ettiğimde şahit olduklarım ‘iyi bir eğitim ve diploma, rahat bir iş ve güzel bir eş, yeterli bir kazanç, sağlıklı ve uzun bir hayat, refah ve mutluluktan’ ibaretti. ‘Cenneti bu dünyada kurmak isteyenlere ve iktidar isteyenlere’ de istediklerinin verildiğini hep birlikte gözlemledik.
Müslümanlar, bu dünyada varlık gerekçelerini yeniden hatırlar; neleri eksik gördüklerini, nelerin peşinde olmaları gerektiğini gözden geçirir; varlıklarını adayacakları iman ve salih amel hususunda titizlik gösterir, titizliğin haram ve helal konusunda olacağını bilir; bu dünyada imandan verip satın alınacak hiçbir şey olmadığını düşünürse; örgütlenip hakka şahitlik edecek gücü, yeryüzünde olmasa da hükümranlık edeceği alanda adaleti ayakta tutacak devleti olur. Allah, bunları vermediyse ya dualarımızda iş yoktu yahut da bizde iş yoktu. Razı olmasa da kafirlerin isteklerini veren Allah, razı olacağı Müslümanlara cimrilik edecek değildi.
Kul, haddini bilip kendi işine bakmalı, istikametten sapmadan haram ve helal ölçüsüne titizlikle riayet etmeli, şirke ve küfre destek olmadan yaratıldığı gibi temiz kalmayı başarmalı, başına geleceklere karşı sabırla direnip Allah’ın takdirine katlanmalı, mümin kardeşinin aynası olmalı, cenneti ahirette bilip ihsan sahibi olmaya dikkat etmeli. Aceleci yaratılışına aldanıp illa belli başarılar ve kazanımlar elde etmek isteyenlere aldanmamalı, ‘hepsi elde edilmeyenin hepsinden vaz geçilmez’ şeytani sözlere kulak vermemeli, kati hükümlerle çatışan maslahatları İslam’dan bilmemeli.
Unutmayalım ki biz istemezsek hiçbir güç bizi saptıramaz, haram işletemez; Allah buna izin vermedi. Haram işlenecek yegane yolu ve şartlarını zaten Allah bildirdi; bu şartlarla imtihan edildiğimizi de düşünmüyorum.